Yılların gazetecisi Uğur Dündar bana pek ikna edici gelmeyen bir açıklama yaparak moderatörlük alanından geri çekildi. Bu ani karar beni tatmin etmedi, zira kimse Dündar’a bu yönde baskı yapmamıştı. Aksine, Sözcü TV’de İmamoğlu’nu ağırladığı ve yüzbinlerce insanın online olarak izlediği programda, kendisi birden fazla defa olmak üzere Binali Yıldırım ile Ekrem İmamoğlu arasındaki bir televizyon tartışmasını en adil, tarafsız ve hakkaniyetli bir şekilde yönetebileceğini söylemiş ve taraflara çağrı yapmış, salondan büyük bir alkış ve İmamoğlu’ndan destek almıştı. Top döndü dolaştı, İsmail Küçükkaya’ya kaldı. Şüphesiz Binali Yıldırım’ın nispeten karşı tarafta görünen, en azından algısı bu yönde olan, bir moderatörü teklif etmesi ve kabul ettirmesi stratejisinin ardında, bir mağduriyet oluşturma taktiği yatmaktadır. Üstelik bakalım canlı yayın sırasında şimdiye kadar ekranlarında Ekrem İmamoğlu’na yer vermeyen AHaber, Tv24, Tvnet gibi kanallar dolaylı da olsa İmamoğlu propagandası yapacaklar mı. Yoksa İmamoğlu söz aldığında sözgelimi belgesel mi yayınlayacak veya sesi kısacak kendi yorumlarını mı beyan edecekler? Bunu da göreceğiz...

Elbette İmamoğlu tarafı da biraz çekiniyor, çünkü çektiği resti Binali Yıldırım gördü. ‘Debate’ denilen bu türden müzakerelerin nereye varacağı ve ne gibi sonuçlar doğuracağı pek belli olmaz. Hatırlanacak olursa, Al Gore ile Bush'un televizyon tartışmalarında Bush adeta bir gerizekalı portresi çiziyor ve sık sık saatine bakıyordu, fakat seçimlerde Al Gore'u gömdü ve iki dönem üst üste ABD başkanlığı yaptı. NBC televizyonda yayınlanan ve Matt Lauer’in yönettiği Hilary Clinton-Trump arasındaki televizyon tartışmalarında ve atışmalarında keza Trump iyi bir performans sergilemedi, Clinton daha tutarlı, sert ve güçlü bir izlenim sergiledi. Fakat yine neticede Trump aldı yürüdü... Şimdi 2020’de yapılacak yeni başkanlık seçimlerine partisinin tek adayı olarak hazırlanıyor. Yani İmamoğlu'nun bu riski almaktan kaçınması bir yere kadar makul görülebilir...

3 Kasım 2002 genel seçimleri öncesinde Deniz Baykal ile Tayyip Erdoğan arasında yapılan, Kanal D’nin ‘Seçim Arenası’ programında yayınlanan ve Uğur Dündar’ın yönettiği televizyon programının üstünden ise tam 17 sene geçti. Bu tarihten sonra Recep Tayyip Erdoğan hiçbir rakibini muhatap almak ve gereksiz yere ‘parlatmak’ istemedi. Nitekim 1983 yılında darbeci yönetimin siyasi hayata geçişe izin vermesiyle ortaya çıkan Turgut Özal, Halkçı Parti lideri Necdet Calp arasındaki seçim tartışmasında, (köprüyü) ‘satarım’ diyerek kaybetmemiş, kazanmıştı ve uzun bir süre Türkiye’yi Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak yönetmişti.

Ak Parti ekibinin YSK ile işbirliği halinde seçimleri almak için yapmadığı kalmadı. 5 Mayıs tarihinde 43 sandık görevlisinin Fetö’cü olduğu haberi servis edildi. YSK meşhur kararını 6 Mayıs’ta aldı ve 8 Mayıs’ta bu 43 kişinin 35 tanesi mahkemeye bile çıkarılmadan ve tutuklanmaksızın doğrudan savcılıktan serbest bırakıldı. Toplamda Fetöcü olduğu öne sürülen sandık görevlisi sayısı bir elin parmakları kadar kaldı, buna rağmen 14 bin oy farkı kapanmamasına rağmen 7 ilginç üyenin açıklamasız reyi ile İstanbul seçimleri yenileniyor. 1970’te nüfus 3 milyon olan İstanbul’un nüfusu şu an 16 milyona ulaştı. 10 milyonun üzerinde seçmen yine ve yeniden sandık başına gitmek durumunda bırakıldı. İnsanlar tatil planlarını ve özel programlarını buna göre değiştirdiler ve yeniden düzenlendiler. Açıkçası Süleyman Soylu ve Melih Gökçek İstanbul seçimlerini Ak Partinin kazanması için Binali Yıldırım’dan çok daha fazla gayret gösterdiler ve emek harcadılar. Zaten vitrinde her zaman Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan vardı. Binali Yıldırım yavaş yavaş ipleri eline almaya başladı. Yeni Şafak’tan Mehmet Hacet’in konuştuğu bir Ak Parti yetkilisine göre Cumhurbaşkanı Erdoğan da seçimleri bu sefer kendisine bırakmış ve şöyle buyurmuş: “Bu seçimi kazanırsa Binali Yıldırım kazanacak, kaybederse Binali Yıldırım kaybedecek…”

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası elindeki dolarları ABD devlet tahvili olarak değerlendiriyordu, faiz kazanması için. Türkiye’nin elindeki Amerikan tahvilleri son aylarda 50 milyar dolardan 3 milyar dolara kadar düştü. Zira kamu bankalarımız doları baskılamak amacıyla sürekli dolar satmak zorunda kaldılar. Son dönemde cari açık değil cari fazla vermeye başladık. Fakat bunun nedeni geçen senenin Ocak-Mayıs arasındaki dönem ile karşılaştırıldığında bu senenin Ocak-Mayıs döneminde ihracat %5 artarken, ithalatın yaklaşık %20 azalması oldu. Atilla Yeşilada her şey yolundayken cari fazla verme ile bu şekilde mecburiyetten cari açık verilmesi arasındaki farkı, düzenli ve dengeli beslenerek kilo veren bir kişi ile bir hücreye kapatılmış ve 3 günde bir yemek verilen bir kişinin kilo vermesi arasındaki farka benzetiyor. Dünya Bankasının 2019 yılında Türkiye için öngördüğü küçülme tahmini %1,3 oranında bir daralma. En iyi ve olumlu tahmini yapan kurum bile Türkiye için binde 3 oranında bir büyüme öngörüyor. Fakat Türkiye istikrarlı bir biçimde yıllık %4 büyüme oranını yakalamadan, istihdamın artması veya başka bir deyişle işsizliğin azalmaması mümkün görünmüyor... TÜİK’in verilerine göre 2018 yılında vatandaşın harcamaları %4,7 azalırken, kamu/devlet (iktidar) harcamaları %7,2 oranında artmış. İngiliz Reuters haber ajansı, Ankara'da Rusya'dan S-400 hava savunma sistemi satın alınması nedeniyle maruz kalınabilecek ABD yaptırımları ve Batılı müttefiklerle yaşanabilecek daha geniş çaplı bir kırılmadan endişe duyulduğunu yazdı. Oysa vatandaşın tüm odağı ve dikkati bütün bu sosyo-ekonomik ve siyasi, stratejik ve küresel endişelerden uzak tutularak, Yıldırım-İmamoğlu arasında yenilenen İstanbul seçimlerinde yoğunlaştırılıyor ve sabitleniyor.

Ali Nesin’in bir yorumuyla bitirelim; “Anlaşılan o ki İstanbul seçimlerini kazanabilmek için AKP toplumun en alt seviyesine seslenmeye başladı. Koro halinde "din elden gidecek" ve "Yunanlı İstanbul'u yönetecek" sesleri yükseliyor. Hiç utanmıyorlar. İstanbul'u kaybetmektense onurlarını kaybetmeyi yeğliyorlar.”