T24’ten Orbay Soydan’ın sorularını yanıtlayan İstanbul Rumlarından Laki Vingas azınlıkların sorunlarını değerlendirdi:

Laki Vingas, 30 senedir azınlıklarla ilgili çalışmalar yürütüyor.1986 yılından bu yana birçok dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşunun kuruculuğunu ve yöneticiliğini üstlenmiş. 2011 yılında ikinci kez 166 azınlık cemaati vakıfları temsilciliğine seçilmiş. Uzun zamandır devlet kurumlarıyla ve cemaatler arası iletişimi sağlamakta. 

Laki Vingas, “Bizim nesiller Türkiye ve Yunanistan arasındaki kötü anlamda mütekabiliyet anlayışı üzerinden eğitim almaya çalıştı. Bu yüzden çocuklarımı Rum okuluna göndermedim. Ancak kaybettikleri değerler oldu. Benim çocuklarım ana lisanlarını gerektiği kadar iyi bilmiyor, kendi kültürlerine daha az vakıflar, dolayısıyla kimlikleri zedelendi” diyor. 

Vingas, azınlıkların Türkiye’den gitmesinin bir tasfiye politikası olduğunu söylüyor. “Türkiye bunu düzeltmek istiyorsa 2,5 milyon yabancı göçmen aldığı gibi asli unsurlarını da alabilir” şeklinde konuşuyor. 

Türkiye’deki azınlıkların sorunlarını değerlendiren Laki Vingas’ın T24’ten Orbay Soydan’ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Türkiye’de eğitim sisteminden kaynaklı bir kültür sorunu olduğunu düşünüyor musunuz?

Evet var. Cumhuriyet döneminde sağlanan eğitim yani Milli eğitim her dönemin siyasi anlayışına hizmet etmek üzere verilmiş olduğundan kültür sorunu da bu kişisellik yorumlarla değerlendirilmiş ve etkilenmiştir.

Mesela, ülkemizde Türkiye’nin asli unsurlarından olan bazı toplumlar var. Bu toplumların varlığını ilkokul mertebesinde siz çocuklara anlatmalısınız onları, tanıtmalısınız. Bu topraklarda kökleşmiş, tarihsel geçmişi olan nüfusun binde biri kadar kalmış farklı inançlara mensup bu toplumlar ancak günümüzde tanınmaya başlıyor ve tanımlanıyorlar. Bu kadar az kalmalarına müsebbip şartlar var, siyasi sorumluluklar var. Madem ki devlet manevi devamlılığı temsil eden egemen yapıdır, bu konularda devletin bizzat mesuliyeti var. O siyasetçi yapmış, bu yapmış fark etmez. Ortada bir realite var. Eğitim sistemimiz hiçbir zaman, özellikle önceki 60/70 yıl bu toplumlardan eğitim aşamasında bilgi vermedi, verdiyse de yanlış ve taraflı bilgi verdi. Bilgi verilmeyince kopukluklar oldu. Birden bire önlerine çıkan ve farklı bir ismi taşıyan bu insanlara yabancı, tehdit unsuru, öteki, hatta kötü gözüyle bakıldı. O açından ülkelerin eğitim sistemleri önemlidir ve toplumların gelişiminde mesuliyet taşırlar.

Azınlıkların eğitim sisteminde karşılaştıkları sorunlar neler? 

Ben çocuklarımı Fransız okuluna götürdüm. Benim gibi azınlık haklarında çok çalışan bir insan neden azınlık okuluna, Rum okuluna göndermedi? Çünkü benim dönemimde eğitim sorunu, eğitim mekanizması tamamıyla ihtilaflı bir müzakere masasındaydı. Bizim nesiller Türkiye ve Yunanistan arasındaki kötü anlamda mütekabiliyet anlayışı üzerinden eğitim almaya çalıştı. O dönemler zordu, zarar gördük. Çocuklar üzerinden siyaset yapmak her iki ülkenin de yapabileceği en büyük kötülüktür. Çocuk üzerinden siyaset yapmak kadar kusurlu bir şey olamaz. Toplumlara ıstırap verirsiniz. Ben bu acıları İstanbul’da okumak zorunda kalan İmrozlularla yaşadım. Yaptırımları vizelerde yaparsınız, ticarette yaparsınız, turizmde yaparsınız, akademik şartlarda yaparsınız ama çocukta asla yapamazsınız. Ama on yıllarca yapıldı. Bunun için bir sürü kitaplar yazıldı, konferanslar verildi. En büyük sıkıntım buydu. Bir ara Fransız okulunda 20-25 tane Rum öğrenci vardı. Bu yüzden çocuklarımı Rum okuluna göndermedim. Daha özgür yetişsinler, daha dünya vatandaşı yetişsinler istedim. Gittikleri Fransız okulunda Rum, Türk, Fransız ayrımı olmadı. Ancak kaybettikleri değerler de oldu. Örneğin ana lisanlarını gerektiği kadar iyi bilmiyorlar, kendi kültürlerine daha az vakıflar, dolayısıyla kimlikleri zedelendi. O yüzden benim çocuklarım keşke Rum okuluna gidebilselerdi, keşke Rum okulları arzu edilen eğitimi özgürce verebilseydi. Türkiye Yunanistan mütekabiliyet yarışından korkmasaydık. Böylesi herkes için daha iyi olurdu diyorum. 

Önyargı ve ırkçılığın yeniden inşa edilmemesi için Yunanistan-Ermenistan-Türkiye ortak müfredat geliştirilebilir mi? 

Bana göre medeni bir ülke kendi demokratik değerlerini oluşturmak istiyorsa başkalarının ne yaptığına bakmaması lazım. Bence kendi mutfağını temiz tutması lazım. Öteki mutfak kirliyse, pis koku yayıyorsa onu ayrı şikayet edersiniz. Ama o mutfakta pislik varsa ben de pis tutarım denmesi çok yanlış. Ortak müfredatların bugüne kadarki deneyimimden dolayı çok başarılı olabileceğine inanmıyorum. Çünkü yine önyargıların hakim olacağı bir pazarlık masasına oturtacaksınız insanları. Halbuki diyorum ki; tertemiz bir müfredat yaratılsın, ötekilerin ne yapacağı hiç önemli değil. Onlar yapmıyorsa gerekli platformlara şikayet edersiniz. Ama gel birlikte yapalım demek gel birlikte bir şeyleri pazarlık edelim demektir. O zaman bu ideallere ve insan haklarına aykırı kalır. 

Çok kültürlülükten kaçmak mümkün mü?

Ancak Kuzey Kore gibi izole bir toplum olursanız mümkün olabilir. Dolayısıyla çok kültürlülükten kaçış yok. Hem bilgi hareketi açısından hem seyahat kolaylığı açısından hem de hakim olan değişen değerler açısından çok farklı bir yapı içerisindeyiz. Burada insanların kimlik bilincini farklı yere yerleştirmek isteyenler tarafından, kimlikler zayıflar, deformasyona uğrar, ulusal birlik zarar görür, sınırlar dağılır gibi çok dramatize edilebilecek senaryolar yaratılabilir. Fakat trend neyse o olacak dünyada. Toplumlar da bireyler gibi her konuyla yüzleşmek istiyor. İnsanları birbirine düşman ederek, vurdurarak toplumları korkuyla diri tutamazsınız. 

Eğitim sistemi ne zaman demokrat olacak? 

Eşit fırsatlar verildiği zaman. Bunlar Kürtler için de aynı Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler ve her toplum için aynı. Bakın Ezidi dedik. Ben Ezidileri bilmiyordum, tanımıyordum, hala da gerektiği kadar tanımadığımı düşünüyorum, son birkaç yılda onları hep birlikte tanıdık. Ya ayıp değil mi? Benim ülkemde Ezidi diye bir toplum var ve bir şey bilmiyorum. Benim iş yerimdeki sekreterim Aleviydi, ben bilmiyordum, kendisini gizliyordu. İnsanların bu kadar kimlik fobisi olmamalı. İnsanlar kendi kimliklerini bir fobi anlayışı ile başkalarının seveceği, beğeneceği bir formata getirmemelidir. Kimliklerini özgürce ifade edebilmeliler. Din ve vicdan özgürlüğü bunun için var. Çok kültürlü demek ulusal kimliğini kaybetmek demek değildir. Her ülkede ortak değerlerin olması elbette önemlidir. Ama ortak değerlerin sahibi olabilmek için demokrasinin hepimizin için geçerli olması gerekiyor ve fırsatlar eşitliği olması gerekiyor. Kimliğe göre haksızlığa uğramamamız lazım. Eğitim sisteminin azınlık toplumlarının okullarında da eşit vatandaş anlayışını eğitebilmesi gerekiyor. İnsanlar hep tersini düşünüyor. Devamlı şikayet üzerinde yer edinmeye çalıştığımızı zannedenler mevcut. Hayır, öyle değil. Azınlık vatandaşlarımızı öyle eğitmemiz gerekiyor ki hem mesuliyetini hem de haklarını savunabilsin. Eşit vatandaşlık kavramına sahip çıkıp yaşayanlar güçlendikçe problemin üstesinden daha rahat gelebileceğiz, daha katılımcı daha ses getirici daha ortak projelerden korkmayan insanlar, toplumlar gerekiyor. Her konuda fikir üretebilen yapılar oluşturmalıyız. 

Toplumsal değerleri kökleri geçmişe dayanır. Sizce Türkiye’nin güncel sorunlarının temelinde ne var?

Maalesef sosyal konulardaki sıkıntılar makro düzeyli stratejilerin var olmaması ve palyatif çözümlerle geçiştirilmeye çalışılmasından kaynaklanıyor. Güncel siyasi oluşumlara göre eğitim sistemleri geliştiriliyor. Bu tutum ülkeye zarar veriyor. Her 10 yılda bir yeni anlayış geliştiriliyor ve bir sonraki ile çatışıyor. 

Verilen eğitimin nasıl bir kültürel psikolojik travması oluyor? 

Çocukken Kemalist anlayışın çok hakim olduğu yıllarda; Ali diye rahmetli bir arkadaşım vardı. Evine giderdim. Annesi, “Ali süt iç Atatürk gibi güçlü ol”, “Ali yemeğini ye Atatürk gibi zeki ol”, Ali şunu yap Atatürk gibi olacaksın” derdi. Bu sefer okula giderdim. Bizim Rum okullarında bir sınıfta 36 tane Atatürk resmi vardı. Mesela hiç unutmam; küçüktük parayla oynuyorduk para birden yırtıldı. Korktuk, çünkü üzerinde Atatürk’ün resmi vardı. Bugünkü gibi kamera ve uydu sistemleri bilinci yoktu. Ama öyle bir korku vardı ki, bütün havadaki moleküller bizi izliyor zannediyorduk. Ve ne yapacağımızı şaşırdık. İz bırakmamak için parayı yaktık. Dolayısıyla böyle baskılarla, korkutularak eğitildik. Şimdide insanlar din eksenli eğitimlerden endişe ediyorlar.

Lozan anlaşması “Müslüman olmayan azınlıkları” korumaya almıştı. Sizce Türkiye’deki “eşit vatandaşlık sorunu” Lozan anlaşmasını ihlal mi ediyor? 

Lozan, Türkiye’nin temel kuruluş anlaşmalarından biri ama azınlıklar dışında Lozan’ın kullanıldığını hiç duymayız. Sanki Lozan yalnızca azınlıklar için var olmuş gibi. Onun için tepki veriyorum. Lozan’ı imzalayan 8 ülke var, gözlemci ülkeler de var. Hiç birisi bugüne kadar “Azınlıklar için neden Lozan uygulanmadı ?” diye sormadı. Onların mesuliyeti yok mu? Dolayısıyla azınlıkların Lozan üzerinden avantajı ne oldu? Okullar diyebilirsiniz. Ama okullar geçmişte hep baskı aracı olarak kullanıldı. Bu okulları siyasi amaç uğruna kullandılar. Dolayısıyla Lozan geçmişi savunamamışken geleceği nasıl savunacak ki. Ben Lozan’a atıfta bulunarak hiçbir hakkımı savunmuyorum. Anayasal vatandaşlığım üzerinden, eşit vatandaşlık üzerinden hakkımı savunmayı tercih ediyorum.

Geçtiğimiz aylarda İspanya, Sefarad Yahudilerine çifte vatandaşlık tanıyan yasayı kabul etti. Zorla nüfus mübadelesine uğrayanlar için Türkiye’de benzer bir çalışma yapmalı mı?

Bu insanların Türkiye’den gitmesi bir tasfiye politikası çerçevesinde gerçekleşti. Türkiye bunu düzeltmek istiyorsa elbette bunun önünü açması gerekiyor. 2,5 milyon yabancı göçmen aldığı gibi asli unsurlarını da alabilir diye düşünüyorum. Ukrayna’dan, Irak’tan, Suriye’den, Afganistan’dan insanlar nasıl gelebiliyorsa aynı şekilde asli unsularını da davet edebilir. İnanın o hakkı vermek Türkiye’yi daha güçlü kılar. Risk faktörünü arttırmaz, bilakis risk faktörünü azaltır. Bunu biz Rum arkadaşlarımızla yaşadık, 2006 yılında bir konferansta ilk defa geçmişi gündeme almadık, bugünü ve yarını konuştuk, tartıştık Özellikle Atina’daki Rum derneklerini davet ettik. Aralarından “Deli misiniz?” diye tepki verenler oldu. Sonra 11 ülkeden 300 kişi geldi. O günden bugüne çok şey değişti. Ankara’yla yurt dışındaki Rum Dernekleri arasında diyalog başladı. 

YÖK’ün hazırladığı taslakta “ülkelerin bölünmez bütünlüğüne karşı eylemlerin odağı haline gelme” üniversite kapatma kriteri oldu. Bunun azınlık okullarını tehdit etmesinden endişe ediyor musunuz? 

Bakın bizlerin hayatı yalnız azınlık kimliğinden ibaret değildir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Dolayısıyla YÖK’ün kararı bizi de bağlar, bizi de ilgilendirir. Azınlık okullarına zarar verir mi vermez mi değil, bize ülkedeki eğitim kurumlarına zarar verir mi daha çok ilgilendiriyor. Çünkü azınlık okullarına zarar vermiyorsa ve, üniversitelere verecekse bize de vermiş sayılır. Bizler ülkeden ayrı yaşayan toplumlar değiliz. Ülkenin her konusu bizleri ilgilendiriyor. Dolayısıyla YÖK’ün akademik hayata bu kadar müdahil olması sanıyorum hiçbir bilimsel anlamda menfaat getirmez. Akademik dünya ne kadar özgürse o kadar başarılı olur, Nobelist çıkar, başarılı insanlar yetişir. Yoksa başarılı akademisyenlerden pay çıkarmak için davet ederiz, bu adam bizdendir diye dünyaya mesaj göndeririz.

Heybeliada Müzik Merkezi çalışması neden yarım kaldı? Bu tavır değişikliğinin nedeni nedir? 

Orada binanın sahibi olan vakıfla dernek arasında ihtilaf oldu. Dernek binayı belli bir sürede tamamlayamayınca vakıf bir güven problemi ifade etti. Bu güvensizlik problemi olayı günümüze kadar getirdi. Zaten o projenin mimarı olan Nikiforos Metaksas yakın zamanda vefat etti. Rahmetlinin hedefi çok önemliydi, çok değerliydi. Keşke gerçekleşebilseydi. Çok büyük bir üzüntü kaynağı benim için. Çünkü onun inancı, hayata bağlılığı ve amacı buydu. Bunun için yıllarını verdi, emeklerini verdi. Ancak teknik konular ve insani ihtilaflar bu önemli müzik projesinin ertelenmesine sebep oldu. Çok yazık oldu. Halbuki o tarihi okulda balkan ve Anadolu müzikleri eğitilecekti, her taraftan gençler müzik içinde bütünleşecekti.

Ortak değerler pekişecekti. Belki birileri bu fikri bir gün geliştirirse emektar Nikiforos ve Vasilikiyi unutmazlar. Bu değerli projelerin tıkanmasında kapasite bilincinin de rolü vardır. Cemaatimizin 70 vakfı ve birçok derneği mevcut. İnsan sayımız az. Hele bu İstanbul şartlarında gönüllülük daha da zor. Bu ağır mesuliyet bilincinden insanlar ürküyor. Hala seçimlerimiz özgür değil, hala yönetim sistemimizi kendimiz belirleyemiyoruz, umuyoruz ki yeni hükümetimiz bu konulara da açıklık getirir. Yoksa hep sınıfta kalmaya devam ederiz.