Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın eşcinsellik ve evlilik dışı ilişkiyle ilgili açıklamalarına ilişkin tartışma büyüyor. Geçtiğimiz hafta Türkiye gündemi bir anda Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, “Cuma Hutbesinde”, “İslam, zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti? Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir bunun hikmeti” ifadelerini kullanmasının ardından başlayan tartışmaya odaklandı. Ankara ve Diyarbakır Barosu’na Ali Erbaş’ı kınayan açıklamaları nedeniyle soruşturma açıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, baroların seçim yöntemiyle ilgili acil bir düzenleme yapılması gerektiğini söyledi. Söz konusu düzenlemenin bayram sonrası meclisin açılması ile gündeme gelmesi planlanıyor.

LGBTİ haklarını ve baroların seçim sisteminin neden değiştirilmek istendiğini insan hakları hukukçusu ve İzmir Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Deman Güler, Nuray Pehlivan'a anlattı. Gazete Duvar'daki söyleşinin bir kısmı şöyle:

‘BAŞKANA GÖRE EŞCİNSELLİK NESLİ ÇÜRÜTÜYOR’

Erbaş’ın açıklamasına ilk tepki veren İzmir Barosu oldu… Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşmasını bir insan hakları hukukçusu olarak siz nasıl değerlendirdiniz?

Ali Erbaş, konuşmasının tepki çeken kısmına geçmeden hemen önce virüs ve haram olarak adlandırdığı sigara ile mücadeleden, alkol ve uyuşturucu ile savaştan bahsediyor. O kısımdan sonra ise zina, eşcinsellik, gayri meşru ve nikahsız yaşamak hakkındaki sözlerini söylüyor. Diyanet İşleri Başkanı’na göre zina, eşcinsellik, gayri meşru ve nikahsız yaşamak nesli çürütüyor, hastalıkları beraberinde getiriyor ve HIV virüsüne sebebiyet veriyor. Başkanın çağrısı da açık: “Gelin bu tür kötülüklerden insanları korumak için mücadele edelim”.

İzmir Barosu olarak nefret söylemi diye nitelendirdiğiniz cümleler de bunlar…

Evet, İzmir Barosu’nun hemen ardından Ankara ve İstanbul barolarının da aralarında bulunduğu çok sayıda kurum bu açıklamaya benzer bir tepki gösterdi. Bizim açıklamamızda önemle altını çizdiğimiz bir yer var: Cinsel yönelime dayalı ayrımcılık da ırka, renge ve kökene dayalı ayrımcılık kadar ciddi bir sorundur, diyoruz. Zira Diyanet İşleri Başkanı eşcinselliği uzak durulması gereken bir fiil olarak görüp sigara tiryakiliği ve alkol bağımlılığı ile bir tutuyor. Dahası bunlarla mücadele etmek gerektiğini söylüyor. Konu LGBTİ hakları olduğunda eşcinsellikle mücadelenin eninde sonunda eşcinsellerle mücadele olacağı, meselenin sigara ve alkolde olduğu gibi fiile değil faile yöneleceğini anlamak için ülkemiz yakın tarihini ve LGBTİ’lere yönelik nefret suçlarının mahkeme dosyalarını incelemek yeterlidir sanıyorum.

‘BAŞKANIN GÖREV TANIMINDA BU TÜR AÇIKLAMALAR YAPMAK YOK’

Peki, bu açıklamayı yapmak Diyanet İşleri Başkanının görevi değil mi? Mevcut yasa bu konuda ne diyor?

Aslında değil. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir tür “şeyhülislamlık” gömleği giydirilmeye çalışılıyor. Halbuki 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un 3. Maddesi açıkça başkanın görevlerini düzenlemiş. Buna göre Diyanet İşleri Başkanı, “Başkanlığı temsil eder. Başkan din hizmetlerinin etkin ve verimli sunulması için gerekli tedbirleri alır. Bu amaçla; kaynakların etkin kullanımını sağlar; hizmetlerin düzenlenmesi, yürütülmesi, koordinasyonu ve denetlenmesi görevlerini yerine getirir; strateji, hedef ve performans kriterlerini belirleyip uygulanmasını temin eder; din hizmetleri ile ilgili ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapar”. Bu tanımda başkanın İslam dinini yorumlayıp yurttaşlara nikahsız yaşamakla, eşcinsellikle ilgili açıklamalar yapmak, insanları farklılıklarla mücadeleye çağırmak yok. Ülkenin sekiz bakanlığından daha büyük olan Diyanet bütçesini vatandaşın hiçbir istisnaya tabi olmadan verdiği vergilerden oluşturan bir kamu kurumunun başkanının görev tanımı dışında bu tür açıklamalar yapabilmesi asla kabul edilemez.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nı laik devletin çağdaş hukuk sistemine aykırı fikirleri hiçbir süzgeçten geçirmeden yayan bir kurum haline getirirsek bu meselenin gideceği nokta çok sıkıntılı sonuçlar doğurur. O sebeple LGBTİ’lerin bu tartışmada kolay hedef olmasından kaynaklı bir yanılsama yaşamamamız gerekiyor. Şu anda buradan tartışmaya başladığımız mesele yarın çok daha farklı şekillerde önümüze gelebilir. Bu yüzden bugün LGBTİ’lere yönelik nefret söylemine karşı durmak esasında çağdaş hukuku ve laik sistemi savunmaktır.

‘BİZİM YAPTIĞIMIZ BU DİLİN TEHLİKESİNE DİKKAT ÇEKMEK’

Diğer taraftan bakarsak Ali Erbaş’ın sözleri de bir ifade özgürlüğü meselesi değil midir sizce? Barolar da bu açıklamalarıyla Diyanet İşleri Başkanı’nın fikirlerini özgürce ifade etmesini engellemiş olmuyor mu?

Baroların ya da diğer demokratik kitle örgütlerinin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir görevi yürütmekte olan üst düzey bir kamu görevlisinin ifade özgürlüğünü engellemesi günümüz koşullarında ihtimal dahilinde değil. Bizim yaptığımız aslında kamu otoritesinin kullandığı nefret diline karşı bir argüman üreterek bu dilin tehlikesine dikkat çekmek.

‘AVRUPA, NEFRET DİLİNİ EN SERT ŞEKİLDE CEZALANDIRIYOR’

LGBTİ’lere dair benzeri bir açıklamayı Avrupa’da yapmak mümkün olmazdı anlamına mı geliyor bu söyledikleriniz?

Buna cevap vermek için öncelikle nefret söylemini tanımlamak gerek. Genel itibariyle nefret söylemi, “bir kişiye veya bir gruba ırk, din, cinsiyet veya cinsel yönelim gibi nedenlerle yapılan, nefret içeren veya bu kişi ve gruplara karşı şiddeti cesaretlendiren konuşma” olarak tanımlanıyor. Danimarka, Fransa, Finlandiya, Almanya ve Hollanda gibi ülkeler ceza kanunları ile nefret söylemini suç kapsamına almış durumdalar. Dolayısıyla bir kimsenin, hele ki bir kamu kurumunun başkanının böyle bir açıklama yapması söz konusu hukuk sistemlerinde mümkün değildir.

Ayrıca cezai müeyyidesi bulunmasa dahi benzeri bir açıklama yapmanın çağdaş demokrasilerde çok ciddi yaptırımları olacaktır. Belki dikkatinizi çekmiştir, geçtiğimiz günlerde Almanya’da yaşayan Türk asıllı bir doktorun ülkemizde yaşanan tartışmalara dair yayınladığı bir sosyal medya mesajında ‘eşcinsellik hastalıktır’ demesi üzerine çalıştığı hastane ile ilişiği kesildi. Bakın bu ifadenin kendisi “eşcinsellikle mücadele edin” söyleminden daha sert değildi belki de. Ama yine de Avrupa’daki kurumların bu ayrımcı dile karşı hassasiyeti çok yüksektir. Nazi toplama kamplarında binlerce LGBTİ bireyin öldürüldüğünü, bu kimseler için Almanya’nın özür dilediğini, anılarını yaşatmak için anıtlar diktiğini biliyoruz. Bugünkü Avrupa bu tarihsel süreçleri gayet iyi hatırladığı için LGBTİ bireylere karşı ayrımcı uygulamaları ve nefret dilini en sert şekilde cezalandırıyor. Görünen o ki biz bu anlayışın hâlâ çok uzağındayız.

‘AÇIKLAMALAR SONRASINDA BAROLAR DİN DÜŞMANI İLAN EDİLDİ’

Açıklamalar köşe yazarlarından televizyon programcılarına, Bahçeli’den Erdoğan’a kadar tepki çeken bir konu haline geldi. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?

Doğrusu bu çapta bir tepkiyi biz de beklemiyorduk. Ama sanırım korona salgını sonrası yaşanan ekonomik kriz ve sürecin düzgün yönetilememesi iktidar bloku için yeni bir toplumsal gerginlik damarı bulunması gereğini ortaya çıkardı. Hepimiz artık iyice öğrendik ki iktidar kendi kitlesini konsolide etmek için bu tür yöntemlere sıklıkla baş vuruyor. Nitekim LGBTİ açıklamaları sonrasında Ankara Barosu başta olmak üzere İzmir ve diğer bazı barolar din düşmanı ilan edildi. “Dine bir saldırı var” derken bunun propagandasını LGBTİ’ler üzerinden yapmak da onların işlerini kolaylaştırdı. Zira LGBTİ’lere yönelik toplumsal öfke çok çabuk ve kolayca yükseltilebiliyor.

En önemlisi de örgütlü muhalefetin hukuk alanındaki en önemli kurumu olan baroların sesinin kısılmak istenmesi. Biz avukatlar olarak daha ilk dakikasında bu meselenin eninde sonunda baroların yapısına ve seçim sistemine geleceğini anlamıştık. Geçen bir haftalık süreçte yaşadıklarımız bizi yanıltmadı. Bugün Türkiye siyasetinde basının, sendikaların, sivil toplumun sesi çoğunlukla kısılmış, iktidar yanlısı tutumlar bu alanlarda güç kazanmış durumda. Ama özellikle Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerin barolarında iktidar emellerine bir türlü ulaşamadı.

Hukuk ihlallerine sesini çıkarmayı sürdüren ve önemi itibariyle bu çıkışları halk nezdinde dikkat çeken baroların kontrol altına alınması için uzun süredir aranan bahanenin bulunmuş olduğunu görüyoruz. Ankara ve Diyarbakır Barosu’na bu konuyla ilgili açılan soruşturmalar da bize bunu anlatıyor. Adalet Bakanı’nın hedef gösteren açıklaması ile başlayan süreç bir anda sosyal medya lincine dönüştü ve hemen ardından barolardaki seçim sistemi ve avukatlık mesleğinin niteliğinin değiştirilmesi gündeme getirildi.

‘BAROLARIN ÖZGÜRCE SÖZ ÜRETMESİ ARTIK ÇOK ZORLAŞACAK’

Son olarak, sizce baroların seçim sisteminin değişmesi neye yol açacak?

Hukuk adına, insan hakları adına, demokratik sistemin devamı ve laik cumhuriyet adına söz söyleyen barolar Türkiye toplumu için çok önemli. Mevcut şartlarda istisnaları bir yana bırakırsak bunları dile getirebilen kimse kalmadı. İktidarı hukuk çizgisine çekmek, keyfiliğin önüne geçmek, demokratik bir toplumda bir arada yaşama idealimizi gerçekleştirmek için barolar hayati bir rol oynuyorlar. İktidarın planladığı sistem ile savunmanın temsilcisi olan baroların özgürce söz üretmesi artık çok zorlaşacaktır. Görüşleri benzeşmeyen üyelerden oluşturulacak baro yönetimlerinin etkili bir hukuk siyaseti izlemesinin ve bağımsız bir biçimde hukuk devleti ve insan hakları mücadelesi vermesinin önüne geçilecektir.

Başta barolar olmak üzere tüm meslek odalarına karşı geçtiğimiz gün Cumhurbaşkanının yapmış olduğu açıklama önümüzdeki dönemde yaşayacaklarımızın açık ilanı oldu. Bugünkü ortamda Covid salgını nedeniyle temel hak ve özgürlükler bırakalım KHK’ları, artık genelgelerle dahi sınırlanır hale gelmişken; hukuk devleti ve insan hakları mücadelesinin özgür sesi olan baroların bu yapısını korumak çok önemli diye düşünüyorum. Tüm meslek odaları ve demokratik kitle örgütleri bu müdahale tehdidine karşı zaman geçirmeden ortak şekilde sesini yükseltmek zorundadır.