Prof. Dr. Mesut Yeğen, devletin Kürt sorununa bakışını, HDP’nin önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Kürt siyasetindeki temsiliyetini ve gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Prof. Dr. Mesut Yeğen’e göre iktidar 1990’larda HEP’le birlikte ortaya çıkan Kürt siyasi ve sivil dinamiğinin taşıyıcı unsurlarını tasfiye etmeye çalışıyor. Dolayısıyla devlet sadece PKK öncesi duruma değil HEP öncesi duruma da dönmek istiyor. Yeğen’in “bir tür star” dediği Demirtaş ve partisi HDP, tam da bu nedenle hedef tahtasında. Yeğen’e göre Demirtaş’ın serbest bırakılması, Kürt ve Türk siyasi elitleri arasında varılacak bir mutabakata bağlı görünüyor.

Prof. Dr. Mesut Yeğen, Gazete Duvar’dan İrfan Aktan’ın sorularını yanıtladı.

İktidar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları tartışmasız ve Anayasa’nın 90. Maddesi uyarınca da Türkiye’yi bağlayan Büyük Daire’sinin Selahattin Demirtaş davasıyla ilgili vardığı sonucu tanımamakta, uygulamamakta ısrar ediyor. Sizce Demirtaş Türkiye ve Kürt siyaseti açısından neyi temsil ediyor?

Bir kere Demirtaş popülaritesini, HDP de varlığını sürdürerek, son beş yıllık çöktürme işine rağmen Kürt siyasetinin çökmediğini gösteriyorlar. Devletin 2015 yılından beri takip ettiği siyaseti, PKK’nin hareket kabiliyetini önemli ölçüde sınırlandırmış durumda, bu açık. Buna paralel olarak Kürt hareketinin bütün siyasi kadrolarına yönelik bir baskı var. Lakin, Kürtlerin, Kürt siyaseti etrafında kalma ve itiraz etme hâlleri de sürüyor. Bu hali sembolleştiren figür ise Demirtaş. Demirtaş hem devlete geride kalan beş senelik ciddi baskıya rağmen Kürt meselesinin varlığını, çözülmediğini hatırlatıyor, gösteriyor. Diğer yandan Demirtaş sadece Kürt meselesinin, Kürtlerin itirazının devam ettiğini göstermekle kalmıyor; Kürt meselesinin Türkiye devleti açısından kabul edilemez bir biçimde çözülmesi fikrini, aslında HDP fikrini de çok iyi temsil ediyor.

Ne demek bu?

Demirtaş ve HDP Kürt meselesini Türkiye’nin demokratikleşmesi fikriyle ilişkilendirme eğilimini temsil ediyorlar. Dolayısıyla, HDP’yle birlikte Demirtaş hem Kürt meselesinin halledilemediğini hem de çözüm yolunu gösteriyor. Kürt meselesini, Türkiye siyasi birliği içinde ve demokrasiyi derinleştirerek, genişleterek çözmek. HDP fikriyatının ve tahayyülünün özeti bu. 2015’te gördük ki yüzde 13’e ulaşmış HDP pekâlâ yüzde 20’lere kadar çıkma potansiyeli taşıyordu. Bu da Kürtlerle birleşmiş bir Türkiye demokrasi hareketinin ülkenin üçüncü büyük siyasi aktörü olacağı anlamına geliyordu. Kürtlerin hak talepleriyle birleşmiş güçlü bir Türkiye demokrasi hareketi fikrini simgeleyen kişi de Demirtaş’tı ve hâlâ öyle.

'KÜRT VE TÜRK SİYASİ ELİTLERİ ARASINDA BİR MUTABAKAT OLUŞMADAN DEMİRTAŞ’IN BIRAKILMASI ZAYIF İHTİMAL'

O yüzden mi uluslararası bir mahkeme kararına rağmen içeride tutuluyor?

Bir an için Demirtaş’ın cezaevinden salıverildiğini ve siyasete devam ettiğini düşünelim. Böyle bir durumda büyük ihtimalle HDP üzerindeki ölü toprağı atılır ve HDP gücünü arttırır. Ayrıca Demirtaş’ın dışarıda olmasının kitlelerde yaratacağı moral ve bizatihi Demirtaş’ın yaratıcılığı HDP’yle diğer muhalefet aktörleri arasındaki işbirliğini geliştirir. Böylece zaten bastırılamamış olan Kürt siyaseti daha güçlü biçimde geri dönebilir. Zaten Kürt meselesinin akıbetine dair Türk ve Kürt siyasi elitleri arasında bir mutabakat oluşmadan Demirtaş’ın salıverilmesi zayıf ihtimal gibi görünüyor.

Bundan, Demirtaş’ın yakın zamanda serbest bırakılmayacağı sonucu mu çıkarmalıyız?

Hayır, böyle bir karamsar sonuç çıkarılmasını istemem. Sonuçta ortada AİHM kararı gibi bağlayıcılığı olan bir karar var. Türkiye bu karara uyma zorunluluğunu ya yerine getirecek ya da yerine getirmemenin bedellerini göze alacak. Bu bedeller iktidar açısından katlanılmaz olur mu bilmiyorum ama olursa Demirtaş bırakılabilir. Bu da Türkiye’nin Batı’yla, esas olarak da Avrupa’yla ilişkilerinin seyrine bağlı. Fakat Türkiye, AİHM kararını bir süre manipüle edebilir görünüyor.

'DEMİRTAŞ’I BİR TÜR STARA ÇEVİREN ŞEY, KÜRT MESELESİNİN DAYANDIĞI DİNAMİKLER'

O halde AB’yle ilişkilerde kısa vadede bir düzelme hedeflenmiyor mu?

Türkiye-AB ilişkileri kısa zamanda düzlüğe çıkabilecek gibi görünmüyor. Muhtemelen Türkiye, AİHM kararıyla ilgili tutumuna ilişkin Batılı muhataplarına birtakım açıklamalar yapacak, muhatapları da bunları değerlendirecektir. Ama tüm bu süreç iktidara, Demirtaş kararını manipüle edebileceği bir zaman tanıyor.

Nasıl bir zamandan söz ediyoruz?

Avrupa’nın “Yeter, bu kararların gereğini yerine getir artık. Yoksa yaptırımları devreye sokarım” diyeceği zaman ne zaman ise! Nitekim Türkiye-Avrupa arasında Doğu Akdeniz’deki krizden bugünkü görece sükûnet durumuna geçilmesi bu yöntemle mümkün olabildi.

Sizce Demirtaş, demokratik Kürt siyasetinin geleceği açısından nasıl bir anlam taşıyor?

Demirtaş bir tür star. Onu stara çeviren şey de, elbette Kürt meselesinin dayandığı dinamikler. Nitekim kendisi de bu dinamiklerden bağımsız olarak bulunduğu noktaya geldiğini hiçbir zaman iddia etmedi. Dolayısıyla “Demirtaş etkisinin” arkasında bir siyasi mücadele tarihi, toplumsal dinamikler bütünü olduğu çok açık. Bununla birlikte herkesin kolayca teslim ettiği bir gerçek daha var: Demirtaş’taki siyasetçi kumaşı. Demirtaş’ta bu kumaş fazlasıyla var. Samimiyeti, söylediklerine fazlasıyla inanması bu siyasetçi kumaşının önemli unsurları. Bir de gençliği var. Ama galiba çok daha önemlisi, Kürtlerde ve Türkiyeli muhaliflerde Kürt meselesinin silahsız çözülebileceğine dair bir inancın oluşmasına önemli bir katkı sunmuş olması. Bu açıdan Demirtaş hem Kürtlerin hem de Kürt meselesinin silahsız, demokratik çözümünü isteyen Türklerin bir hülyasına tercüman oluyor.

İktidarın son zamanlarda Demirtaş’ı ısrarla “terörist” olarak yaftalama çabası, onu 6-8 Ekim’de yaşanan şiddet olaylarının faili olarak göstermeye yönelmesi tam da Demirtaş’ın bu imajını yıpratmaya mı yönelik?

Son birkaç aydır genel olarak HDP’yi, özel olarak da Demirtaş’ı yeniden kriminalize etmeye dönük sistematik bir kampanya yürütülüyor. Bu kampanya yeni değil. 2015’ten sonra yapıldığı gibi, öncesinde de, otuz yıldır Kürt siyasetçileri bu türden kriminalizasyon kampanyalarına maruz kaldı. Ama son birkaç aydır yoğunlaşan bir kampanya var. Fakat ortada önemli bir eksiklik olduğu halde bu kampanyanın yapılması dikkatlere şayan.

'DEVLET SADECE PKK ÖNCESİ DEĞİL, HEP ÖNCESİ DURUMA DA DÖNMEYE ÇALIŞIYOR'

Nedir o eksiklik?

Ortada PKK faaliyeti, Türkiye’nin “sinir uçlarıyla” oynayan bir şiddet pratiği, panik ve kaygı halini tetikleyecek bir vasat yok. Ama bu olmamasına rağmen HDP ve Demirtaş’a karşı yoğunlaştırılmış bir kriminalizasyon kampanyası var. Bu da beş senenin ardından devletin beklentilerinin gerçekleşmediğini gösteriyor. PKK büyük ölçüde etkisini, Kürt siyaseti üzerindeki yönlendirici kapasitesini yitirmesine rağmen HDP’ye oy desteği düşmüyor. Anlaşılıyor ki, Kürtler bu meseleden öyle kolay kolay vazgeçmeyecek. O halde devletin önünde şöyle bir mesele var: Kürtlerin yüzde 60’ına tekabül eden bir nüfusun itiraz haliyle ne yapacağız?

Peki sizce devlet ne yapacak?

Mevcut itirazı zayıflatmaya çalışıyor. Kürtlerin itirazını sıfırlamak değil ama yönetilebilir hale getirmek. Devletin bugün yapmaya çalıştığı şey bu. Bunun için de devlet, çoktandır uğraştığı üzere başta Demirtaş olmak üzere bütün siyaset sınıfını etkisizleştirerek, tasfiye ederek bu işle ilgilenmeye çalışacak. Bu politikanın uygulayıcıları klasik yöntemle, başla gövde arasındaki münasebeti kopararak başarılı olunacağını düşünüyor. 2015’ten beridir 1990’da HEP’le birlikte ortaya çıkan siyasi ve sivil dinamiğin taşıyıcı unsurları tasfiye edilmeye çalışılıyor. Siyasetçiler, sivil toplum çalışanları, iş insanları, pek çok kesim adeta öğütülüyor. Bütün bu süreçten benim anladığım, devlet sadece PKK öncesi duruma değil, HEP öncesi duruma dönmeye çalışıyor.

'HÜDA-PAR’I VEYA ZAYIF KÜRT AKTÖRLERİ TEŞVİK EDEREK MESELEYLE BAŞ EDİLEMEZ'

Devletin, başla gövde arasındaki boşluğu da güdümlü siyasi yapılarla, yahut Hüda-Par gibi oluşumlarla doldurmak istediğine dair değerlendirme, sizce bir komplo teorisi mi?

Bu gerçekten işe yarar bir yol olarak düşünülüyorsa durum epeyce çaresiz görünüyor. Şundan: Hüda-Par desteklenerek HDP’yi dengelemek imkansız bir hayal. 2015’ten itibaren Kürtlerde AK Parti’den bir kaçış başlarken, HDP’nin desteğinde konsolidasyon var. AK Parti’den kaçış ve HDP desteğinde konsolidasyon söz konusuyken, iktidar çeşitli araçlarla, mekanizmalarla bunu dengelemeye çalışıyor olabilir. Fakat bunu yapabilmek için gidip bulduğu aracın Hüda-Par olması, iktidar açısından işlerin nasıl bir çıkmazda olduğunu gösteriyor.

Neden?

Hüda-Par, Kürt siyasetinde birtakım dinamikleri manipüle etmek için işlevsel bir aygıt olabilir. Ama memnuniyetsiz Kürt kitlelerinin gideceği bir adres değil. Öte yandan Hüda-Par’lıların Erdoğan’la yaptıkları görüşmede Kürtlerin memnuniyetsizliğini kendisine nasıl aktardıklarını ve nasıl bir çözüm yolu sunduklarını bilmiyoruz. Ama unutmayalım ki Hüda-Par, Kürt meselesinin hakla, hukukla, Kürtçeyle ilgili kısımlarında AK Parti’nin tahammül seviyesini aşan şeyler söyleyen de bir parti. İktidarın bu türden mekanizmalara başvurmasının AK Parti’den sızma ve HDP’de konsolidasyon kadar, bölgeye yeni siyasi aktörlerin girmesiyle de ilgisi var. Bu aktörler Deva, Gelecek partileri ve kısmen CHP. Bölgede AK Parti’den kaçış Deva ve Gelecek partilerinin gelişiyle biraz daha artacaktır. Bu açıdan bile bakılınca, az önce bahsini ettiğimiz hamlelerin başarıya ulaşma ihtimali yok. Türkiye devleti daha önce benzer araçları defalarca denedi ama sahanın başka bir realitesi var. Hüda-Par’ı ya da şu anda çok zayıf görünen Kürt aktörleri teşvik etmeye çalışarak bu meseleyle baş etmek mümkün değil.

'HDP’Yİ KAPATMANIN AKP AÇISINDAN ÜSTESİNDEN GELİNMESİ ZOR MALİYETLERİ OLABİLİR'

Peki HDP’nin kapatılması ve onu ikame edecek yeni bir partiye müsaade edilmemesi, iktidar açısından imkânsızı mümkün kılabilir mi? HDP’siz bir ortamda Kürtlerin meyyali nereye doğru olur?

Böylesi bir ihtimalin giderek güçlendiğini ben de idrak ediyorum artık. Yani HDP’nin kapatılabilme ihtimali, belli ki devletin belli kademelerinde fazlaca tartışılıyor. Bunu ciddiye almak gerekiyor. Ancak bu yapılırsa, Türkiye’nin başta Batı'yla ilişkiler olmak üzere başkaca seçimlerde daha bulunması gerekiyor.

“HDP’yi kapatırım” ile “Batı’yla yeni bir sayfa açmak istiyorum” aynı anda denebilecek şeyler değil. Dolayısıyla HDP’yi kapatmanın AK Parti açısından üstesinden gelinmesi zor maliyetleri olabilir; eğer Batı’yla yeni bir sayfa açmak gerçekten isteniyorsa. İkincisi de, eğer HDP kapatılır ve onun yerine başka bir partinin açılmasına da izin verilmezse, HDP seçmeninin başka partilere yönelmesi de pek muhtemel değil. HDP’nin kapatılmasının yaratacağı hoşnutsuzluk Kürtlerde ya siyasetten çekilme eğilimini derinleştirir ya da AK Parti muhalifi diğer partilere çekilmelerine yol açar. Bu AK Parti’nin isteyebileceği bir şey mi, emin değilim.

Yani Kürtlerin 29 Mart yerel seçimlerindeki gibi AKP-MHP’yi sarsmak üzere CHP’li adayları desteklemesi gibi mi?

Evet, tam olarak öyle. Daha da ötesi, böylesi bir kapatma kararının AK Parti’ye oy veren Kürtlerde de ciddi bir tepki yaratacağı öngörülebilir. Dolayısıyla HDP’nin kapatılmasının yaratacağı etkilerin AK Parti lehine olmayacağına dair çok sayıda işaret var. Fakat bu işaretler, kapatma hamlesinin devletin belli yerlerinde konuşulmasını, bunun zorlanmasını belli ki engellemiyor. Şimdiye kadar AK Parti’den MHP’ye verilen dolaylı cevaplar, bu yola girilmeyeceği yönündeydi. Fakat son birkaç gündür, bu yola girilmeyecek olunsa da, Hazine yardımını kesmek gibi başka mekanizmaların devreye sokulmak istendiğini gösteriyor. HDP karşıtı mekanizmaları devreye koymanın maliyeti bir tarafta, koymamanın maliyetleri ise, başta MHP’yle ilişkilerin bozulması olmak üzere başka bir tarafta duruyor. Netice itibariyle HDP’ye ve Kürt siyasetine karşı alınacak hiçbir kararın tereyağından kıl çekmek gibi kolay olmayacağı açık.

AKP’nin, MHP’yle ittifaktan vazgeçmesi söz konusu olabilir mi?

Bu neredeyse imkânsız, amma velakin AK Parti’nin MHP desteğini almaya devam etmek için neleri yapabileceğini, iplerin hangi noktada kopabileceğini şimdilik bilmiyoruz.

'KAYGI VE KORKU OTORİTERLEŞMEYİ DAHA DA TETİKLİYOR'

Son zamanlarda mevcut rejimin başta Kürt meselesi olmak üzere temel sorunlara ilişkin yapacaklarının sınırlarını öngörebilmek için iki referansa başvuruluyor: 1930’lar ve 40’lar Türkiyesi ile Nazi Almanyası. AKP-MHP Türkiyesini bu iki referans noktası üzerinden okumaya çalışmak ne kadar doğru, ne kadar yanlış?

Nazi Almanya’sı, İtalyan faşizmi, otoriter deneyimleri anlamak için müracaat edilebilecek başat kaynaklar. Sonuçta bu deneyimler otoriter, faşizan eğilimlerin en billurlaşmış halini, modellerini temsil ediyor. O yüzden bu modellere ne kadar yakın, ne kadar uzak olduğumuza bakarak kendi durumumuzu anlamlandırmaya çalışmamızda bir beis yok. Fakat bunların çok işe yarar benzetme kaynakları olduğuna dair şüphelerim var. Çünkü 2015’ten beri yaşadığımız otoriterleşme deneyiminin hem bize hem de dünyanın mevcut haline özgü birtakım kaynakları var. O kaynakları tespit etmek, bunun üzerinden okuma yapmaya çalışmak, içinde olduğumuz durumu anlama konusunda daha işe yarar gibi görünüyor.

Nedir o kaynaklar?

Türkiye’nin Osmanlı’dan devraldığı otoriter geleneğe hiç girmiyorum bile. 2015 itibariyle olanlar, dünyanın girdiği hâl ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmeye başlaması, AK Parti’ye hem hareket kabiliyeti kazandırdı hem de kaygı duygusunu tetikledi. Bahsettiğim ortam içerisinde bir taraftan Türkiye’nin akıbeti açısından ciddi belirsizlikler oluştu, bir yandan da zaman zaman üstünlük duygusunu kabartan imkânlar ortaya çıktı. Bir yandan Türkiye’nin bölünebileceğinin bir yanda Azerbaycan’dan Libya’ya bayrak dalgalandırmanın konuşulduğu bir ortam bu. Mevcut otoriterleşmenin nedenlerinden biri tam da bu gelgitli hâl. Kaygı, korku ve üstünlük duygularının bir aradalığı otoriterleşmeyi daha da tetikliyor. Sadece dış siyasette değil, içeride de benzer bir ruh hâli hâkim. 2015 Haziran’ında AKP iktidardan düştü. Öncesindeki Gezi olayları, 7 Haziran sonrası yaratılan kaos, ardından gelen hendek olayları, sonrasında darbe girişimi, MHP ile ittifak ve tüm bu süreçte yaratılan veya hissedilen kaygı, bütün bunlar bugünkü otoriterleşmenin daha doğrudan kaynaklarını oluşturuyor.

'TOPLUMUN OTORİTERLEŞMEYE YÖNELİK TOLERASYONU HIZLA AZALIYOR'

Peki kronolojiyi şimdiyle bütünleştirince, geleceğe ilişkin nasıl bir çıkarsama yapılabilir?

Türkiye’nin Batı'yla ilişkilerinin nasıl seyredeceği ve mevcut ekonomik sıkıntıların idare edilemez hale gelip gelmeyeceği, geleceği belirleyecek önemli unsurlar. Nitekim ekonominin idare edilemeyecek noktaya geldiğine dair işaretler çok yoğun. Son beş senedir yaşadığımız otoriter rejim, ekonominin görece felaket noktasına gelmemesi sayesinde tolere ediliyordu. Ama ekonomideki çöküntü, toplumun otoriterleşmeye tahammülünü hızla azaltıyor.

Yani otoriterleşme sürecinin sonuna mı yaklaşıyoruz?

Hayır, bilakis, Batı'yla ilişkilerin daha da kötüleşmesi ve ekonomik çöküntünün derinleşmesi, bizi daha da otoriter bir rejime götürebilir. Zayıf bir ihtimal olarak görsem de, iktisadi krizin derinleşmesi göze alınarak Batı'dan tamamen kopuş, muhalefeti tamamen kriminalize etme gibi eğilimler artabilir. Gerçi son zamanlarda gördüğümüz işaretler bu yolun göze alınmayacağı yönünde. Sonuçta durumun baş edilemez noktaya geldiği görülünce iktisat siyaseti, kadrolar değiştirildi, izolasyonist iktisat siyasetini temsil eden figür olan Berat Albayrak görevden alındı. Daha sonra da Joe Biden’la, AB’yle yeni sayfa açmaya hazır olunduğu duyuruldu. Bu işaretler, otoriterliğin en azından inceltilerek sürdürülmeye çalışılacağı yönünde. Ama bu inceltme AKP’yi artık iktidarda tutmayacak hale gelirse, Cumhur İttifakı mevcut otoriterliği daha da sertleştirerek derinleştirmeye meyledip varlığını sürdürmeye çalışabilir.

'CUMHUR VE MİLLET İTTİFAKLARI ARASINDA İKİ BENZEŞME NOKTASI VAR: MİLLİYETÇİLİK VE BATI KARŞITLIĞI'

Cumhur İttifakı’nın karşısındaki Millet İttifakı’nda da söylemin hızla sağa kaydığı, milliyetçi söyleme ağırlık verildiği görülüyor. İki ittifak arasında ideolojik makasın açılmak yerine kapanmaya doğru gittiği değerlendirmesine katılıyor musunuz?

HDP’yi hariç tutarsak, CHP-İYİ Parti bloku ile AKP-MHP bloku arasında benzeşmeler olduğu doğru. Ama bunu sağcılaşma üzerinden okumak ne kadar mümkün, bilemiyorum. Sağcılaşma dendiğinde halen esas olarak iktisat siyasetine dair bir pozisyonu kastetmek gerektiğini düşünüyorum. Bu açıdan sağcılaşmayı iktisadi alanda eşitsizliği normal görmek, dert etmemek olarak özetlemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında ne AKP-MHP’yi ne de CHP-İYİ Parti’yi 1980 öncesi tipik sağ siyasetlerin temsilcileri olarak görebiliriz. Zaten 2008 krizinden sonra bu siyaseti sürdürebilmenin imkânları da kalmadı. Ama iki blok arasında iki benzeşme noktası olduğu da açık.

Nedir o iki benzeşme noktası?

Benzeşme alanlarından birisi milliyetçilik. AKP-MHP milliyetçiliği ile CHP-İYİ Parti milliyetçiliği arasında halen önemli farklar olmakla birlikte, her iki blokun da tanımlayıcı vasıflarından biri milliyetçilik. Bir diğer benzeşme noktası ise Batı’yla mesafe, Batı’yla ilişkilere yönelik tereddüt. Dolayısıyla anti-Batıcılık ile milliyetçilik, AKP-MHP ile CHP-İYİ Parti’yi benzeştiren iki önemli unsur. İki blok arasındaki mesafe, bu alanlarda karşılıklı olarak atılan adımlarla daralıyor.

İslamcılık neden bu unsurlardan biri değil?

AKP, Müslüman Kardeşler fikrinin Arap Baharı’yla birlikte aldığı büyük darbe sonrasında İslamcılık üzerinden Türkiye’yi harekete geçirebilecek pozisyonda değil artık. Selefi İslamcılık değil ama Müslüman Kardeşler İslamcılığının dünyada bir karşılığı kalmadığı için, AKP’nin İslamcı kanadı zayıflamış durumda. Buna mukabil İYİ Parti-CHP’nin milliyetçiliği de muhafazakâr motiflere açık hale gelmiş olsa da, İslamcılığa açık değil. İslamcılığın AK Parti açısından başat motif olmaktan çıkmasından ötürü bu iki blok arasındaki ana ayrım noktası da İslamcılığa uzaklık ya da yakınlık değil. İki blok arasındaki esas ayrım noktası rejimin karakteriyle, demokrasiyle ilgili. Güçler ayrılığı, parlamenter sistem konusundaki farklılıklar çok derin. AKP-MHP blokunun, modern demokrasinin en temel kaidelerinden biri olan güçler ayrılığı ilkesini artık önemsemediği açık. CHP-İYİ Parti blokunda ise böyle bir pozisyon söz konusu değil. Muhtemelen önümüzdeki dönemde siyasi cepheleşmenin birincil ekseni de bu fark olacak. Zira bu iki blok arasındaki bütün tartışma “parlamenter sistemine dönüş mü, başkanlık sistemine devam mı” soruları üzerinden şekilleniyor.

'YAKIN GELECEKTE HDP’YE RAKİP OLABİLECEK BİR FİKRİYAT GELİŞMEZ'

İki blokun özellikle milliyetçi söyleminin, iktidarın yoğunlaştırılan baskılarının Kürt siyasetinin ideolojisi üzerinde belirleyici etkisi oluyor mu, yoksa Kürt hareketinin, iddia edildiği gibi ideolojik olarak bu tür basınçlara karşı bağışıklığı mı var?

Şu aşamada baskıların Kürt siyasi hareketi üzerinde ideolojik düzeyde bir dönüşüm yaratabildiğini söylemek mümkün değil. HDP açısından “radikal demokrasi” veya Kürt meselesinin Türkiye siyasi birliği içinde demokratik yollarla çözümü yönündeki fikir, hedef değişmiş değil. Dahası, bu alanda yakın gelecekte HDP’ye rakip olabilecek bir fikrin gelişebileceğini de zannetmiyorum.

Ama Kürtler arasında HDP’nin “radikal demokrasi” fikriyatına karşı bağımsızlıkçılık eğiliminin arttığına dair iddialar da var…

Bundan çok emin değilim. Hem Türkiye Kürtlerinin bir şekilde tecrübe ettiği sosyolojik durum hem de uluslararası ortam buna müsait değil. O nedenle HDP fikrinin Kürtler arasında ana çizgi olmaya devam edeceği kanaatindeyim. Öte yandan elbette son 4-5 senede yaşatılanların aktüel düzeyde toplumda yarattığı değişiklikler var.

Ne gibi değişiklikler?

Kürtlerin önemli bir kısmı hâlen daha önce olduğu gibi HDP’ye oy veriyor ama bu kadar.

'KÜRTLER SİYASİ ALANDAN KÜLTÜR ALANINA ÇEKİLİYOR'

Neden bu kadar?

Kürt kalabalıklarının Kürt meselesi etrafındaki itirazını seslendirmesinin ana mekanizması HDP etrafında durmak, HDP’ye oy vermek şeklinde gerçekleşiyor. Ama daha önce gördüğümüz biçimiyle sokakta olma, HDP’li vekillerin arkasına dizilme hâline bir süredir tanık olmuyoruz. Bu, rejimin otoriter karakterinden kaynaklandığı kadar, 2015 sonrasında Kürt siyasetinin yanlışlarıyla da ilgili. Bugün Kürt kalabalıkları sokakta değil ama HDP’ye oy veriyor. Bir başka eğilim olarak da kültürel alana çekiliyor. Enteresandır, şu anda Kürtler arasında kültürel alanda bir Rönesans yaşanıyor. Ciddi bir canlanma hâli var. Eskisinden çok daha fazla Kürtçe kitap, mizahtan psikolojiye, iktisattan tarihe kadar çeşitli alanlarda uzmanlaşmış dergiler yayınlanıyor. Yeni nesiller Kürtçe öğrenmek için çeşitli çalışmalar, kampanyalar yapıyor.

Bu canlanmayı nasıl izah ediyorsunuz?

Kültür alanına çekilmek, itirazını kültürel araçlara dolayımlayarak ifade etmek, siyasal alanda var olmanın maliyetinden daha düşük çünkü. 1980 sonrasında da böyle bir eğilim yaşanmıştı. Solun önemli bir kısmı kültür alanına çekilerek kendisini bir şekilde devam ettirmeye, baskıyla böyle baş etmeye çalışmıştı.

Erdoğan’ın kültürel alanda iktidar olamamaktan sıklıkla yakınması tam da bu sahayı da kapatma arzusuna mı dayanıyor?

Bir kısmıyla evet ama onun serzenişi daha çok kendilerine ilişkin. Orada da korkarım yapacak bir şey yok. Komutla, talimatla kültürel üretim olmaz. Kültürel üretim için gerçek, organik kaynaklara, damarlara ihtiyaç var ve AKP kendi sahasında tüm bu damarları kurutmuş durumda. İktidar cenahında sadakat performansı kültürel performanstan çok daha önemli olduğu için sahici ürünlerin, eğilimlerin çıkmasını beklemek beyhude.

'20 SENE SONRA KÜRTÇESİZ BİR KÜRTLÜK HÂLİ VAR OLABİLİR AMA…'

Rawest Araştırma’nın “Türkiye'de genç Kürt olmak” başlıklı araştırmasına göre ayrımcılığa uğramak Kürt gençlerinde hem dile hem kimliğe dönüşü sağlıyor. Araştırmanın yürütücülerinden Reha Ruhavioğlu’na göre Kürt gençleri arasında radikalleşme azalırken sivil siyasete yönelim artıyor. Dahası, Ruhavioğlu’na göre asimilasyon artarken Kürtlük bilinci de artıyor. Yani Kürtçeyi kullanma azalırken, gençler arasında Kürtlük bilinci artıyor. Bu nasıl mümkün olabiliyor?

Rawest’inki bir realiteyi tespit ediyor. Klasik sosyal bilim okumaları, dil ortadan kalkarken etnik bilincin yükselişini tespit eden bu tür sonuçları birbiriyle uyumsuz bulur. Çünkü ikisi arasında doğrudan bir ilişki olduğu, anadil kullanımı azaldıkça etnik bilincin de azalacağı sanılıyor. Oysa etnik bilinç ya da kimliğe sığınma, çekilme, illa dili sürdürmeyi gerektirmiyor.

Neden?

2000’li yılların başında İskoçlarda orijinal Kelt dilini konuşma oranı yüzde 5 civarındaydı. Şimdiki oran daha da vahim olabilir. İskoçların yüzde 95’i İngilizce konuşuyor yani. Son 20-30 senedir Baskça eğitim dili olmasına rağmen Bask’ta da durum böyle. Fakat İskoç dilinin kullanımı yüzde 5’lere düşerken, İskoç milliyetçiliği zirve yapmış durumda. Büyük ihtimalle önümüzdeki dönemde yapılacak referandumla Britanya’dan ayrılma kararı alınacak. Dolayısıyla bir etnik kimlik için dilden başka şeyler üzerinden de devam ettirilebilir. Farklılık duygusunu canlı tuttuktan sonra, bu dil ya da başka bir şey olabilir. Mesela karşıdaki kimlik tarafından neye maruz bırakıldığı bir kimliği canlı tutmak için dil kadar güçlü bir değişken olabilir. Kürtlerin son beş senede maruz kaldıkları, kendi kimliklerine çekilme eğilimini zaten güçlü kılmaya yetiyor. Kürtçenin kullanımındaki zayıflamaya karşılık milli kimliğin güçlenmesi bir çelişki değil. Fakat ortada bir trajedi olduğunu da kabul edelim.

Nasıl bir trajedi?

Siyasi baskılar kültür alanına çekilmeyi, buradaki canlılığı tetikliyor ama bunun ne kadar gideceği belirsiz. Kürtçenin devam ettirilmesi kurslar, dergiler, online kampanyalar gibi iradi tasarruflarla olacak şey değil. Böyle devam ederse, 20 sene sonra Kürtçesiz bir Kürtlük hâli ortaya çıkabilir. Ama Kürtçesiz bir Kürtlük kuvvetli bir itiraz kimliği olmaya ne kadar devam eder, bunu kestiremeyiz. Dolayısıyla “Kürtçe olmasa da Kürtlük devam eder” gibi bir rahatlığa da kapılmamak gerekiyor.