Kişisel bir bakış. Luky’i izliyorum, John Carroll Lynch 2017 yapımı filmi. Yaşlılığın gözleriyle gerçekliğin bir kez daha sorgulandığı, aynı gerçeği farklı anlamlandırsak da gerçeğin değişmeyeceği gerçeği…

Ölümcül hastalıklara yakalanan kişilerle ilgili sağlıkta üç evre vardır bildiğim kadarıyla. Birinci evre, hasta hastalığını inkâr eder ve bu gerçekliği yok saymakla mücadeleyle geçirir zamanını. İkinci evrede hasta sakinleşmiştir az biraz ama hâlâ içinde fırtınalar kopar ve bu kadar insan varken “Neden ben?” diye sorar. Üçüncü evre ve aynı zamanda son evredir bu, hasta tüm çabalarının sonuçsuz kaldığını görür ümitsizce, hastalığını kabul etmiştir artık ve hastanın aynı zamanda sakinleştiği evredir bu.

Yaşlılığın ölümcül pençelerinde olan Luky sıradan günlerini sıra dışı olmadan yaşıyor umutsuzca. Suratı hep asık, sıradanlığın girdabında boğulmuş gibidir de. Her gün eve dönerken sigara almak için uğradığı küçük marketin sahibi ya da işletmecisi olan kadın, küçük oğlunun doğum günü partisine davet eder onu. Luky partiye gider. Küçük anlar, aileden insanlar, pastalar, hediyeler, komşular, müzik… Luky İspanyolca bir şarkı tutturur. İlk defa az da olsa neşelendiğine tanık oluruz bu aksi ve inatçı adamın.

Luky, film boyunca ölümcül hastalığını aklından çıkardığı tek andır belki de bu an.

Çocukluğum fazla dindar olmamakla birlikte kendilerini dindar sanan insanlar arasında geçti. Dedem mürit olmakla övünürdü hep, bilmem hangi şeyhin müridiydi, babası da öyleymiş, hatta dedesi de. Doğum günü diye bir şey olmazdı bizde ve televizyonlarda doğum günlerini kutlayanlara “Neden?” diye sormadan hep şaşkınlıkla bakılırdı. Batılıların kültürüne kendilerini kaptıranların saçmalıkları diye okunurdu çoğu kez. Tuhaftır yine aynı insanlar “Kutlu doğum haftası (bizimkiler kesinlikle başka bir isim kullanırlardı)” ya da “Peygamberin dünyayı şereflendirdiği gün (onların peygamberi)” diye bazı günleri fazlasıyla önemserdi. Belki mumlu pasta olmazdı ama zamanın menüsüne uygun düşen bisküvi lokum ikram edilir-dağıtılır, mevlit okunur ya da dua ve salavat gibi şeyler ekstra artardı.

Onlardan bana geçmiş olmalıydı ki kimsenin ne doğum gününü kutlar ne de kimsenin benim doğum günümü kutlamasını önemserdim yıllarca, önemli insanların önemli günleri dışında; tabii kime göre önemli? Oysa hiç kuşkusuz benim en önemli insanlarım sevdiklerim olmalıydı, elleri bir çırpıda gerektiğinde bana ulaşabilen ya da yokluğumu az da olsa hissedebilen ya da varlığım varlıklarına az da olsa neşe ya da anlam katabilen (gördüğünüz gibi bencilim, tüm insanları kucaklayabilecek kadar hümanist değilim). Luky’nin de dediği gibi, “Sıkıntılı sessizlikten daha kötü olan tek şey önemsiz konuşmalardır” gibi bir söz o anlardaki ruh halimi tarif etmeye yeterdi sanırım. Bunun için karımdan epeyce azar işittiğimi bilmem söyleme gerek var mı?

Aynı ruhu taşıyan bu insanlar, peygamberin doğum gününü önemser, vatanının bilmem hangi yıl dönümünü de benzer ölçütte yine önemser ve hatta farkında değillerse de benzer biçimde onların hayatlarını cehenneme çeviren kutsal diye tarif ettikleri kişilerin ya da şeylerin önem atfettikleri günleri de önemser.

Din gerektiğinde bu insanları ölüme gönderir, bunun için gözünü kırpmaz; vatan da öyle, taptıkları başka kutsallar da.

Ve benim artık ikiyüzlülüğe tahammülüm kalmamıştı.

Sanırım bu söz Sartre ait: “Alışkanlıklarımızdan kurtulduğumuz gün özgürüz.”

Luky’i izlerken fark ettim ki bizi biz yapan tek gerçeklik bizim küçük anlarımızdan ibaret; küçümsediğimiz, umursamadığımız, görmeden yaşadığımız o anlar; karımızla, çocuklarımızla, kardeşlerimizle, annemiz babamızla ve sevdiklerimizle geçirdiğim o küçücük anlar, gerisi hiç.