Radikal’den Cengiz Çandar Sabah gazetesinin kendisine açtığını belirttiği davayı ve davanın gerekçelerini yazdı:

İşte Çandar'ın o yazısı:

MEDYADA SUSTURMA VE SİNDİRME

Önce haberi başa alayım: Sabah gazetesi bana 50 bin TL tazminat davası açtı. Gerçi dava gerekçesini bir ‘kara mizah’ örneği olarak görenler olabilir, ama bu konuya daha sonra gelelim.

Demokratik olmayan ya da demokrasisi sorgulanan ülkelerde, rejim, ister ‘derin devlet’ olsun, ister ‘devlet’ ya da ‘hükümet’ veya ‘siyasi iktidar’, hoşuna gitmeyen, kendisini sinirlendiren, eleştirilerinden ya da görüşlerinden rahatsız olduğu yazı insanlarını susturmaya, en azından sindirmeye dönük tepkiler verir.

Yazı insanlarını ‘susturma’, Türkiye’nin cumhuriyet tarihinin öncesine, Osmanlı devletinin son günlerine kadar gider. Suikast, gazeteci ve yazar susturmanın en etkili yoludur. Günümüze kadar gelen bu ‘susturma yöntemi’nden payını en son alan Hrant Dink oldu.

Hrant’a karşı girişilen suikasttan bu yana, -unutmayalım, Ergenekon süreci başladıktan sonra- hiçbir gazeteci-yazar kurşunlara hedef olmadı.

Suikast, en kesin sonuç alan ve en acımasız ‘susturma’ yöntemidir. Bunun dışında da etki dereceleri değişen çeşitli susturma yöntemleri mevcut. ‘Tehdit’ bunlardan biri. ‘Ölüm tehdidi’ne maruz kalan bir gazeteci-yazar, sinebilir, susabilir.

Bir diğeri ‘hapishane’dir. Türkiye hapishaneleri çok sayıda gazeteci-yazar barındırmıştır; şimdilerde de Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerinde baş ağrıtan en önemli konuların başında hapishanedeki gazeteciler geliyor.

AK Parti’nin 10 yılı geçen iktidar dönemi, Türkiye’nin demokratikleşmesinde attığı adımlar için övünebilir. Ne yazık ki son dönemde, özellikle son aylarda, ‘devletleştiği’ oranda ‘kötü huylar’ edindi ve ‘demokrasi falsoları’ yapmaya başladı. Bunlar özellikle ‘medya alanı’nda görülüyor.

Medya patronlarını ‘vergi borçları’ yoluyla dize getirmek sopasını da, ‘ihale verme’ yoluyla istediğini yaptırmak havucunu da günümüzün siyasi iktidarı kadar etkili kullanan bir iktidar hatırlanmıyor.

Bu ‘sopa-havuç’ uygulaması sayesinde, siyasi iktidar ‘medya kontrolü’nü önemli ölçüde sağlamış durumda. İktidar nezdindeki ‘çatlak sesler’in televizyon ekranlarından duyulmaz hale geldiği, yazı insanlarının gazetelerindeki işlerini birbiri ardına kaybettiği apaçık ortada. Bu durum, özellikle Gezi olaylarından sonra daha da ivme kazandı. Siyasi iktidarın mimlediği bazı isimler, siyasi iktidarın isteklerine uymayı uygun bulan kimi gazetelerin patronajı tarafından uzaklaştırıldılar.

Hasan Cemal, bu uygulamayı ‘Beyefendi rahatsız olmasın gazeteciliği’ olarak niteleyen bir yazı yazdı 2 Ağustos’ta T24 adlı internet sitesine. Bunun üzerine ‘Beyefendi’nin, yani Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu gelişmelerle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını ileri süren yazılar yayımlandı. Söz konusu ayıplı uygulamalar, ‘durumdan vazife çıkaran medya patronları’nın işiydi. İddia buydu.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bir yurtdışı gezisinde, bu tür medya patronlarına haklı eleştiriler yönelten sözleri de söz konusu iddialara güç kazandırdı.

Her bir isim ve her uygulamayla Başbakan’ın ilişkilendirilmesinin anlamsız olduğunu biliyorum. Buna, zaten, gerek de yok. “Beyefendi rahatsız olmasın” tavrı, ‘Beyefendi’den habersiz bir patron tasarrufu olabilir ve oluyor da. Ancak ‘Beyefendi’den habersiz uygulamaların, ‘Beyefendi’ye rağmen’ olmadığını da biliyorum. Ayrıca ‘durum’un söylendiği kadar ‘masumiyet’ içermediğini de –üstelik gayet iyi- biliyorum.

Her neyse; konuya dönersek... Son dönemde, siyasal iktidarın şimşeklerini çeken yazı insanlarının ‘susturma’ ve ‘sindirme’ yöntemleri arasına ‘ağır para cezaları’ talebiyle açılan (ve açılacak) davaları da eklemek gerekecek.

‘Linç kampanyaları’ndan ve ‘kişilik katli’nden fazlasıyla nasibimizi aldık. Buna paralel bir de ‘ağır para cezası tehdidi’ ile karşı karşıya bulunacağımız anlaşılıyor.

Sabah’ın bana açtığı 50 bin TL’lik tazminat davasını bu ‘yeni yöntem’e dair bir ‘işaret fişeği’ olması bakımından ilginç görüyorum. İşin en ilginç tarafı, davanın gerekçesi.

Al-Monitor isimli Ortadoğu ülkelerinin gündemlerine dair haberler ve yorumların yer aldığı bir uluslararası internet gazetesinde yazılarım yayımlanıyor. Medyagündem adını taşıyan ve Sabah gazetesiyle bağlantısı yakın geçmişte ortaya çıkarılan bir internet sitesi, beni ve Al-Monitor’a yazan bir grup Türk meslektaşımı ‘Siyonist lobinin taşeronu’ olarak karaladı. Hakkımızda sistemli bir karalama kampanyası yürüttü ve yürütmeye devam ediyor. Buna göre, Al-Monitor, gerçekle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir şekilde ‘Siyonist lobi’, bizler de onun ‘taşeronu’ olarak gösteriliyoruz.

Bunun üzerine ‘Al-Monitor da Türk usulü McCarthyism’in hedefi oldu’ başlıklı ve Al-Monitor’da yayımlanan bir yazımın içinde yer alan bazı nitelemelerden Sabah gazetesi ‘incinmiş’. Yazıda geçen ‘Ulusal medya çok büyük ölçüde iktidarın kontrolünde olduğu ve kişiliği ise büyük ölçüde kaybetmiş bulunduğu için’, ‘iktidarın kontrolündeki en büyük günlük gazete Sabah’ gibi ibarelere takılmış.

“Bunda ne var ki? Gerçek değil mi?” gibi sorular sormayın sakın. Çünkü tam da bu ibareler, ‘bir basın kuruluşunun en önemli değeri olan tarafsız ve bağımsız habercilik anlayışına halel getireceği’ ve böylece Sabah’a ilişkin ‘kamuoyu nezdinde olumsuz ve güven sarsıcı etki yaratacağı, yıllar boyu binbir emek ile oluşturulan saygınlığını yok edeceği’ gerekçesiyle dava konusu olmuş durumda.

Şaka değil; dava dilekçesinde böyle yazıyor. Sabah gazetesinin ‘taraflı’ ve ‘yandaş’ bir yayın organı olarak algılanmasının sakıncalarına değiniliyor. Şunun şurasında bir ay önce, meslek alanında saygın bir isim olan kendi ombudsmanının (Yavuz Baydar) yazısını önce sansür edip sonra işten çıkaran ve o nedenle New York Times’da hakkında kocaman bir yazı yayımlanmasına yol açan Sabah, nedense bütün bunların ‘saygınlığını zedelediğini’ görmeyip ‘iktidar yanlısı’ gibi gösterilmekten şikâyetçi.

Sabah’ın sahibi olan holdingin başında Başbakan’ın damadı var. Gazetenin her türlü kararı, Başbakan’ın damadı tarafından alınıyor. Gazetenin yayın politikasının ne olduğunu sağır sultan bile biliyor. Buna rağmen ‘iktidar yanlılığı’ ya da ‘iktidarın kontrolünde’ olmak sözcükleri, Sabah için ‘hakaret’ telakki ediliyormuş. Buradan yola çıkarak, benden 50 bin TL tazminat talep ediyorlar.

İşin ‘karamizah’ faslı burada. Ama seçilen yöntem, pek ‘mizahi’ değil. Nitekim, Al-Monitor yetkilileri, böyle bir dava açıldığını öğrenince buna inanamadılar.

Bana gelince; bugünlerin Türkiye’sinde ‘iktidar yanlısı’ olmanın bir ‘tespit’ değil, iktidarı savunanlar tarafından bir ‘tahkir’ olarak addedilebileceğini ve bunun ‘diyeti’ olarak benden 50 bin TL isteneceğini, mümkün değil, aklıma getiremezdim.

Türkiye, giderek, hiçbir şeyin inanılmaz bulunacağı ya da şaşırtıcı olacağı halden çıkıyor.

Sabah’ın bana açtığı dava ile, sanırım, iktidarı eleştiren kimi basın mensuplarına bir ‘mesaj’ verilmek isteniyor. Şu: Ayağınızı denk alın. Aksi halde nefes aldırtmayız...