Cengiz Çandar / Radikal

Korktuğum başıma geldi. Ayşe Gökkan’ı dün aradım, her zaman olduğu gibi “Merhaba Cengiz Abi” diye söze giren sesini duymayı umut ediyordum ama sağlık durumunun buna elvermeyeceğini de tahmin ediyordum. Tahminim ya da bir başka deyişle korkum doğrulandı. Ayşe Gökkan telefona cevap verecek durumda değildi.

Ayşe Gökkan, Nusaybin Belediye Başkanı. Türkiye-Suriye sınırının bir başka noktasından. Suruçlu. Nusaybin’den dümdüz bir çizgi çekseniz yaklaşık 200 kilometre daha batıdan. Bununla birlikte, Nusaybin Belediye Başkanlığı’na yüzde 80’e yakın bir oy çoğunluğuyla seçildi. Nusaybin-Kamışlı arasına örülmeye kalkışılan beton ‘duvar’ı protesto etmek amacıyla bir süre önce başlattığı ‘açlık grevi’ni ‘ölüm orucu’na dönüştürdü. ‘Ölüm orucu’ bugün bir haftasını dolduruyor ve doktorların söylediğine göre Ayşe Gökkan’ın vücudu gıda maddelerini kabul etmez duruma geldi.

Ülkenin bu duruma ‘vicdanı’ ne duruma geldi? Büyük şehirlerde oturanların bilmesinin imkânı yok. Bir-iki ulusal gazete dışındakileri okuyanların Ayşe Gökkan’ın ‘açlık grevi-ölüm orucu’ndan da, hatta başta Nusaybin-Kamışlı arasında olmak üzere, Türkiye-Suriye Kürtleri arasında örülmekte olan beton duvardan da muhtemelen haberi yoktur. Televizyon kanallarının haber saatlerinde de bunun ‘haber değeri’ olmasa gerek.

Aksi halde her gün ortalama üç kez konuşma yapan Başbakan, konuya bir değinirdi. Bölge halkına seslenirken ‘Sykes-Picot’nun çizdiği sınırları tanımamak’tan ve onları ‘fiilen ortadan kaldırmaktan’ söz eden (doğru söylüyor) Dışişleri Bakanı, bu sözleriyle inanılmaz bir çelişkiyi ifade eden Türkiye-Suriye sınırında ‘duvar örülmesi’ne ilişkin de bir çift söz ederdi.

Yok. Yok. ‘Demokrasinin namusu sandık’ sloganına sarılmış olanlar, sandıktan ezici çoğunlukla seçilmiş bir ‘halk temsilcisi’nin ‘ölüm orucu’na yatması karşısında bu kadar duyarsız olamazlar.

İsrail’in ‘güvenlik’ gerekçesiyle Batı Şeria’da Filistin halkını paramparça ederek bölen ‘duvar inşaatı’na karşı çıkanlar, ‘Berlin Duvarı’nın yıkılışından, böylece ‘Soğuk Savaş’ın sona erişinden çeyrek yüzyıl sonra, zaten parçalanmış Kürtler arasına bir kez daha, Türkiye-Suriye sınırı üzerinde kendi iktidarları döneminde ‘duvar dikilmesi’ni nasıl savunacaklar?

Mızrak çuvala sığmayacağı için mi yoksa Gezi’den bu yana ‘zalim’ özellikleri ‘insani’ her türlü özelliklerinin üzerine çıktığı, “Biz yaradılanı Yaradan’dan ötürü severiz” cümlesini aslında sadece nutuk attıkları mekânlarda alkış almak için sarf ettikleri için mi bu konuyu hiç gündemlerine almıyorlar?

Aksi halde, Kürt halkı arasında inşa etmeye kalkıştıkları ‘duvar’a ve de Ayşe Gökkan ve ‘ölüm orucu’na yönelik akıl almaz bir ‘haber karartması’nı niçin uyguluyorlar?

İktidarın medya üzerindeki -28 Şubat dönemi dahil- görülmemiş egemenliğinin en çarpıcı göstergelerinden biri, ‘duvar’ ve Ayşe Gökkan konusu.

Yarın 7 Kasım’da, BDP’liler bölgenin her yerinden Nusaybin’e akacaklar. İnşallah, çatışma çıkmaz. Ve, inşallah, Nusaybin’i, ‘duvar’ı ve Ayşe Gökkan’ı Türkiye kamuoyunun gözlerine sokmayı başarırlar ve önce iktidar-medya işbirliğiyle örülmüş ‘haber duvarı’nı yıkarlar; ardından, Türkiye-Suriye sınırı üzerinde dikilmek üzere çalışmalarına başlanan ‘duvar’ın yıkılmasına sıra gelir.

Bundan topu topu bir buçuk ay önce Nusaybin’deydim. Ayşe Gökkan’ın davetlisi olarak. Davet sebebi, ‘Mezopotamya Tarihinde Nusaybin’ başlıklı, ikincisi yapılan uluslararası bir konferanstı. MS 4. yüzyılda kurulmuş olan ve kimi tarihçilere göre ‘dünyanın en eski üniversitesi’ kabul edilen ‘Nisibis Okulu’ konuşulacaktı. Nisibis, Nusaybin’in Roma dönemindeki adı. ‘Nisibis Okulu’, dünya uygarlık tarihinde önemli bir yeri olan eğitim kurumu idi.

Tümüyle rastlantı eseri, ben Nusaybin’e vardığımda, Türkiye’den toplanan gıda ve ilaç yardımının Rojava’ya (üçüncü kez) geçişine izin çıkmış, yardımın eşgüdümünden sorumlu olan Ayşe Gökkan’la birlikte, Nusaybin’den 60 kilometre ötedeki, yardımın geçirileceği Kızıltepe-Şenyurt-Derbesiye sınır kapısına gitmiştim. Türkiye-Suriye sınırı olan demiryolu üzerinde gece yarısına kadar geçen unutulmaz saatlerde, soluk ışıklar altında ilaçların, un ve pirinç çuvallarının kamyonlardan indirilmesi, ‘karşı taraf’a aktarılmasına dahil olmuştuk.

O ‘seyahat’in izlenimlerini ‘Rojava’ya sıfır noktasında...’ başlığıyla 19-20 Eylül tarihlerinde bu köşede yansıttım. İkinci yazıda şöyle bir bölüm vardı:

“Sınırın delik deşikliğinin somut görüntülerine de Nusaybin’de tanık oldum. Nusaybin’in en önemli mahallelerinden biri olan Mor Yakup Mahallesi’nde yol, Kamışlı’yı Nusaybin’den ayıran tel örgüye paralel biçimde uzanıyor. Tel örgü yer yer parçalanmış. Arada 200-300 metre enindeki boş alanın mayınlı olduğu varsayılıyor ama orada otlayan inekleri gösteren Nusaybinli dostlardan biri, ‘Sığır ağırlığı altında patlamayan mayın nasıl olursa’ diyecek oluyor; bir diğeri sözünü kesiyor: ‘Oynamak için oraya giren Nusaybin’in çocukları mayınları temizledi’.”

Burada ismi verilmeyenlerden biri, Ayşe Gökkan. Restorasyonu yapılan tarihi kiliseyi ve yaptırmakta olduğu Nusaybin Müzesi’ni gezdikten sonra, Kamışlı’yı sağımıza almış, tel örgülerin ve mayın tarlalarının yanından geçip, onun arabasıyla öğle yemeğine gidiyorduk. O Ayşe Gökkan’ın aklından, o anda, az ötede eliyle bana işaret ettiği mayın tarlasında ‘ölüm orucu’na oturacağı kesinlikle geçmiyordu.
Kimsenin aklına, Türkiye’nin şu dönemde, Türkiye ve Suriye Kürtleri arasında –daha mayın temizleme sorunu bile çözülmemişken- beton ‘duvar’ inşa etmek gibi bir ‘ilkellik’ gelemezdi.

İşin tuhaf tarafı, sorumlusu da bulunamıyor. Hükümet ağzını açmıyor. İçişleri Bakanı Muammer Güler’den gayrı ‘güvenlik gerekçesi’ açıklaması yapan olmadı, o da bir daha hiç konuşmadı. Mardin Valiliği kapı-duvar. Fatura, fısıltı gazetesiyle ‘asker’e çıkarılıyor. Yoksa Nusaybin’de, siyasi iktidardan bağımsız bir ‘asker’ mi var?

Bu ‘ilkel’ ve ‘utanç verici’ uygulamanın, yani Türkiye ve Suriye Kürtlerinin arasına beton ‘duvar’ inşa etme işinden sorumlu her kim olursa olsun, bunun sınırın her iki tarafında büyük tepki çektiği ortada. Sınırın Kamışlı tarafındaki Suriye vatandaşı olan halk –Nusaybin’dekilerin kardeşleri, kuzenleri, dayıları, teyzeleri, amcaları, halaları, anneleri, babaları- Ayşe Gökkan’ın bir başına mayın tarlasının ortasında, tel örgünün önünde ‘ölüm orucu’na yattığı görüntüsünü önlemek için, sınırın öbür tarafından yaklaşıp, Türk askerinin astığı brandayı sürekli olarak indiriyor.

Türk askeri, yeşil branda asıp, Ayşe Gökkan görünmesin istiyor; Suriyeli Kürtler indiriyor. Türk askeri, Ayşe Gökkan’ın yanına kimseyi yanaştırmamak istiyor. Türkiyeli Kürtler, Ayşe Gökkan’ın seçmenleri onun yanına yaklaştırılmamak isteniyor.

Yarın BDP, ülkenin ve bölgenin her yönünden gelip Ayşe Gökkan’a ulaşmak istediğinde bakalım ne olacak?

Nusaybin’de ve sınır boyunda birlikte geçirilen günler ve saatler, Ayşe Gökkan ile çok uzun, çok kapsamlı konuşmalara vesile olmuştu. Ayşe Gökkan’ı bütün bu nedenlerle çok yakından tanıdım, dolayısıyla kalkıştığı ‘siyasi eylem’in benim yönümden çok doğrudan bir ‘insani yönü’ de söz konusu.

Ayşe Gökkan’ın, Nusaybin-Kamışlı arasında, bir mayın tarlasının ortasında aç-biilaç, vücudunu gıda kabul etmeyecek hale getirerek tek başına oturuyor olması, yüreğimi dağlıyor. Ama ona büyük saygı duyuyorum. “Ölüm orucunu bitir artık. Mesajın alınmıştır” diyecek halim yok.
Hem kişiliğine saygısızlık olur hem de ‘mesaj’ henüz alınmış değil.

Ancak şunu Ayşe’ye rahatlıkla söyleyebilirim:

O duvar asla yükselemeyecek. Dikilse bile çok geçmeden yıkılacak. Ve, Ayşe Gökkan adının bu ülkede unutulmasına hiçbir vakit izin verilmeyecek.