28 Kasım 2002'de kaybettiğimiz şair ve yazar Melih Cevdet Anday’ın 1 Ocak 1982’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir yeni yıl yazısı:

Biz dünyaya geleli yaklaşık üç milyon yıl oldu. Ne çok yılbaşı kutlamışız! Omurgasızlar ilk kez beşyüz milyon yılı aşkın bir zaman önce, balıklar dörtyüz milyon yıl önce, sürüngenler aşağı yukarı ikiyüz elli milyon yıl önce, memeliler iki yüz milyon yıl önce yeryüzünde göründüler. Ama onlar yılbaşı kutlamazlar; yılı, ayı, günü bilmezler de ondan. Zaman sadece insanoğlu için vardır. Derleme, düzenleme demek olan “takvim”i biz, zamanı yıllara, aylara, günlere ayırma yöntemi, başka bir değişle zamanı belli dönemlere bölme dizgesi anlamında kullanıyoruz. Ama büyütmeyelim, yılbaşı kavramının doğuşu, şurada beşyüz yılı ya bulur, ya bulmaz.

Zamanı yıllara, aylara, günlere bölmek zorunlu muydu? Yok canım, insanoğlunun merakından, hatta can sıkıntısından doğmadır takvim. Önce şuna bakalım: Bir dünya yılı, en ileri araçlarla yapılan hesaba göre 365 gün, 24 dakika, 22 saniyedir. Bu rakamlarda bir bütünlük, ne diyeyim, bir yetkinlik (mükemmellik) yok, gelişigüzel, dağınık... Tanrı ya da doğa, bizim yılımızı umursamıyorlar demektir bu. Hadi, daha açığını da deyiverelim, uydurmadır yılımız, ayımız, günümüz. Somut bir dünyada yaşayan hayvanlar (ki tümü ciddidir) böyle çocukça heveslere düşmezler hiç, etlerini, otlarını yiyip sevişirler, işte o kadar. Doğa onlardan başka bir şey istemez. Bu bakımdan hayvan sözcüğünün aşağılama niyetiyle kullanılması yanlıştır. İnsan kendisiyle övünmek için bulmuş olmalı o sövgüyü.

Peki bizim üstünlüğümüz nerden çıkma? Ah bu insan denilen yaratık akıllanıncaya değin, ne uzun, ne acılı, ne zahmetli evrelerden geçti!.. “Akıllanıncaya değin” dediğime bakmayın, bir deyimdir o, yanlışlardan, yanılmalardan kurtulma, doğru yolu bulma anlamına gelir; bu anlamda gene de akıllanmış değildir insan; ben o sözü “beyinlenme” anlamında kullandım.

Kolay mıdır ağaçlarda yaşarken yere inmek, iki ayağı üzerinde doğrulmak, yürümeyi öğrenmek! Dahası var, insan, öteki hayvanlarda bugün de sürüp giden birtakım doğal yeteneklerinden de vazgeçmiştir. Neden? Beyni büyüyordu, böylece de çevreye uyma yeteneği güçlendikçe güçleniyordu. Böylece organik yaşamın evriminde hayvan ile doğa arasındaki ilişki niteliksel bir değişikliğe uğradı. Böyle olagelir hep, evrimler, gün olur bir sıçrama ile nitelik değiştiriverir. Buna da maddenin diyalektik gelişimi denir ki, devrim anlamına gelir. Korkacak bir şey yok, bir doğa yasası bu. İnsanın dik durup ellerini kullanmaya, böylece de yiyecek ve öteki nesneleri koparmaya, parçalamaya başlaması ne büyük bir değişikliktir, inanılır gibi değil, aklınız durur. Çeneler küçülmüş, beynin genişlemesine daha çok yer açılmış... Sonra el ile beynin işbirliği o kerteyi bulmuş ki, üretim araçları çıkmış ortaya; beyinde eli hareket ettiren alandan eli denetleyen alana bir taşma oluvermiş. 

Tuhaftır, elini oynatırken dilini de kımıldatır insan; çocuklara bakın, yazı yazmaya çalışırken dillerini de oynatırlar. Dahası var, elleriyle zorlanarak bir iş yapan insan bilmeden sesler de çıkarır. Bu yüzden olacak, “konuşma”yı, el kol hareketinin gırtlağa geçmesiyle açıklayan varsayım çok tutmuştur. Sözcük dağarcığı pek yüklü olmayanlar, bugün de ellerini kollarını çok kullanırlar. Eh, konuşma başlar da hiç beyinde bu işe özgü alan oluşmaz mı? Al sana “konuşma merkezi” dedikleri şey.

Nörolog bir doktor arkadaşıma geçende “Hayvanlarda konuşma merkezi var mı?” diye sordum. Biliyordum yanıtını, “yoktur” dedi. “Öyle ise insan eşref-i mahlukattır, yaratıkların en saygınıdır” dedim. İkimiz de vazgeçtik konuşma merkezinden. Doğada insanı gözeten bir araç ne gezer! O “konuşma merkezi” denilen yer, bir gösterge yönetim yerinden başka bir şey değildir. Konuşma yeteneğini yitiren hasta, çoğun, okumayı, yazmayı da unutur. Doğa, insanın bir gün “yazı”yı bulacağını hiç de planlamamıştı, konuşacağını da elbet. Ne gerek var daha baştan bir konuşma merkezi kurmaya. Bunlar mistik yorumlardır. Üstünlüğümüzün bize özgü bir ayrıcalık olduğuna inanacağımıza, insanın geçirdiği evrimi öğrenmeye, bu konu üzerine kafa yormaya çalışsak daha iyi olur. Hazıra konmaktan, övünmekten vazgeçelim. Koşullu tepkilerden, içtepilerden, kalıtımsam tutum ve davranışlardan, sağtörelerden, toplumsal ilişkilerin doğurduğu duygu ve düşüncelerden ayrı olarak, bizde “kişilik” diye ne bulunduğunu düşünmek, meraka değer bir konudur. 

Hayvandan bir ayırdımız yok mu demek istiyorum? Hayır, soyutlama yeteneğimizle övünebiliriz. “Zaman” da bir soyutlamadır. Ay doğdu, yükseldi, alçaldı, battı... Ne kadar sürdü bu? Gök cisimlerinin hareketlerine göre hesaplanan yıl, ay, gün gibi zaman bölümleri, aşağı yukarı beş bin yıldan beri bilinir. Söz gelişi Sumerlerin gök üstüne bildikleri şaşırtıcıdır. Onlar ayın dönüşlerini bugünkü hesaplardan 0.4 saniye ayrımla bulmuşlardı; Satürn, Merih ve Venüs’ün durumlarını, durağan yıldızların arasındaki uzaklıkları inceleyerek çağdaş bilgilerimize yakın sonuçlara varmışlardı. Mayalar bir Venüs yılının 584 gün olduğunu biliyorlar ve dünya yılının 365.24.20 gün olduğunu kestiriyorlardı. Ama o zamanlar kimse yeni yılı kutlamazdı. Onlar gökyüzünü seyretmekle, gözlemlemekle yetinirlerdi. Bizse zaman kavramımıza çok güvendiğimizden hep “geçip gitme” olayı üzerinde duruyoruz. Elbet ömrümüzü de bu araya soktuğumuzdan, üzüntüye kaptırıyoruz kendimizi. Boşuna! “Yıl” geçip gittiğini bilmiyor oysa. Bilen sadece insandır. Az şey mi?
Nice yıllara sayın okurlar!