İSTANBUL - Ertuğrul Mavioğlu ismi son olarak Ahmet Şık’ın basılmadan toplatılan “İmamın Ordusu” adlı kitabıyla bir kez daha gündeme geldi. Daha önce de Murat Karayılan ile yaptığı söyleşi yüzünden hakkında dava açılan Mavioğlu planı şöyle açıklıyor: “Tek sesli bir hayat sürdürmemiz isteniyor. İktidarın yanında yer alan bir takım medya organlarından başka seslerin susmasını istiyorlar.”

ANF’ye konuşan Mavioğlu susmayacaklarını belirtip, “Fırın nasıl her gün ekmek yapıyorsa, biz de haber yapmaya devam edeceğiz” diyor.


Cezaevinde yüze yakın gazeteci var, basın çalışanlarına yönelik 4 bin civarında soruşturmanın sürdürüldüğü tahmin ediliyor. Dün ise basına yönelik ayıplara biri daha eklendi. Ahmet Şık’la olan arkadaşlığı nedeniyle polis tarafından Ertuğrul Mavioğlu’nun Radikal gazetesindeki ofisi basıldı. Çünkü Şık, tutuklanmadan önce ona, yazdığı “İmamın Ordusu” kitabının nüshasını göndermişti.

Bilgisayarında bulunan kitabın nüshası polisin denetiminde silinirken Mavioğlu baskın için “Gazeteci özgürlüğüne, gazetecilerin haber kaynağı kutsallığına yapılmış olan bir tecavüz” diyor. Haberin çıplak bir gerçek olduğuna dikkat çeken Mavioğlu, Kürt meselesi terimini de doğru bulmuyor.

Türkiye’deki sorunu “Kürtlerin haklarının gasp edilmesi, Kürtlerin imha ve inkar politikası olarak” değerlendiren Mavioğlu’na göre olmayan suikast planlarını öne sürerek manşet olmak isteyen bazı Kürt aydınları var. Gazeteci Mavioğlu ile Şık’ın basılmadan silinen kitabını ve basın üzerindeki baskıları konuştuk.


* Gazeteci Ahmet Şık daha henüz basılmamış ‘İmamın Ordusu’ kitabını imha etmek için İthaki Yayınevi basıldıktan bir gün sonra polis Radikal gazetesine geldi, bilgisayarınızı kontrol etti. Neler oluyor?

- İlk önce şunu söylemek istiyorum: Bu saldırı sadece Ahmet Şık’a, bana¬, ya da avukat Fikret İlkiz’e değil, aslında toplumun yazma, okuma, öğrenme hakkına ve kültürel birikimine yapılmış bir saldırıdır. 12. Özel yetkili Ağır Ceza mahkemesi şöyle bir karar almış: İmamın Ordusu kitabının taslağı veya kitabın kendisinin herhangi bir bilgisayarda bulunması durumunda bu taslağa el konulması, nüshaların toplatılması ve sonuç olarak da bu kitapla alakalı olarak doğrudan doğruya bir yok etme kararını içeren bir mahkeme kararı bu. Eğer teslim etmeme gibi bir tavır gösterdiğinizde doğrudan doğruya terör örgüt üyeliğiyle ve yardım ve yataklık suçlamasıyla karşı karşıya kalmanız söz konusu. Benim laptopumda Ahmet Şık’ın 18 Aralık 2010 tarihinde yollamış olduğu kitabın bir taslağı mevcuttu. 3 polis memuru da gazeteye bir tebligat ile gelerek bu taslağın kopyasının alınacağını, delil olarak götürüleceğini ve bu taslağın bilgisayardan silineceğini bildirdiler. Bu çerçevede de uzun süren bir işlem gerçekleştirildi.

* Daha kitap basılmadan toplatılması ve taslaklarının bile imha edilmesi 12 Eylül’de bile görülmedi…

- Sadece bana, avukatlara yönelik değil bir bütün olarak gazeteci özgürlüğüne, gazetecilerin haber kaynağı kutsallığına yapılmış olan bir tecavüz söz konusu. Bütün bunlara baktığımızda, nasıl bir ülkede yaşadığımız sorusu da ister istemez akla geliyor. Ben bu uygulamanın benzerini 12 Eylül’de hatırlıyorum. Bilim ve Sosyalizm yayınlarının deposu basılmış ve tam 135.000 kitap alınarak yakılmıştı. Şimdi de henüz çıkmamış bir kitap yok ediliyor. Bunu kendi insanlarınıza nasıl izah edeceksiniz? Dünyaya nasıl izah edeceksiniz ? İnsanların okuma özgürlüğünü elinden almanızı nasıl izah edeceksiniz? Okuyan alim olur okutmayan zalim olur. Şu anda yaşanan da büyük bir zalimliktir. Ve aklı olan bu zalimliğin karşısında durmak zorundadır.

‘EMNİYET İÇİNDE CEMAATİN ÖRGÜTLENMESİ ANLATILIYOR’

* Ahmet Şık’ın kitabını okuyabildiniz mi?

- Tamamını okuyamadım çünkü benim bitmemiş kitapları okumak gibi bir adetim yoktur. Sadece şöyle bir göz gezdirdim. Gülen cemaatinin 12 Eylül döneminden, Susurluk döneminden günümüze yerini ve serüvenini anlatıyor bir boyutuyla; diğer bir boyutuyla ise emniyet içersinde cemaatin örgütlenmesine dair bir takım belgeler ve bilgiler var.

* Ancak savcı Zekeriya Öz, mütalaasında Ahmet Şık’ın bu kitapta Ergenekon örgütünün propagandasını yaptığını ileri sürüyor.

- Ben Ahmet Şık gibi bir insanın Ergenekoncu olarak gösterilmesini hayal bile edemezdim, çıkmamış bir kitap taslağının “terör örgütü doküman” denilerek aranmasını da hayal edemezdim, hem gazetecilerin mahrumiyetinin hem de avukatların savunma haklarının çiğnenmesini de hayal edemezdim. Ama bunlar bu ülkede yaşanıyor işte. Ahmet Şık, ismi derin devlet ile kontrgerilla ile asla yan yana getirilemeyecek kadar hayatını bu karanlık yapılanmalarla, işkencecilerle, faili meçhul cinayetlerle, devletin gerçekleştirdiği katliamlarla uğraşmaya adamış bir insan.

* KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan ile görüştüğünüz için de hakkınızda bir dava açıldı. Bu davayla ilgili son durum nedir?

- Son zamanlarda dikkat çekici bir biçimde ne zaman işlerine gelmeyen bir takım haberler çıksa onunla ilgili hemen davalar açılıyor. Murat Karayılan ile yapılmış olan röportaj da hakkımda açılan ilk dava değil, Ergenekon belgeleriyle ilgili de yapmış olduğum çok sayıdaki habere açılmış olan davalar var. Kimisi gizliliği ihlal, kimisi başka nedenlerle, ama hiç birinde bu son durumda karşılaştığımla karşılaşmadım, çünkü doğrudan doğruya örgüt propagandası şeklide değerlendirildi. Bu çerçevede iddianame hazırlanmış ve komik olan şey, bir muhbir vatandaşın şikayeti üzerine davanın açılmasıdır.Yani savcı refleks gösterememiş, aylar önce yapılmış olan röportajla ilgili kamuoyunda yapılmış olan tartışmalara kulak tıkamış da, bir muhbir vatandaşın şikayeti üzerine dava açmış. Böylesine kargalar bile güler. Ahmet Şık ile birlikte yazmış olduğumuz “40 satır 40 katır” adlı iki ciltlik kitap hakkında da bir dava açılmıştı. Orada da bir müştekiden söz ediliyordu, ama orada da ilginç olan şey, kitabın piyasaya çıktığı gün, soruşturmanın başlamasıydı.

‘İKTİDAR YANLISI DEĞİLSEN SUSACAKSIN DİYORLAR’

* Dava, tutuklama ve kitap toplatmalardaki amaç nedir?

- Tabii, bence tek sesli bir hayat sürdürmemiz isteniyor. Yani sadece iktidar olanlardan ve onların yanında yer alan bir takım medya organlarından gelen sesten başka sesler sussun. İstenilen şey tam da bu. Sonuç itibariyle benim Murat Karayılan ile röportaj yapma amacım her gazeteci gibi dağın arkasında ne var merakıydı. Günümüzün Kaf Dağı belki Kandil dağıdır. Yaptığımız görüşmedeki hiçbir noktayı, oradaki izlenimlerime dair hiçbir noktayı hiçbir sansür, hiçbir gizleme gerekliliğini görmeden yazdım. Bence bir gazeteci klavye başına oturduğunda ya da eline kağıdı kalemi aldığında acaba şuradan bir soruşturma mı açılır, acaba şunu mu derler, yanlış mı anlaşılır gibi bir kaygıyla haberini yazmaya başlarsa, o haber olmaz daha çok bir roman olur, uyduruk bir şey olur ama asla haber olmaz. Haber aslında çıplak bir gerçektir, kaynağı belli olan ya da kaynağı belirsiz dahi olsa aslında onun kaynağını tahmin etmek zor değildir. Somut bilgiye, belgeye, somut fotoğrafa dayanan bir şeydir. Manipülasyona izin vermeyen bir şeydir ve benim Karayılan ile ilgili yapmış olduğum röportajda zerre kadar manipülasyona, zerre kadar gerçek olmayan bir şeyin aktarımına, zerrece yalanlara rastlayamazsınız.

* Peki Kandil’e nasıl bir bakış açısıyla gittiniz, nasıl döndünüz?

Erbil’e gittikten sonra Kandil’e gitme olanağı doğdu. 30 yıldır Kürt hareketini çeşitli yayınlarıyla düzenli izleyen bir insan olarak, uzmanlık alanımda bu konu da var. Orada gördüğüm benim için çok şaşırtıcı bir tablo değildi çünkü neyin manipülasyon olduğu, neyin gerçek olduğu konusunda ayrım yapabilme yetisine sahip bir insanım. Ama her halükarda karşınızda devletle keskin bir savaşın içersine girmiş bir örgüt var ve siz Türkiye’den giden bir gazetecisiniz. Bu durum sorulacak soruları etkileyebilir, bu soruların kimi kez devletin genel söylemleri etkisinde olmasına yol açabilir, kimi kez de Kürt hareketini uzun süre takip eden birisi olarak soracağınız bazı soruları eksiltmenize yol açabilirdi.

Bu sebeple Erbil’de verdiğim bir kararla oraya Kürt meselesini iyi bilen, fakat Antarktika’da yaşayan bir gazeteci kararıyla gittim. Ve doğal olarak da sorularım doğrudan doğruya Kürt meselesini hiç bilmeyen insanları da ilgilendirecek sorular oldu. Mesela ‘Siz terörist misiniz?’ diye net bir soru da sordum, ‘Mali kaynaklarınız konusunda ciddi kuşkular var. Raporlarda bile yer almış suçlamalar var bunlara ne diyorsunuz ?’ diye sordum. Tabii Murat Karayılan’ın bu konudaki cümlesi çok enteresandı: ‘Bir tek sigara kaldı onu da bırakıyoruz.’. İşte bunları da yansıtmış olmak kara propagandanın her ne biçimde olursa olsun önünde bir set oluşturması itibariyle de enteresandı.

‘BAZI KÜRT AYDINLARI MANŞET OLMAK İÇİN UĞRAŞIYOR’

* Medyanın anti-propagandaki payı ne kadar?


- Evet savaş varsa ortada masumiyet yoktur, gerçek olan bu. Politik anlamda sadece silahlarla yürütülen bir şey olmadığı da ortada. Ben 12 Eylül’den öncesini hatırlıyorum: Türkiye’de Kürt sorununun tartışılması bir yana, Kürtlerin varlığı bile kabul edilmiyordu. Daha sonraki süreç içersinde bu savaşın büyümesi, ilerlemesiyle Kürtlerin varlığı kabul edilmeye, meselenin adı bir Güneydoğu sorunu,yoksulluk sorunu olmaktan ziyade bir Kürt sorunu olarak algılanmaya başladı. Bunları AKP kendine mal etmeye çalışıyor, her şeyin önünü kendisinin açtığı gibi bir söylem içersinde.

Demokratik açılım diye bir şey ortaya attılar ve içini asla dolduramadılar. Ben Kürt meselesi terimini de doğru bulmuyorum, Kürtlerin haklarının gasp edilmesi, Kürtlerin imha ve inkar politikası olarak değerlendiriyorum. Sorun esas itibariyle Kürtlerin haklarının gasp edilmesidir ve çözülmesi gereken de budur. Bu sorun konusunda hiçbir adım atılmaması sorunun çıkmaza girmesine neden oluyor ve beraberinde kara propagandanın devamını da getiriyor.

İşte en son bir takım Kürt aydınları üzerinden veya işte Kürt gazeteciler üzerinden yürütülmeye çalışılıyor. Soruyorsunuz var mı böyle bir suikast planı diye, muhatapları yok diyor ama, öbür tarafta halen var olduğunu iddia eden ve gazetelerde manşet olmak için çaba sarf eden bir üslup görüyorsunuz. Türkiye’de gazetecilik dendiği zaman resmi kaynaklardan doğrulamamak üzerine düşünülüyor ki bence bugün haber değeri en az taşıyan şey resmi kaynaklar. Meslek hayatım boyunca resmi kaynaklardan ifade edilen pek çok şeyin aslında gerçeğin eğilip bükülmüş hali olduğunu gördüm.

* İktidar niçin uğraşıyor bu kadar basınla?

- Resmi kaynaklar hiçbir zaman bizim önümüze tam çıplak doğruyu koymadılar. Bunu ne asker, ne polis yaptı. Eğer böyle olmuş olsaydı, örneğin Metin Göktepe öldürüldükten sonra iskemleden düştü, öldü sözüne inanmamız gerekirdi. Örneğin Gazi olaylarının bir provokasyon olduğuna inanmamız istendi, ama bugün ortaya çıktı ki derin devletin güçleri tarafından tezgahlanmış bir olay. Bunlarının tümünün arkasında gerçekten aslında bizzat devletin resmi güçlerinin olduğu sonucu çıkıyor.

Ben de bu çerçevede kendi meslek hayatımı bunun içersinde başka meslektaşlarımı da katmam mümkün tüm bu medyanın içinde bulunmuş olduğu bir takım yaygın inanç ve haberciliğe bakış açısına rağmen, mesleklerini sürdürme konusunda çabalarını tamamen ellerinde ki somut bilgi ve verileri üzerinden yürütmeye çalışan insanlar. Bende bugün anlam taşıyorlar. Dün Kürt meselesine baktığınızda bizden istenilen şey aslında genelkurmay tarafından yapılmış olan açıklanmalarla yetinmemizdi ya da hükümet yetkililerin bu konuda yapmış olduğu açıklama yetinmemizdi belki de hakkımızda açılan davalarının nedeni bu olsa gerek diye düşünüyorum. Ben çok sayıda davayla yüz yüzeyim, pek çok gazeteci de 4.000 civarında soruşturmadan bahsediliyor ama ne olursa olsun ister soruşturma açsınlar ister açmasınlar fırıncı ekmek yapar her sabah yersiniz, gazeteci haber yapar her sabahta okursunuz. Biz gerçekleri açıklandığımız için bizi içeri atacaksalar buyursunlar atsınlar.

ANF