Çoban tarafından öldürülmüş leoparın fotosu biz “medeni” insanın tüylerini diken diken etti. Üzüldük sahiden lakin üzülürken “cahil çoban, ilkel köylü işte ne olacak, keşke sen ölseydin, salak vb.” yorumlarımızı da peş peşe döktük eteklerimizden. Sonra öğrendik ki leopar çobanlara saldırmış, onlar da onu öldürmüş. Ama tavrımız değişmedi. “Farklı bir şey yapsalardı, soyu tehlikede hayvan öldürülür mü..?” demeye devam ettik. Bu durum vesilesiyle çobanı, köylüyü iyice aşağıladık. Rahatladık.
Böyle yazınca “hayvan düşmanı” sayılıyorum, biliyorum. Ama derdim o değil. Leoparın öldürülmüş olması gerçekten üzücü tıpkı öldürülen yılanlar, çıyanlar, fareler, hamam böcekleri gibi veya soframızdan etlerini eksik etmediğimiz nice hayvan gibi.
Soru şu: Büyük çoğunluğumuz her an hayvan öldürüp, bir kısmını da yiyiyorken leoparın ölümü neden bu kadar üzüyor bizi? Mesele soyunun tehlikede olması mı yoksa gözümüzü alamadığımız o güzel kürkü mü? Soru-cevap yöntemiyle cevaplamaya çalışalım. İtirazı olan söylesin.
Ne yani leoparın soyu tehlikede olmamış olsa öldürülmesinde bir sorun görmeyecek miyiz? Belli ki hayır. Çünkü soyları tehlikede olmayan nice hayvan öldürüyor veya öldürülmelerini canlı canlı izliyoruz. Peki soyunun tehlikede olması neden o kadar önemli bizim için? Olası cevap “doğanın dengesi bozulacağı için” olacaktır. Peki doğanın dengesinin bozulmamasını neden bu kadar önemsiyoruz? Doğanın dengesi bozulursa bizim hayatımız da tehlikeye girer de ondan. Ötesi yok. Derdimiz yine biziz. Öyle olmasa “soyu tehlikede” söylemi ne ifade eder?
Madem “leopar öldürülmesin” derken asıl derdimiz uzak geleceğimizi garanti altına almak o halde çobana niye kızıyoruz? “Leopar öldürülmesin çünkü soyu tehlikede” diyenler de çoban da gelecekteki hayatının derdinde. Bir farkla çoban uzak geleceğini de değil yakın geleceğini garanti altına alma refleksiyle hareket ediyor.
Doğadan koparak “medenileşen” insanın doğaya bakışında bir gariplik yok mu sizce de? Doğayı olan haliyle kabul etmekten uzak modern insan. Doğaya yabancılaşma insanın kendi türüne yabancılaşmasını da beraberinde getirdi. Üst perdeden, elitist bir tavırla “ağaç sever”, “hayvan sever” olduk. Kendi evimizde yılda bir mobilya değiştirmekte bir beis görmeyiz ama ev yapmak için bir köylünün ağaç kesişini görmek bizi irrite eder. Mutfağımızda hayvan etlerini eksik etmez ama bir köylünün hayvan kesişini görmemiz tepemizi atar. Pekala leopar kürkü de giyebilir ama çobanın hayatını kurtarmak için leoparı öldürmüş olması çobanı gözümüzde “barbar, vahşi, cahil” yapar.
Aslında derdimiz çobanla-köylüyle. Derdimiz leopar değil. Leoparın öldürülmüş olması “cahil”, “ilkel” insanla olan derdimizi tekrardan dillendirmek için malzeme oldu bize.
Sahi nedir şu “cehalet” denilen? Okumamışlık mıdır? Peki okumamış olmak aşağılık olmak mıdır? Modernizmin okullarında yıllarca bulunmuş olmak bu okullara gitmeyenlere göre üstünlük müdür? Modern insanın ilkel insandan üstün olduğunun dayanağı ne? Ayrıca okumuşlar hayvan öldürmüyor mu, ağaç kesmiyor mu? Evet belki çoğumuz öldürmüyor ve kesmiyoruz ama kendi adımıza birilerine yaptırtmıyor muyuz? Modern insanın ilkel insandan farkı budur. İlkel insan genel olarak ihtiyacı kadar ağaç kesip, hayvan öldürür. Modern insan ise kâr amacıyla ihtiyaç fazlasını keser. Satarsa ne ala satamazsa çöpe gider kesilen. Ve modernizm bunu makinaları sayesinde doğaya atıkları, zararlı gazları vs. ile zarar vere vere yapar.
Modern insan doğaya yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma sonucunda ilkel insan kadar doğaya zarar vermediğini düşünür. Oysa ilkel insandan daha fazla doğaya zarar verir. Hayvan sevgisi, ağaç sevgisi ise bir yanılsamadır. Taksimde elinde köpeğinin tasmasıyla “hayvanlara özgürlük” diye slogan atmak vicdana yabancılaşan modern insanın kendi sanal vicdanını rahatlatma çabasıdır.
Modern insan bunla da kalmamış kendi türüne de yabancılaşmıştır. “Türcülük yapmayalım” adı altında görünürde havyan-bitki severken kendi türüne de uzaklaşmıştır.
Bir masada oturup et tüketirken masaya doğru gelen aç kediyi sevip onu besleriz ama masaya gelen aç sokak çocuğuna vicdanlı günümüzdeysek sırtımızı döner, görmemeye çalışırız. Normalde ise “niye dilencilik yapıyorsun, annen-baban yok mu?” tarzında bi güzel sorguya çekeriz çocuğu. Burda soru kediyi niye beslediğimiz değil, kediyi beslediğimiz gibi çocuğu niye beslemediğimizdir.
Bu arada politik olarak hemen hemen hepimiz eşitlikçiyiz. Kimimiz sağcı kimimiz solcuyuz ama hepimiz “eşitlikçiyiz”. Bunun için mücadele ettiğimizi söyleriz. Bazen olur ya masadakilerden biri çocuğa yardım etmek ister. (Yardım dediysek Pınar Selek gibi sokak çocukları için atölye açmak da değil, bir ekmek parası kadar cebinden çıkarıp çocuğa vermekten bahsediyoruz.) O zaman da masadaki dostundan okkalı cevabı yer hemen: “Biliyor musun aslında yardım ederek bu çocuğa zarar vermiş oluyorsun. Herkes öyle yaparsa çalışmaz bunlar. Ayrıca dünyayı değiştirmek için mücadele de etmezler. Sistemin devamını sağlıyorsun vs. vs. vs.” Eşitlik olsun diye insanları bir süre (ki bu süre belirsiz) eşitsiz tutmak için çaba göstermek yani. Felsefe bu. İtiraz etsen ne fayda? Söylenilene bakılırsa o senden çok üzülmüştür çocuğa ama çocuğa çocuğun yararı için yardım etmez. Kendisi fakirler için eşitlik mücadelesi veren vicdanı rahat zengin bir solcu olarak hayatını sürdürür. Sokak çocuğu bir gece sokakta donar veya açlıktan ölür. Hayat devam eder.
Çocuğa yardım edenleri es geçtiğimi sanmayın. Çoğu öbür dünyada yer kapma telaşında. “Sevaptır” hani, yardım edilir. Sevap yoksa yardım da yok. Şimdi dürüstçe cevap verelim. Kaçımız öbür dünyadaki ve bu dünyadaki çıkarımızı düşünmeden yardım ederiz böyle bir çocuğa? Çıkarsız. Öylesine. “Ben” diyorsak yüzbinlerce Suriyeli, kışın yüzünü gösterdiği bu zaman diliminde sokaklarda yardımımızı bekliyor. Etnik kimliklerine, dinlerine, mezheplerine, renklerine bakmadan kaçımız yardıma varız?
Bu arada leoparları öldürmeyelim. Çobana da kızmayalım. Çobanın refleksi doğa yasasıyla çelişmez. Biz modern insanlar ise doğada kendimizi mutlak yasa haline getirdik. Kendimiz için ekolojinin dengesini büsbütün bozduk. Öyle olmasa leoparların soyu tehlikede olmuş olur muydu? Mezbaha sahibinin dışarıda bir hayvanın kesildiğini gördüğünde “caniler nasıl da kestiler hayvanı” demesine benziyor çobana duyduğumuz tepki.
Bu tür tartışmalarda genelde “e peki çözüm ne?”, “et yemeyelim tamam ama bitki de canlı, ne yiyeceğiz o halde?” vb. sorular sorulur haklı olarak. Doğada birbirini yeme varsa ve döngü böyleyse uymaktan başka çare yok. Öbür türlü bu döngüyü idrak edip tümüyle reddettiğimiz an intihar etmemiz gerekir.
Ve fakat yaşayabilecek kadar ve ihtiyaç duyulduğu ölçüde doğadan beslenmek ve bunun gereği olarak doğayı korumak ilkemiz olmalıdır. Ancak böyle davranırsak doğa yasasındaki konumumuza uygun hareket etmiş oluruz. Bunun da yolu bu şartlarda doğaya dönmekten, ilkelleşmekten geçer.