(apoletlimedya.blogspot.com)

Dicle Haber Ajansının gerçekleştirdiği bu söyleşinin bazı bölümleri önce 31.10.2011 tarihli Dicle Haber Ajansı bülteninde sonra da 1 Kasım 2011 tarihli Evrensel gazetesinde yayınlandı.


Yaşanan son gelişmelerle birlikte Kürt sorununda basını sık sık uyaran ve daha önce değişik kritik dönemlerde yazılı ve görsel basın temsilcileriyle bir araya gelen Başbakan Erdoğan, ilk kez basın ile en üst düzeyde bir araya geldi. Basın kuruluşları yöneticileri ile bir araya gelen Başbakan Erdoğan'ın bu görüşmesi, 6 Nisan 1990 tarihinde Çankaya köşkünde yapılan ve "basına ayar çekme" olarak değerlendirilen toplantıyı anımsatıyor. Siz bu toplantıyı ayrıntılarını ve geçmişte yapılan "basına ayar çekme" toplantısı ile benzerliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir Başbakan’ın, medya işverenleri ve yöneticileri ile, basın toplantısı dışında, hem de gizli/kapalı bir şekilde bir araya gelmesi başlı başına bir sorun. Bu toplantı, medya ile iktidar arasındaki ilişkilerin ast/üst ilişkisi haline geldiğini bir kez daha gösteriyor.

Çünkü, gazete yöneticileri, işverenlerinin de bulunduğu bir ortamda, Başbakan’ın taleplerine karşı çıkabilecek konumda değiller. Onlar ancak talimatları dinleyip not alabilecek konumdalar. Çünkü toplantı basınla ilgili olmasına rağmen, basına kapalı bir şekilde yapıldı.

Toplantı hakkındaki bilgilerimiz, iktidar yanlısı bazı köşe yazarlarının aktardıklarıyla sınırlı. Siyasi iktidarın baskısı, artık hem doğrudan gazete yöneticilerine, hem de medya mülkiyetini elinde tutan insanlara yönelmiş durumda. Erdoğan, zaten daha önce yaptığı bir açıklamada, köşe yazarlarına maaşlarını veren gazete patronlarının, yazarların görüş ve fikirlerine ket vuramamalarından yakınmıştı.

“DEMEK Kİ, MESAJ ALINMIŞ”

Toplantı sırasında ya da sonrasında, bir medya patronunun ya da bir Genel Yayın Yönetmeninin, çıkıp kendi mesleğini, düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü savunamamış olması hazindir. Aksine, toplantı sonrasında, egemen medyanın gerek Kürt meselesi gerekse de depremle ilgili yayınlarında, iktidarı eskisinden daha fazla kollayıp övdüğünü saptıyoruz. Demek ki, mesaj alınmış hatta yeni uygulama başlamıştır.

Medya mülkiyeti ile basın özgürlüğü arasında doğrudan/organik bir ilişki var. Üstelik bugün Türkiye’de, egemen medyanın birçok kurumu bu mali/ekonomik baskı altında olduğu yetmiyormuş gibi, çok sayıda gazeteci de egemen ideolojiyi gönüllü (Hiç olmazsa görüntüde) olarak benimsemiş durumda. Seçmenlerin yüzde 50’sinin desteğini alan AKP, bugün medyanın neredeyse yüzde 90’ını denetim altına aldı.

“UYGULAYICILAR DEĞİŞİNCE, MAĞDURLAR DEĞİŞİYOR”

Öte yandan, toplantıya AKP iktidarına muhalefet eden üç günlük gazete ile sol eğilimli gazetelerin de çağrılmamış olması, o gazeteler açısından olumlu bir durum yaratsa da, toplantının esas olarak mesleki değil siyasi mesaj verme amacını taşıdığını gösteriyor. Eskiden Genelkurmay Başkanlığı da İslami eğilimli gazeteleri basın toplantılarına çağırmaz, bu medya organlarında görevli muhabirlere akreditasyon vermezdi. Eski uygulama devam ediyor. Uygulayıcılar değişince, mağdurlar da değişiyor.

AKP, güçlü bir halk desteğine sahip olan siyasi bir akıma karşı, medya gücünü artırmak amacında. Ne var ki, siyasi gerçekleri, medya blokajı ile engellemeye çalışmak, ancak belirli bir okur kitlesi için ve ancak belirli bir süre için geçerli olabilir. Hele İnternet devrinde bu kitlenin hacmi iyice küçüldüğü gibi yanlış ya da eksik bilgilendirme süresi de olağanüstü kısaldı artık.

“AKP ‘ŞİDDETLE ÇÖZME’ YÖNTEMİNE SARILDI”

Erdoğan’ın yine de bu dönemde kolektif sansür denebilecek bu girişime neden ihtiyaç duyduğu üzerinde de durmak gerek: Barış umutlarının yükselmesinin ardından şiddet sarmalının yeniden devreye girmesi, siyasi iktidarın gözünü korkutmuşa benzer. Devletin en üst düzeyde görüşmeler yaptığı bir örgütün, Başbakanı güç durumda bırakma riski ortaya çıktığında, plansız-programsız açılım stratejisinin iflası ve yerine artık TBMM’ye de giren BDP’nin plan ve eylemlerinin ön plana çıkması, AKP’yi Kürt meselesinde yalnız bırakmaya başladı. AKP, bu durumda, 1925’den beri denenmiş ve sorunu iyice vahimleştirmiş olan eski ‘şiddetle çözme’ yöntemine sarıldı. Terörle mücadele kisvesi altında, aslında kendi egemenliğine öyle çok da fazla muhalefet etmemiş olan ve karşı çıkmayan egemen medyayı, Kürt gerçeğinden daha da uzaklaştırmak çabası, Erdoğan için önemli bir ihtiyaç.

Yakın geçmişte de egemen güçler, barış yerine şiddet seçeneğini devreye soktuğunda, gazete yasaklamak, gazete bombalamak ve gazeteci öldürmek gibi yollara başvurmuştu. Erdoğan da, bugün askeri, siyasi ve toplumsal alanda inisiyatif almak için adım atan Kürt siyasetinin genişlemesini, Türkiyelileşmesini önlemek amacıyla medya patronlarının ve yöneticilerinin desteğine muhtaç duruma düştü. Çünkü amaç, tüm muktedirlerin sıkışınca başvurdukları çare olan, milliyetçi hatta ırkçı söylem. Milliyetçi/ırkçı söylemi yaygınlaştırabilecek en değerli araç, medya. Üstelik bu medya bu konuda çok deneyimli ve başarılı.

Oysa ki, gelişmeleri esas etkileyebilen faktör medya değil, barış talep eden Türkiye toplumu, özellikle de Kürt siyaset dünyası. Erdoğan, medyayı Kürt dünyasına karşı bir kalkan haline getirmeye çalışmaktansa, BDP ile ilişkileri düzeltmeye çabalasaydı, çok geniş bir kesimin desteğini alabilirdi. Ne var ki, Başbakanın siyasi, ideolojik, kültürel tercihleri, barış, özgürlük, demokrasiden çok, giderek daha fazla ‘Tek Adam’, ‘Askeri Çözüm’, ‘Baskı ve sansür’den yana.

“ONUN İSTEDİĞİ TÜM MEDYA ORGANLARININ AKP’NİN SESİ OLMASI”

Toplantı ile basından toplumdan hangi gerçeklerin gizlenmesi rica edildi?

Başbakan, basın ve basın özgürlüğü konusundaki olumsuz tavrını şimdiye kadar birçok kez çeşitli vesile ve örneklerle açıkladı. Köşe yazarını patronun maaşlı yazıcısı olarak değerlendiren Erdoğan, Ahmet Şık örneğine değinirken de kitabı bombaya benzetti. Erdoğan, birçok neo-liberal gibi, medyanın gücünü abartıyor. Aslında onun istediği tüm medya organlarının AKP’nin sesi olması. Ayrıca Kürt meselesine ilişkin özellikle şiddet içeren olayların haberleştirilmemesiyle PKK’nin zayıflatılabileceğini sanıyor. Sanal iktidarı sayesinde, hakiki gerçeği gizleyebileceğine ya da değiştirebileceğine inanıyor. Türkiye’de bütün gazeteler, bütün radyo ve televizyonlar, bundan sonra Kürdün K’sını ya da PKK’nin P’sini ağızlarına bile almasalar, Kürt sorunu çözülebilir mi? Medyanın şiddet övgüsü yapmaması gerektiği doğru. Ancak, mevcut egemen medya sürekli olarak resmi şiddeti överek bu ilkeyi çiğniyor.

İlkeli gazetecilik gereği PKK ile ilgili geçtiği haberlerde PKK'liler için "isyancı" ifadesini kullanmakta ısrar etmesi üzerine Türkiye'deki bazı banka ve piyasa oyuncuları, Reuters Haber Ajansı'na yorum vermeme kararı aldı. Hemen ardından ise aralarında İHA, CİHAN, ANKA, AjansHABERTÜRK gibi birçok ajans ise yapılan toplantının ardından "terör örgütü propagandasına sebep olacak haberleri vermeyeceklerini" açıkladılar. Yapılan toplantının hemen ardından ajansların böylesi bir açıklama yapması sizce ilkeli gazeteciliğin neresinde duruyor?

Başbakan ‘3 çocuk yapın’ talimatı ile önce aile hayatımıza müdahale etti. Sonra da ne kadar sigara ve içki içmemiz gerektiği konusunda fetva verdi. Şimdi de yabancı basına hangi kelimeyi nasıl kullanması gerektiği konusunda ders veriyor. Erdoğan, dış dünyada da kendisini dev aynasında görüyor ama bu ayna sirklerdeki tahrifatçı aynalardan. BBC, Reuter’s ya da New York Times gibi medya organları Türkiye’de devlet ihalelerine girmiyor. Bu kurumlarda Başbakan’ın damadı yöneticilik yapmıyor. Bu kurumlara karşı AKP devletinin uygulayacağı yaptırımlar da etkili olamaz. Tüm ajanslar, tüm radyo ve televizyonlar hatta tüm gazeteciler, sansürden yana on bin bildiri de yayınlasalar, iktidarı karşıtı hiçbir görüşe yer vermeseler de, siyasi gerçeği olduğu gibi değiştiremez. Bu bildiriler, ancak biat kültürünün, özgürlük ve Kürt karşıtlığının acıklı beyannameleri olarak kayda geçer. AKP’nin ülke içinde yürüttüğü haber gizleme/tahrifat operasyonu yeterli gelmemiş olsa gerek ki, daha inandırıcı bir medya kurumu olarak, BBC’nin adı da işe karıştırıldı. Ama bu operasyon sadece 1 saat içinde başarısızlıkla sonuçlandı. BBC, kendisine atfedilen haberi (‘1400 PKK’li öldürüldü’!) resmen yalanladı.

Medya son günlerde artan BDP binalarına yönelik saldırıları haberleştirmeme kararı aldı. İstanbul’un çeşitli semtlerinde BDP İlçe binalarına ve Kürt kurumlarına birçok saldırı düzenlenirken; haber ajansları AA, DHA, ANKA, CİHAN, İHA ortak karar alarak bu saldırıları kamuoyuna duyurmadı. Bu saldırıların yansıtılmaması toplantının etkisinden kaynaklı mıdır?

Somut bir gelişmeyi, haber değeri olan bir olayı yayınlamamak, bunu yapan medya kurumunun inandırıcılığını, güvenini sarsar. Yoksa cereyan etmiş olayı gizlemez, yokmuş gibi gösteremez. İnsanlar, hem duyduklarına ve okuduklarına değil yaşadıklarına inanır, hem de bu devirde hiçbir olay/haber çok uzun süre gizli kalamaz. Sansür bugün bu ülkede kutuplaşmayı yoğunlaştırır.

Van'da yaşanan depremin ardından bazı haber sitelerinde deprem haberinin ardından haber hakkında yazılan "İyi olmuş, umarız teröristlerin sonu olmuştur" gibi yorumların editörler tarafından hala sitelerde tutulması ve bazı TV kanalı spikerlerinin deprem haberini "Bu kez doğudan da gelse acı bir haber" şeklinde sunum yapmaları neyin sonucudur. Tüm bu yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok vahim bir durum. Henüz olgunlaşmamış bir toplumla karşı karşıyayız galiba. İnsanlık değerlerinin hiçe sayıldığı örnekler yaşıyoruz deprem sürecinde. Medyaya yansıyan ırkçı, linç kışkırtıcısı söylem ve yayınlar, sosyal medyada da görüldüğü üzere, münferit, aşırı/kuraldışı bir yaklaşım değil. Neyse ki büyük çoğunluğun, evindeki 3 battaniyeden birini alıp kargo şirketlerine koştuğunu da gördüğüm için, ırkçı/linççi Kürt düşmanı eğilimin çok güçlü olmadığına inanmak eğilimindeyim. Medyada birkaç gizli/açık ırkçının bilinçdışını, canlı yayında, kasıtlı olarak mikrofon ve ekranlara yansıtması, insanı umutsuzluğa ve öfkeye yöneltiyor. İnsanlık dışı bu girişimlere karşı gelişen tepkiler bir nebze olsun içimizi ısıtsa da, medya yöneticilerinin suç ortaklığı sorgulanmalı. Söz konusu iki sunucu, bugün hala görevlerinin başındaysa, o televizyonların yönetimleri de bu nefret söylemini müsamaha ile karşılıyorlar demektir.