Gazeteci ve medya eleştirmeni Ragıp Duran Birdirbir.org’ta son İmralı görüşmelerini değerlendirdiği yazısında sürece ihtiyatlı yaklaşıyor ve “İşin en tehlikeli yanı da, haber tahrifatı ve haber gizleme ile barış umutlarını göklere çıkarırsan, çözümsüzlük ve ihtilaf yeniden gündeme gelip süreç tıkandığında, yani çatışmalar yeniden başladığında bu kalemlerin vebali ağır olur” diyor.

Ragıp Duran, “Ürünün adı Barış Süreci,  tek kahramanı “Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan”, cilası parlak, ama içi boş bir paket. Aslında boş değil… Kanlı bir paket olma ihtimali yüksek. Zaten öyle olduğu için iktidar bu kadar önem veriyor bu pazarlama faaliyetine” diyor.

Ragıp Duran’ın yazısı şöyle:

MASABAŞINDAN İMRALI GÖRÜNÜMLÜ DEVLET PERSPEKTİFİ 

Zaman  geçtikçe,  BDP heyetinin İmralı ziyareti öncesi ve sonrasında, gerek AKP kurmaylarının, gerekse propaganda memuru gazetecilerin söyleyip yazdıklarını okuyunca, ANF’de çıkan  Karayılan, Karasu, Kalkan’ın demeçlerini inceleyince hele bir de, bir  kadın gerilla komutanının açıklamalarını değerlendirince, sürecin netleşmediği, aksine, daha karmaşık, daha sisli-puslu hale geldiğini görmek çok zor değil.

Geçtiğimiz hafta içinde Diyarbakır’da iki büyük toplantı yapıldı. Bir tarafta Gülen Cemaati’nin medya/uzlaşma temalı toplantısı, bir yanda da barışı arayanların bir araya gelmesi… Her iki toplantıya katılanlarla görüştüm. Kendi dar çevremdeki Kürt arkadaşlar ve konuya önem veren gazeteci-akademisyenler dünyası, zaten bu Kürt meselesi dışında başka bir konuyu konuşmuyor.

Cengiz Çandar, son yazısında, sürece yönelik eleştiri ve kaygılarını kaleme aldığı için barış karşıtı / savaş yanlısı gibi gösterilmesinden yakınıyor. Çandar’ın bu tutumu önemli. Onun kaygısına en iyi panzehir, “Biz barışı destekliyoruz, AKP’yi değil” yaklaşımı. AKP’nin “Terörle Mücadele Stratejisi”ni benimsemek, kabul etmek zorunda değiliz herhalde!

Zaman geçtikçe Erdoğan’ın samimi olmadığı ortaya çıktığı gibi, işi çok yüzeysel, yani plansız-programsız yönettiği / yönetmeye çalıştığı anlaşılıyor. Kandil ve ülke içindeki PKK üslerine yönelik askerî operasyonlar sürerken, İstanbul ve Diyarbakır’da insanlar hâlâ “KCK üyesi olmakla itham edilip” gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.

Halen bir Barış Süreci yaşandığına dair, medyadaki propagandayı saymazsak, hiçbir somut emare, hiçbir iyileşme, hiçbir yumuşama belirtisi somut olarak ortada görünmüyor. KCK sanıkları mı salıverildi? Medyada barışçı bir dil mi belirdi? Kürtlerin aslında 1925’ten bu yana mağdur ve haklı oldukları mı kabul edilir gibi oldu? Paris’teki üç PKK’li kadının katil zanlısı kişinin Türkiye ilişkilerini araştırıp bulmak, koskoca Türk devletinin başaramadığı bir iş mi?

İmralı ziyareti sancılı başladı, iyi bitti gibi gösterilmeye çalışılıyor ama, meçhul.

Önce, adaya kimin gideceği konusunda dayatmacı bir tutum benimsedi Erdoğan. Adalet Bakanı karar verecekmiş, henüz bir başvuru yokmuş, başvuru olunca Adalet Bakanı ile birlikte değerlendireceklermiş, sonra da Adalet Bakanı açıklama yapacakmış… Resmen kabul etmese de (çünkü süreci devlet yönetiyor!), konuyla ilgili en küçük ayrıntıyı bile Erdoğan planlıyor ve uyguluyor. Sürecin tüm ipleri Erdoğan’ın ellerinde.  Öcalan, PKK ve BDP kuşkusuz bu durumun farkında. Belki biraz rötar yaptılar, ama Kürt tarafı şimdilik son derece olgun, az bir ihtimal de olsa bu girişimden olumlu bir sonuç çıkartmak için halen “uslu muhatap” rolünde. Yine de bir taraf Demokratik Mezopotamya’dan söz ederken, diğer tarafın hâlâ ve sadece güvenlikçi bir söylemle “PKK’lıların  sınırdışına çıkarılmasından” söz etmesi  olumsuzca manidar  değil mi?

BDP, adaya eşbaşkanların gitmesini talep etti. Erdoğan, bu öneriyi veto etti. BDP ses etmedi, hatta alttan aldı. Oysa ki Sakık, “biz bir kurumuz, İmralı’ya kimin gideceğine biz karar veririz” demişti. Çok önemli değil belki ama, yapamayacağın bir işi önceden ilan etme… Ya da, ilan etmişsen sonuna kadar diret.  Çünkü bugün adaya gidecek heyet konusunda taviz vermek zorunda kalırsın, yarın başka konularda…

İmralı’ya giden üç milletvekili, Öcalan ile bir resmî yetkilinin gözetiminde görüşüyor. Öcalan sıradan bir mahkûm değil. Keza ziyaretçileri de önemli şahsiyetler. Söz konusu ziyaret bayram ziyareti ya da aile ziyareti de değil. Önemli, hatta çok önemli bir konu görüşecekler. O resmî yetkilinin orada işi ne?

Öcalan’ın BDP heyetine aktardıkları konusunda medyada farklı versiyonlar var. Keza meşhur mektupların içeriğini de herkes farklı okumuş olabilir. Görüşmede, Öcalan, siyasî tecridin getirdiği koşullardan olsa gerek, gelişmeleri fazla benmerkezci bir şekilde yorumluyor. Ama bir sürü de gerçekçi tespit yapıyor. Kendisinin tek başına bir şey yapamayacağını açıkça itiraf edebiliyor mesela. Süreç başarısız olursa, durumun çok daha vahimleşeceğinin de farkında. Ama öte yandan Demokratik Kurtuluş, Hakikat ve Adalet Komisyonu gibi, teorik olarak doğru ve haklı da olsa, mevcut AKP iktidarının gerçekleriyle bağdaşmayan öneriler de yapabiliyor. Bu öneriler her halükârda Erdoğan’ın sözlüğünde ve gündeminde olmayan öneriler.

Bu aşamada, medya maalesef mühim ve menfî  bir rol oynamaya devam ediyor. Artık “kâhin gazeteci” mi, “falcı gazeteci” mi, “aşırı öngörücü” mü, yoksa “fütürist gazeteci” mi diyelim, bilemem ama, yeni bir tür çıktı ortaya. Bunlar, sanki bin yıldır İmralı muhabiri gibi, sadece iki kişi arasında yapılan konuşmaları kelimesi kelimesine, alıntılarla filan yazıyorlar. Açık seçik tarih ve eylem planı da veriyorlar. İlginçtir, mesela Yeni Şafak ve Radikal gibi aslında birbirine çok da yakın durmayan iki gazetede,  bu İmralı haber ve yorumları içerik olarak tamamen aynı, ifade olarak da büyük bir çoğunlukla yine aynı deyim ve sözcüklerle aktarılıyor.

İyi gazetecinin adres defteri kalın olur. Halen bizde “iyi” gazetecinin adres defterinde bir tek numara var. Belki o numara bile yok. Ama o gazetecinin telefon numarası, bu bilgileri yayan odakta / merkezde var. Açıyor, haberi dikte ettiriyor, gazeteci de aldığı o diktenin Türkçesini biraz düzeltiyor, bir-iki arkaplan bilgisi ekliyor, al sana dört dörtlük, üstelik manşetlik haber. Ben eskiden bunlara “ulak oğlanı” derdim. Şimdi bu deyim bile hafif geliyor. Bu kalemlerde hadi etik, meslekî dürüstlük yok, peki ama izan, insaf, akıl da mı yok? Kendi meslekî geleceğini de mi düşünmüyorsun? PKK hiçbir talebi karşılanmadan devletin, Erdoğan’ın her söylediğini neden yapsın ki? Öcalan, İmralı’da bir başına, sıkıştırılmış, tecrit altında. Diyelim ki Erdoğan ya da Fidan, Öcalan’ın bu zafiyetini sömürsün. PKK’ydi, BDP’ydi, Avrupa’ydı, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin hepsi saf ve cahil mi ki öyle kandırıyorsun… Gazeteciliğin çok şahane bir eleştirmeni vardır: Zaman. Bugün kulağına fısıldanan, mail’ine gelen her şeyi, oradan geldiği için, denetlemeden, dengelemeden, diğer tarafın görüşünü almadan manşetten, birinci sayfadan veriyorsun. Bir süre sonra yazdıklarının hiçbiri ya da çoğu doğru çıkmazsa ne olacak? Evet, tamam, biliyoruz, arkanda kapı gibi hükümet var, devlet var, ama elinde de koskocaman bir yalan kalmış… Nereye saklayacaksın o yalanı?

Mesela bugün (Perşembe, 28 Şubat), Hürriyet’te Öcalan’ın mektubunun Kandil’e ulaşmış olduğu, Kandil’in üç günlük değerlendirmeden sonra geri çekilmeyi kabul ettiği yazıyor. Bu haber çarşamba günü yazılmış olmalı. Çarşamba daha mektup yola bile çıkmamıştı.

Hepimiz, bu meselede kahramanların(?), devreye giren kesimin manşetlik haber yazmak isteyen genç, hevesli gazeteciler olmadığını biliyoruz. Doğrudan idarenin, hükümetin ve/veya MİT’in öncülük ettiği bir girişimin medyatik sonuçları bunlar. Bir Halkla İlişkiler, daha doğrusu bir Pazarlama operasyonu ile karşı karşıyayız. Ürünün adı Barış Süreci,  tek kahramanı “Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan”, cilası parlak, ama içi boş bir paket. Aslında boş değil… Kanlı bir paket olma ihtimali yüksek. Zaten öyle olduğu için iktidar bu kadar önem veriyor bu pazarlama faaliyetine.

İşin en tehlikeli yanı da, haber tahrifatı ve haber gizleme ile barış umutlarını göklere çıkarırsan, çözümsüzlük ve ihtilaf yeniden gündeme gelip süreç tıkandığında, yani çatışmalar yeniden başladığında bu kalemlerin vebali ağır olur.

Ragıp Duran