Liberalizmi savunan dostlar, bu düşüncenin özgürlüğün tek teminatı olduğu, başka bir deyişle özgürlüğü savunmanın kıstasının, liberalizmin insanlık düşünce tarihinde özgürlük yanlısı olan tek düşünce olduğunu sık sık telaffuz ederler. Bu anlayış bilimsel manada gerçeği ne kadar yansıtıyor? Elbette (çok kısa da olsa) bu sorunun cevabını düşünce tarihinde liberalizmin ortaya çıkış koşulları veya nedenleri açısından bakmak lazım.

Liberal ideoloji, kapitalizmin gelişme süreci içinde Rönesans'tan Fransız Devrimine uzanan üç yüz yıllık sürede yaşlı Avrupa kıtasında ortaya çıktı. Liberalizmin kendisi, modernite denilen insanlığın daha önceki tarihsel dönemlerinin geleneksel sosyal ilişkilerinden kopuşunu sağladı. Böylesi bir özgürleşme ise devlette, ailede, üretim tarzının örgütlendiği toplumda, kısacası günlük yaşamın tüm alanlarında iktidarı meşrulaştıran ne varsa tümünün reddini gerektirir. O zamana kadar insanlığın yaşadığı meşru zeminin temelini dini kaynaklı metafizik düşünce sistemi oluşturuyordu. İşte liberal ideoloji ve onunla hemhal olan modernite devlet yönetiminde dinin rolünün tamamen etkisizleştirilmesinin gerekliliğini ortaya koydu.

Modernitenin kapitalizmle hemhal olması, onunla eş zamanlı olarak ortaya çıkması bir tesadüf değildi. O dönem yeni üretim tarzı olan kapitalizme özgü sosyal ilişkiler; teşebbüs özgürlüğü, pazara ulaşma özgürlüğü ve özel mülkiyetin dokunulmazlığı (kutsallığı) ilkesi sistem için bir zorunluluktu. Dolayısıyla devam eden ekonomik yaşam için, modernite öncesi dönemin siyasi iktidarları tarafından konan kısıtlamaların ve düzenlemelerin tasfiye edilmesi gerekiyordu. Böylece kapitalizm, siyasi iktidar ile zenginlik ilişkisi arasındaki belirleyici durumu terse çevirdi. O döneme kadarki sistemlerde zenginliğe giden yol siyasi iktidardan geçerken, kapitalizmde siyasi iktidara giden yol zenginlikten geçer hale geldi. Yani iktidarın kaynağı zenginlik olmuştur dersek abartmış olmayız. Fakat, kapitalizm koşullarında var olan modernite, zenginlik/iktidar ilişkisi konusunda muğlaklıktan kurtulamadı. Aslında modernite, sosyal yaşamın iki temel öğesini oluşturan ekonomik ve sosyal alan ayrımını kabulleniyordu. Bu anlayışa göre, ekonomik alanın yönetimi, sermaye birikiminin tek yanlı mantığına (özel mülkiyet, teşebbüs özgürlüğü, rekabet) bırakılmıştı. Devlet iktidarının yönetimi de, siyasi demokrasinin kurumlarına (yurttaş hakları, çok partili sistem, eşit oy hakkı vb.) terk edilmişti. İşte böyle bir ayrım, modernitenin (siz liberalizm okuyun ) vaat ettiği özgürleştirici potansiyeli daha baştan iğdiş etmişti.

Kapitalizm kıskacında yol alan liberalizm bu durumdan dolayı çelişkilerle doluydu. Vaat ettiği özgürlüklerin çok azı gerçekleşti. Zira kapitalizmin, ''üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretici güçlerin toplumsallığı arasındaki çelişki'' (Karl Marks) diye tarif edilen temel çelişkisi bilimin, teknolojinin, kısacası üretici güçlerin ilerlemesinin ayak bağı olmaya başlamıştı. Böylece siyasi olarak da gericileşen kapitalizm, insanlık tarihinin o döneme kadar şahit olmadığı ve süreklilik arz eden bir zengin/yoksul kutuplaşması yarattı.

Bugün çağdaş toplumlar, kapitalizmin ve gerçekte var olan modernitenin ortaya çıkardığı sorunlarla cebelleşmek zorundadır. Egemen ideoloji tam bir pişkinlikle sebep olduğu tüm sorunları yok sayıyor. Onlara göre, kapitalizm insanlığın yegane ufkudur, ''tarihin sonudur.'' Sosyal adalet, sözüm ona farklılıkların kabullenilmesi türü argümanlar en hafif yalanları olarak önümüze konuyor. Sözde çağdaş gerçekliği kabullenmeyi, ona uyum sağlamayı, olup bitenleri sineye çekmeyi, sorunların çözümünü çıkmaz ayın son çarşambasına bırakmayı marifet sayan postmodernizm, gerçek sorunları yok sayarak insanlara alternatifsizliği dayatıyor.

Oysa söz konusu liberalizm (modernite), insanlığın büyük çoğunluğu için çifte standart pratiğine dayalı tiksinti verici bir ikiyüzlülükle her türlü gerçek oluşumu ters etmekten imtina etmiyor. Bundan böyle kapitalizm ve ona refakat eden modernitenin, insanlığa vaat edeceği hiçbir şey yoktur.

Modernitenin en bariz savunulduğu veya uygulamalarının en yoğun olduğu sözde özgürlükler ülkesi Amerika'da eşitlik en hakir görülen bir argümandır. Çarpıcı olması açısından bir örnek vermek gerekirse, Amerika'da, aşırı eşitsizlik sadece hoş görülmekle kalmaz, aynı zamanda özgürlüğün vaat ettiği 'başarının' da sembolü sayılır. Oysa eşitlik olmadan özgürlük bir vahşettir. Söz konusu tek yanlı ideolojinin her alanda ürettiği şiddet, bir rastlantı olmadığı gibi, radikalleşmenin bir aşaması da değildir.

Sonuç olarak, eşitsizlik ortamındaki özgürlük, güçlünün sürekli daha güçlü olduğu ve hak mahrumu çoğunluğun devamlı kaybettiği ve beraberinde her türlü yoksulluğun, çürümenin yaşamın doğal bir parçası olduğu anlamına gelir. Günümüzde liberalizm, eşitlik, adalet, özgürlük gibi kavramları insanlığın düşünce tarihi sürecinden bağımsız değerlendirmek, bizi yanlışlarla, siyasi hatalarla dolu bir dünya görüşüne hapsetmekten kurtaramaz.