Daha geçen yıl Şengal’de yaşayan Êzidî Kürtler’in yaşadığı o korkunç trajedi karşısında dilimiz damağımız çekilmiş halde “bize su verin” diye haykırmıştık. IŞİD vahşetinden Şengal Dağı’na sığınmak zorunda kalan Êzidî Kürtler haftalarca aç ve susuz kalmış, açlıktan ve özellikle de susuzluktan çocuklar evet en çok çocuklar acı çekmiş, hastalıklarla ve hatta ölümle boğuşmuşlardı. Birçok kundaklık bebeğin, oyun çağında çocuğun susuzluktan kırıldığını, kuruduğunu, çekildiğini ve hayata veda ettiğini gördük. Ama dünya ortasından ikiye ayrılmadı, çatlamadı, yarılmadı.

“Bize su verin” diye haykırdık, sesimizi duydular ve bu yıl bize su verdiler. O kadar su verdiler ki, iki yaşında Âlan Kurdî’nin Ege Denizi’nin tuzlu sularıyla dolmuş bedeni kıyıya vurdu. Bir anda dünya Âlan’ı konuşmaya başladı. Benzer bir fotoğrafı olmadığı için üç yaşındaki ağabeyi Galip’ten bahseden yoktu ama. “Suriyeli sığınmacı” olarak basına yansıtılan Âlan, Memê Âlan’ın rüzgar kanatlı, kar beyazı, rahvan atı Bozê Rewan’a binerek sessizce uçup gitti. Kimseler görmedi. Dünyalara sığdırılamamış Kürt halkının dünyalara sığamamış iki yaşındaki çocuğu Âlan Kobanêli bir Kürt olarak anılmaya başladığında da yine aynı sessizlikle gündemden düşmeye başladı. Âlan’ın tesadüfen çekilmiş kıyıya vurmuş bedeninin fotoğrafı Şengal’deki çocuklar için su isteyen bizleri sarstı en çok. Âlan’ın suyla katledilmiş bedeninin nasıl can verdiğini düşündükçe ciğerlerimize su dolmaya başladı. Her yerimizden, gözlerimizden bile tuzlu sular fışkırdı, boğulduk, nefessiz kaldık. İnsanın ve doğadaki tüm canlıların minnetsiz hakkı olan su ve havanın nasıl ölüm aracına dönüştürüldüğünü gördük.

Âlan Kurdî’nin suyla dolu cansız bedeni halen gözümüzün önündeyken Cizre’de günler süren “sokağa çıkma yasağı” denilen ablukanın kırılmasının ardından düşen fotoğraflarda harabeye çevrilmiş kenti gördük, o kentte avludaki betonun çatlaklarına birikmiş suları emmeye çalışan Âlan’ın yaşıtı bir çocuğun resmini gördük. Dilimiz damağımız kurudu yine. Şengal ile Ege kıyıları arasında gidip geldik. Cizre’nin günlerce susuzluğa, açlığa dahası ölüme boğulmuş, ama eğilmemiş tablosu arasından bu fotoğrafa çakılı kaldık. Dünya yine çatlamadı, ortadan ikiye ayrılmadı, döndü, dönmeye devam etti. Beton çatlağı arasındaki su birikintisine dünyamız o çatlaktan içeri sızdı Cizre’nin altında eridi kaybolup gitti.

Su acımasız bir imgeye dönüştü usumuzda. Acımasız, ölümcül, karanlık, korku dolu bir imge. Oysa biz Dicle ve Fırat havzasının çocuklarıyız. Oysa bizim ülkemizin her yerinden dağlarımızdan, ovalarımızdan gürül gürül, pırıl pırıl, berrak, köpüklü sular fışkırır, oysa biz suyu severiz, ülkemizin derelerini, ırmaklarını, kaynaklarını severiz, oysa biz bu kadim havzada köklü medeniyetler yaratmış bir halkın çocuklarıyız. Su bizim kardeşimizdir. Dicle ile Fırat ile yürümüş akmış, büyümüşüz. Şimdi su bizim için ölümcül bir imge. İmge olmanın ötesinde. Varlığı da, yokluğu da ölümcül.

Büyüklerimiz “Allahım sen bizi ekmekle, suyla terbiye etme” diye göklere avuç açarlar. Demek ki bu eski bir hikaye. Demek ki her daim sömürgecilerimiz ekmeği, suyu, hatta havayı bize, halka karşı bir “terbiye” aracı olarak kullanmışlar. Demek ki, özgürlüğün, ülken, toprağın yoksa ekmek de, su da hava da bir işkence aracı olarak, bir “terbiye” aracı olarak kullanılabilir. Demek ki bizim, bu esir halkın çocukları olarak bizim ekmek ve su yerine dünyaya özgürlük diye haykırmamız gerekiyor. Yoksa bir yerde hayat olan su başka bir yerde ölümdür.

Hepimiz aynı gemideyiz. O kölecilik karşıtı meşhur filmdeki La Amistad’taki köleleriz. Kendi topraklarında özgürce üreterek, ekip biçerek yaşarken “beyaz adamın” zor ve gelişmiş silahlarıyla köleleştirip dünyaya bedava iş gücü olarak satmak için yollara çıkardığı köleleriz. Ya bu gemiyi batıracağız ya da özgürlük isteyeceğiz. Özgür olacağız. Su istemek ekmek istemek bizi mülteci olmaktan, köle olmaktan kurtarmıyor. Su ile ekmek ile terbiye olmayacağız. Adımız “Suriyeli sığınmacı” ya, başka bilmem hangi köleliğe çıkmayacak. Bunun için özgürlük, o gemideki kölelerin diliyle “bize özgürlük verin” demek zorundayız. Cizre’nin yaptığı tam da budur.