Habertürk gazetesi yazarı Yavuz Semerci, Başbakan'a yönelik 'Artık yok hükmündedir' başlıklı yazısına gelen tepkilere yanıt verdi.

Semerci, Zaman gazetesinden Tuğba Kaplan'a konuştu.

İşte o röportaj:

Gazeteci Yavuz Semerci geçtiğimiz hafta yazdığı ‘Artık yok hükmündedir’ yazısıyla bir anda hem eleştirilerin hem de takdirlerin odağı oldu.  Yazıdan sonra hangi işadamlarıyla ilişkisi olduğu sorusuna muhatap kalan Semerci, “Ben gazeteciyim, müteahhit değil.” diyor.

‘Artık yok hükmündedir’ başlıklı yazınız bir manifesto niteliğindeydi. Köşenizi kaybetme pahasına size o yazıyı yazdıran neydi?

Bu ülkede çok ağır bir yolsuzlukla suçlananların salıverilmesine duyduğum bir tepkiydi o yazı. Şaşırıyorum bazı şeylere. O yazı hayatımda en kısa sürede yazdığım yazıydı. Birkaç gün öncesine kadar birkaç yazı daha yazmıştım. Utanıyorum dedim, onlar utanmadığı için utanıyorum dedim. Sonra Başbakan’a makul bir süre tanımak lazım. O ses kayıtlarının çok çabuk yalanlanabilir, gerçeği ortaya çıkarmalarını bekleyelim, dedim. O süre de geçti. Bu yazı benim açımdan zaten geliyordu. Ama önceki yazıları yazarken bu noktaya geleceğimi düşünmemiştim. Aslında benim yazdığım yazıda bir anormallik yok.

Anormal olan nedir?


Tek sesli medya isteyen bir düzende olduğumuz realitesi. Öyle bir mecra dağılımı var ki, hükümetin aleyhine bir şey yazıp çizince ‘paralelci, darbeci, Haşhaşi’ filan haline geliyorsunuz. Gazeteci neyi, ne zaman, nerede sorgulayacak? Olayların doğrusunu bulmaya çalışıyorum. İdeolojik olarak kimseye bir karşıtlığım yok.

Yazı sonrası gelen tepkiler nasıldı?

İnsanlar beni taraflı yargılamaya başladı. Gerçi yazıda da ‘İsterseniz paralel yapının tetikçisi, paralel yapının gizli hücresi deyin’ dedim zaten. Gerçi Bank Asya’nın 2 milyar dolarlık döviz pozisyonu aldığı iddialarına karşı, bunun mümkün olmayacağını yazıp, bu saçmalıkları yapmayın dediğimde Takvim gazetesi ‘Hizmet Hareketi’nin gizli hücresi’ dedi. Şaka gibi değil mi? Hayatım boyunca Bank Asya’da bir mevduatım olmadı, genel müdürünü tanımam, yönetim kurulunu, sahiplerini tanımam. 12 Eylül döneminin jargonunu kullanıyorlar. Bunun yanı sıra binlerce insan olumlu tepki verdi. Aslında aşağı yukarı tıpkı o yazıdaki gibi düşünüyormuş çoğu insan. Bir ülkede başbakanı sevmiyor olabilir, yaşam tarzını tasvip etmiyor olabilir ya da otoriter eğilimlerde bulunduğunu söyleyebilirsiniz. Bunların hepsi de tolere edilebilir. Ama yolsuzlukla ilgili algı tolere edilebilecek gibi değil. Bu sorun ancak bağımsız yargıda çözülüp anlatılmalı.

Gazetenin genel yayın yönetmeni, sahibi ya da hükümetten bir uyarı aldınız mı?

Yazıyı kullanmayabilirlerdi de... Köşe yazarlarının, yazılarının rahatlıkla çıkarılabileceğini düşünüyorum. Kullanmazlar, tavır alır ayrılırsınız. Babalarımızın malı değil bu köşeler. Ama ne gazetenin sahibi ile ne de Fatih Altaylı ile diyaloğum olmadı yazıdan sonra. Aslında ben Habertürk’te Turgay Ciner olduğu için yazıyorum. O, ‘bu gazetede yazmanı istiyorum’ dediği için yazıyorum. Bir gün istemezse ayrılırım da. Kendi mecralarım var. Gazeteport, Radyo 24 gibi…

SİTEMİ VE RADYOMU PATRONLARINI ELEŞTİRİNCE KEŞFETTİLER

Sabah gazetesi sizinle ilgili ‘Bu paralar nereden, gazeteci misin, işadamı mı?’ şeklinde bir haber yaptı. Gazeteport isimli siteniz ve radyonuz üzerinden gizli medya patronu olduğunuz iddiasında bulundu...

Yedi yıllık Gazeteport’u, dört yıldır program yaptığım Radyo 24’ü patronlarını eleştirince keşfettiler. Ama Sabah’ın beni sorgulaması şaşırtıyor. Patronlarının kim olduğu bile belli değil ki, bana bu soruyu soruyorlar. Bana bunu soranlar kamu bankalarından 750 milyon dolar alarak kurtarılmış bir gazeteyi yönetiyor. Siz havuz medyası oluşturduğu iddiasıyla birtakım işadamlarından para toplanıp alınan bir gazetesiniz. Ben kamu bankasından kredi kullanmadım. İnternet sitesini nasıl kurduğum, radyoyu nasıl aldığım ortada. Kazandığım bütün parayı getirip internet sitesine ve radyoya yatırıyorum. Bunu yapmasaydım yatı, katı olan biriydim. Onu bırakın son birkaç yılda sadece hükümeti destekleyen mecraları oraya yönlendirseydim, Sabah’a gittiği gibi bana da kamu bankalarından ilanlar gelirdi.

Mesele bir gazetecinin medya sahibi olması mı?

Allah aşkına bir gazetecinin kendine ait bir medya mecrası oluşturmaya çalışmasının nesi garip? Bu o gazeteci için bir onurdur. Biz gazete mutfağından gelen insanların gazete yapmasının önemli olduğunu düşünüyoruz. Sabah’a verilen kredinin onda birini bana verselerdi, bugün Sabah’ın tirajından daha fazla gazete yapacağımdan eminim. Ya da onun a Haber’inden daha fazla reyting getirecek bir kanal yapacağımdan... Çünkü ben gazeteciyim, müteahhit değil. Gazetecinin medya sahibi olması etik mi diye soruyor. Sorarken, şunu unutuyorlar. Ben bunu bir ömür boynumda bir madalya olarak taşırım. Ama kamu bankalarından bu kadar para alıp Başbakan’ın damadı tarafından hükmedilen bir gazeteyi yönetmek, orada yöneticilik yapmak ne kadar etik o ayrı.

Onlar bunun sıkıntısını ömür boyu taşıyacak. Maalesef hangi işadamlarıyla ilişkim olduğunu soranlar, bir gün bile koskoca içişleri bakanının, bütün hükümeti neredeyse bağış manyağı yapmış, hırsız şüphesi taşıyan İran asıllı bir işadamının ‘önünde yatarım’ lafını sorgulayamadılar. Ben gazeteci olarak bunu da sorgularım. Kendimle ilgili bir eleştiriyi de alnım açık bir şekilde cevaplarım. İlahi adalete inanıyorum. Bu ülkenin hukuk sistemi, yargısı, kamu kaynaklarıyla medya oluşturanlardan eninde sonunda hesap soracak.

‘Yazmasaydım mesleğime ihanet ederdim’ diyorsunuz. Sizin gibi yazanların yanı sıra bu dönemde susan ya da sadece sahte bilgi ve belgeyle yalan yazanlar da var.

Medya olarak iyi bir noktada değiliz. Kendimi de bundan ayırmıyorum. Hepimizin sustuğu dönemler oldu. Bilerek, bilmeyerek, yanlış yönlendirilerek... Burada mesele, yorumların bağımsız olması ve kimse tarafından yönlendirilmemesi. Bu bakımdan, Türk basınında, köşe yazılarında, haberlerde uluslararası normların uzağında kaldığımız görülebiliyor. Mesele hükümeti övmek değil, gerektiğinde eleştirebilmektir. Bunu yapabiliyorsanız önemlisiniz. Türkiye’deki basın halkın bilgi alma hakkını manipüle edebilecek özellikler gösterir hale geldi. Geçmişte de buna benzer şeyler oldu. 30 yıllık meslek hayatımda böylesine ağır baskı altında olunan başka bir dönem hatırlamıyorum. Elbette 12 Eylül’ün ardından böyle bir baskı oldu ama o darbeydi. Biz ileri demokrasiye gidiyor denilen bir ülkede yaşıyoruz.

Kayıtların gerçek olup olmadığını isteseler ortaya çıkarırlar diyorsunuz. Sizce neden araştırılmıyor?

Yarım günde gerçekliği ispatlanabilecek bir kayıt, algı mühendisliğiyle, güven olgusu üzerinden aklanmaya çalışılıyor. Ben Başbakan’a hep şu desteği verdim. Bu ülkede gerçekten bir paralel yapı varsa ve bu yapı darbe yapmak istiyorsa, bu ülkenin vatandaşları hükümete destek olmalı. Bunun gerçekliği konusunda yargısal, hukuki adımları görüp ikna olmamız gerekiyor. Ama Başbakan algı oluşturuyor. 4 buçuk milyon doların, evden çıkan milyon dolarların, kasaların, her yere yapılan bağışların, ses kayıtlarına ‘paralel yapı’ cevabı veriliyor.  Bunlar çok üzücü bir durum, bunun doğru olmadığını lütfen söyleyin diye yalvarıyoruz adeta ama cevap olarak ‘paralel yapı’ diyor.

Hâkimler, savcılar, polisler de paralel olduğu gerekçesiyle atanıyor…

Bu soruşturmayı başlatan savcıların, yürüten polislerin geçmişte hangi davada nasıl günahları var bilmem. Ama şundan eminim ki, bu polis ve savcılar bir gün bu ülkede şeref madalyası alacak. Bir hırsızın peşinden koşan, hırsızlıkla ilgili soruşturma yapan savcı ve polislere bir gün hepimiz teşekkür edeceğiz. Ben artık buna inanmaya başladım. Gerçek her ne ise ve ortaya çıkana kadar da böyle düşünmeye devam edeceğim.

Artık şaşırmayacağız desek de, her çıkan ses kaydıyla bir kez daha şaşırıyoruz. Eski adalet bakanı ile olan konuşmasını kabul etti Başbakan...

Başbakan gerçekten müdahalenin doğal olduğuna inanıyor. Oysa anayasada yargıya telkinde bile bulunamazsınız yazıyor. Elbette yasa dışı olan dinlemeleri kimin dinlediği ortaya çıkmalı. Ama Başbakan’ın bunu demesi ve kabul etmesi hukuk devletinde asla rastlanacak bir durum değil.

Siz ‘yolsuzluk yapan beni yönetemez’ derken,  insanlar neden ‘çalıyor ama çalışıyor’ savunması yapıyor?

‘Çalıyor ama çalışıyor’ diyenleri hiç ciddiye almıyorum. Bunların vatandaşlık bilincinde olmadığını düşünüyorum. AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk, ‘17 Aralık günah işleme özgürlüğüne darbedir’ dedi. Ancak dini bir baskı altında kalanların söyleyebileceği bir şeydir ve bireyseldir. Bizi yönetenlere kamusal varlık teslim ediyoruz ve kamusal varlığa karşı günah işleme özgürlüğüne hukuken sahip değiller. Dinen nasıl bilemiyorum, ulemalar cevap vermeli. Hesabını veririm, günahı benim boynuma deyip kimse yolsuzluk yapamaz.

30 Mart yerel seçimlerinden nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları unutulur mu?


Asla. Bugünden sonra AK Parti hükümeti, inandırıcı yargısal bir süreçle aklanmadığı sürece halkın öfkesinin, toplumsal patlamalara yol açmasından endişe ediyorum. Halkın yarısının hırsız var dediği bir ülkede başbakanlığı huzur içinde yapamazsınız. Bu süreç yargısal bir şekilde sonuçlanıp, aklanmadıkça seçimler huzuru sağlamaz. Türkiye’de iktidardan inince başına çok işler gelecek bir hükümet var. O sebeple iktidarı kaybetmekten korkuyorlar.