Son dönem iktisadı kalkınma literatürünün temel vurgularından birisi, kurumların rolü üzerinde yoğunlaşıyor. Neden bazı ülkelerin kalkınmış, diğerlerinin kalkınmamış olduğu sorusuna verdikleri cevap, farklılığın temel olarak ülkelerin kurumsal yapılanmalarından ileri geldiği yönünde.

 

Bu bir biçimde ülke içindeki güç ilişkilerinin tasarımının ve dağılımının, kaynak dağılımı üzerindeki belirleyiciliğinin teslim edilmesini ima etse de, piyasanın nasıl daha iyi işleyeceğini dert edindiği için sol iktisatçılar kurumsal iktisat ile pek fazla ilgilenmediler. Toplumların refah düzeylerini artırmanın yollarını ve bunun için ne gibi kurumsal düzenlemeler gerektiğini düşünmek yerine kapitalizm eleştirisinden öteye gitmiyorlar. Kalkınma farklılığını emperyalizme bağlasalar da, hiç yarı/sömürge olmamış ülkelerin geri kalmışlığının bu yaklaşımdan pek açıklanamaması bir yana, emperyalizm ya da küresel işbölümünün kurumlar üzerinden kendini yerleştirdiğini de es geçiyorlar.

 

Kalkınma farklılıkları için kültür ve coğrafya da farklılığı açıklayıcı değil çünkü aynı coğrafya veya kültürü paylaşan ülkeler arasında kalkınma farklılıkları gözlenmektedir. Keza daha zor coğrafi koşullarına ve doğal kaynak kıtlığına muzdarip ülkeler kalkınmada belli noktalara gelmiş durumdalar. Öte yandan bir önceki yazıda da (Türkiye’nin AB derdi: Kültür mü, zihniyet mi?) ifade ettiğimiz gibi, kültür farklı kurumsal ve zihniyetsel değişimler önünde keskin bir engel teşkil etmemekte, aksine her kültür kendisini farklı zihniyetlere ve kurumsal yapılanmalara adapte etme imkanına sahiptir.

 

Kurumlar, aktörler arasında kaynak ve bilgi dağılımını, akışlarını ve neyin nasıl yapılacağının kurallarını, prosedürlerini ve parametrelerini belirlediğinden; mevcut sistemi topluma yerleştirirken, toplumla bireyler arasındaki süreçleri de kontrol ve koordine ederler. Bu koordinasyon, aktörlerin potansiyellerini ortaya koyma ve kendilerini geliştirmelerine imkan sunmak ile aktörleri bastırmak arasında bir skalada gidip gelir. Güç dağılımı yüksek derecede eşitsiz ise ve dolayısıyla denetim ve katılım mekanizmaları da zayıf ise, kurumlar, toplumun potansiyellerini bastırır ve kaynaklarını sömürür, israf eder. Potansiyelleri ortaya çıkarmaya dönük kurumlar değişimi yönetmeye yönelik iken, potansiyelleri bastırmaya dönük kurumlar ise değişimi engellemeye yönelik çalışırlar.

 

Kurumlar ve iktisadi gelişme arasındaki ilişkiye dair çalışmalarıyla öne çıkan Daron Acemoğlu ve James A. Robinson birçok çalışmalarında, özellikle de “Political Losers As a Barrier to Economic Development” (1999) başlıklı çalışmalarında teknolojik ilerlemeye- inovasyonlara ve iktisadi değişime, yeni durumda iktisadi çıkarlarını kaybedecek olanlardan ziyade politik güçlerini kaybedecek olanların engel olduklarını vurgulamaktalar. Önemli iddiaları, eğer iktisadi açıdan yeni durumda kaybedenlerin, politik güçlerini kaybetmiyorlarsa değişime karşı çıkmak gibi bir dürtülere sahip olmadıkları şeklinde.

 

Bunu şu şekilde okuyabiliriz: egemen elitler, uzun dönemli, yapısal çıkar imkanlarını sunan- koruyan hegemonyalarını, kısa dönemli ekonomik çıkarlara tahvil etmiyorlar. İkinci olarak şu eklenebilir: söz konusu değişim eğer politik güçlerini etkilemiyorsa, iktisadi çıkarlarına zarar verse bile, iktisadi çıkarlar ve ilişkiler daha kolay adapte edilebilir ve dönüştürülebilir olduğundan muhtemel potansiyelleri de tamamen göz ardı edemiyorlar. Üçüncü olarak ise, sırf iktisadi çıkarlar değişime nedeniyle karşı çıkmanın meşrulaştırılması zor ve bu nedenle politik hegemonyayı riske atmaya değmediğini düşünüyorlar.

 

Buradan çıkarılacak sonuç olarak, bir ülkedeki inovasyon ikliminin demokrasi düzeyi ile sıkı bir ilişki içinde olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim demokrasi toplumdaki güç dağılımı eşitsizliğinin minimum olduğu ve kurumların değişimi yönetmeye programlı olduğu rejim ise, politik gücünü kaybetme korkusuyla inovasyonları engellemeyi düşünecek, buna cesaret edecek türden elitlerden bahsetmek zor olur.

 

O nedenle bir ülke kalkınmak ve küresel işbölümündeki konumunu değiştirmek istiyorsa, kendi içindeki güç adaletsizliğini minimize etmek üzere demokratikleşmek durumundadır. Demokrasisiz de büyümenin mümkün olduğu açık fakat o büyümenin maliyetlerinin ve kazançlarının toplumda eşitsiz dağılımının kalkınmaya yöneltmeyeceği de açık. Son örnek olarak Çin, 2000 yılından bu yana ucuz işgücü sömürüsü ile yaklaşık 200% büyüdü fakat gelir dağılımı adaletsizliği artığından kalkınma sorunlarını çözmede yol alabilmiş değil. Çünkü ne büyümesi yeterince inovasyon temelli ne de büyüme sonuçları kurumsallaşma ile taçlandırılmış durumda.