Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar “hallolmuş” Ermeni meselesi ile henüz hallolmamış Kürt meselesinin en önemli meseleler olduğunu biliyorlardı. Bunun en büyük kanıtı Kurtuluş Savaşı boyunca Kemalist hareketin resmi metinleri ve bizzat Mustafa Kemal’in konuşmalarıdır. Erik Jan Zürcher’in dikkat çektiği gibi, milli mücadelenin bütün temel metinlerinde “Türk” veya “Türk milleti” kavramlarının kullanımından özellikle uzak durulmuştur.

Resmi tarihin “milli mücadele” olarak adlandırdığı dönemde “Türk” sözcüğünün bu kadar nadir kullanılmış olması üzerinde durulmalıdır. Sıklıkla kullanılan “milli” ve “millet” terimleri ise, dikkatle bakıldığında görüleceği üzere, Osmanlı dönemindeki “millet” sistemine referansla –başka bir deyişle- dinsel içerikleriyle kullanılmıştır. Cumhuriyetin kurucu metinlerinden Misak-ı Milli’nin birinci maddesi “Türkler”in değil, “Osmanlı-İslam” çoğunluğunun bulunduğu yerlerin bölünmesinin hiçbir surette kabul edilmeyeceğini yazar.

Mustafa Kemal’in bu dönemde nadiren kullandığı “Türkiye” terimi bile aslında “Osmanlı İmparatorluğu” ile eş anlamlı olarak kullanılır: 1915-1917 döneminde Ermenlere karşı “Türkiye’de zuhura gelmiş şayan-ı arzu olmayan bazı ahval” ifadesinde olduğu gibi... Mustafa Kemal’in konuşmalarında Osmanlı İmparatorluğu ile eşanlamlı olarak da olsa kullanılan “Türkiye” kavramı, hareketin resmi metinlerinde ise hiç kullanılmaz. Kurtuluş Savaşı döneminin ana kavramı “Müslümanlar” ve “mukkadesat”tır. Kürtler ve Türkler “müslümanlık” potasında eritilmeye çalışılır. Misak-ı Milli’de sınırlar tanımlanırken “bu sınır, anavatanmızın Kürt ve Türklerin yaşadığı parçasını belirler” denilir.

Türklük vurgusunun bu kadar geri planda bırakılmış olmasının tek nedeni vardır: Kürtleri mücadelenin içine çekme kaygısı... Kurtuluş Savaşı’nı yönlendirenlerin Kürt Sorunu’nun farkında oldukları çok açıktır. Sorunun farkında olduklarını, sadece bu dönemde ürettikleri söyleme bakarak değil, Cumhuriyet rejimini kurduktan sonra da bizzat kendi istifadeleri için derledikleri, hakikati anlamaya dönük –ve tam da bu nedenle- kamuya açmadıkları bilgilere bakarak da anlayabiliyoruz. Hakikate daha yakın olan ve sadece kendileri için üretilmiş olan bu bilgiler aslında sorunun boyutlarını da ortaya koyuyordu. Fakat bunlara gelmeden önce, Kürtlere ilişkin kamuya ne tür bilgilerin zerk edildiğine bakalım.

Geçen haftalarda İsmail Beşkiçi için bir armağan kitap yayınlandı. Beşikçi Hoca’ya akademya olarak, siyasetçiler olarak, solcular olarak geç kamış bir teşekkür borcumuz vardı. Borcumuzu biraz olsun ifa etmemizi sağlayan kitabın editörleri Barış Ünlü ve Ozan Değer ile kitabı basan İletişim yayınlarına teşekkür borçluyuz. Kitabın içindeki birbirinden değerli katkılardan birisi de İsveç’te yaşayan M. Malmisanij’e ait. Malmisanij, makalesinde Türkiye’de Kürt Sorununa dair yapılan yayınları “anti-Kürdoloji” ve “gizli-Kürdoloji” olarak ikili bir tasnife tabi tutuyor. Tasnife göre, “anti-Kürdoloji” çalışmaları, yeni rejimin Türk yurttaşlarının okumaları için yazdırdığı ve “gerçeklerin çarpıtılması ve gerçeğin ortaya çıkmaması için yapılan çalışmalar”ı tanımlarken; üst düzey bürokratların bizatihi kendi politikalarını oluşturmak için yaptırdığı ve –elbette ki- kamuya açılmayan metinler ve raporlar “gizli Kürdoloji” çalışmalarını oluşturuyor. Söylemeye gerek yok: “Gizli Kürdoloji” metinleri, devlet aklını harekete geçirmek üzere kaleme alındıkları için, “anti Kürdoloji” metinlerinden çok daha nesnel değerlendirmeler barındırıyor. O nesnellikleri yüzünden de kamuya açılmıyor zaten!

“Anti-Kürdoloji” çalışmaları Osmanlı’nın son dönemlerine kadar uzanıyor. Özellikle İttihat ve Terakki döneminde Kürtlerin asimilasyonu ile özel olarak ilgilenen kurum Aşair ve Muhacirin Müdüriyet-i Umumiyesi’dir (Aşiretler ve Muhacirler Genel Müdürlüğü). Yüzbinlerce Kürdü İç ve Batı Anadolu’da iskana tabi tutan bu Genel Müdürlükte çalışan Naci İsmail [Pelister] Kürtlerle ilgili birçok kitap yazar. Bu kitaplardan biri Kürdler: Tarihi ve İctimai Tedkikat ismini taşır. İlginç olan şudur ki, kitabın yazarı olarak kendisi değil, Berlin Şark Akademisi’nde çalıştığı belirtilen “Doktor Friç” görünmektedir. Daha da ilginci şudur ki,

“Doktor Friç” diye biri gerçekte hiç olmamıştır! Sahte adla yazılan bu kitaba göre “Kürtçe’nin ihyası mümkün değildir”, “Kürtçe sözlüklerde geçen kelimelerin bile sadece yüzde 3’ü Kürtçedir”, “Kürt’lerin masalları da kendilerine ait değildir”, “bu kavim geçmişte de önemli bir rol oynamamıştır” v.s.

Pelister tarafından yazılan bu kitap Cumhuriyet dönemi boyunca baş eser konumuna gelir. O kadar ki, yıllar boyu İsmail Beşikçi’nin bilimsel eserleriyle kavga etmeye çalışan devletin savcıları –yokluktan olsa gerek!- sürekli bu kitabı onun karşısına çıkartırlar. İlk olarak 1971’de DDKO iddianamesinde Sıkıyönetim Savcısı, na-mevcut “Dr. Friç”e başvurur ve orjinal metinde yüzde 3 olarak verilen oranı dahi binde 3’e indirir. Ona göre “Dr. Friç”, Kürtçe’de sadece 30 kelime olduğunu kanıtlamıştır. (Duruşma sırasında Musa Anter’in dayanamayarak “Tavuklar bile elli kelime ile konuşuyorlar, bu ayıp olmuyor mu?” diye soruşunu da nakledeyim).

Bitmedi... “Dr Friç”, Beşikçi’nin karşısına bir de 1992 yılında dönemin ünlü savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından çıkartılır. Yine bildik “30 kelimelik Kürtçe” hikayesi... Yine bitmedi... Yüksel’in “Dr. Friç” aşkı 2002’de de devam eder. DGM savcısında göre Kürtçe’de “sadece 300 kelime” olduğu Dr. Friç tarafından “kanıtlandığına” göre “Kürtçe, bir üniversite programında yer alamaz”. Bu farsı daha fazla uzatmadan Malmisanij’e sözü bırakalım: “Dr. Friç örneği, hem uyduruk resmi kaynakların nasıl üretildiğini, hem de bunların hangi bağlamda kullanılabildiğini gösteren ibret alınacak bir örnektir” (“Anti-Kürdolojiden Kürdolojiye Giden Yol ve İsmail Beşikçi,” s. 80).

Devletin baş tacı ettiği başka bir kitap da, kendisi de bir Kürt olan M. Şerif Fırat’ın yazdığı Doğu İlleri ve Varto Tarihi’dir. Yazarımız, doğu illerinin dünyanın kuruluşundan beri Türk’ün özyurdu olduğunu “kanıtlamıştır”. Kürtlerin bir an önce o “arkaik dillerini terk etmeleri kendilerinin hayrınadır”. Yazarın sözleriyle “bu dağlı Türk kardeşlerimiz kendilerinin ulu soylarına yakışmayan ve bugün hiçbir kıymet ve mana ifade etmeyen bu söz yığını dilleri söküp atmalıdırlar”. Bu sözleri okuduktan sonra, Kenan Evren’in 1983’te M. Şerif Fırat için bir anıt mezar yaptırdığı bilgisinin elbette bir şaşırtıcılığı kalmıyor.

Kamuya açık olan yayın hayatında bunlar olurken, devletin gizli yüzündeki yayın faaliyeti daha ilginçti. Bu yayınlarda, bir yandan nesnel bilgiye ulaşmaya çalışan, bir yandan da o bilgilere ulaştıkça kendi meşreblerince bir ulus yaratma projelerinin imkansıza yakın bir proje olduğunu fark eden ve fakat nihai projeyi revize etmek yerine, onun gerçekleşebilmesi için çılgınca yan projeler üretmek zorunda kalan bir elitin çaresizliğini okumak mümkün.

Kürtlerle ilgili gerçeğe yakın herhangi bir çalışmanın şiddetle cezalandırıldığı dönemlerde bürokratik ve askeri elitler kendileri için Fransızca’dan, Rusça’dan Kürtlerle ilgili bilimsel kitaplar çevirtiyorlar ve bu kitapları incelettirdikten sonra dolaplara kilitliyorlardı. Bayar ve Menderes, kendileri için Nikitin’in Les Kurds kitabını çevirtir; TRT ise The Kurds adlı başka bir çalışmayı çevirterek “hizmete özel” damgalı bir rapor haline getirir.

Bu kitaplar ve daha niceleri devlet elitlerine gösterir ki, Kürtlerin asimilasyonu hiç de sandıkları kadar kolay olmayacaktır. Uzun yıllar boyu devlet aklını ve pratiklerini belirleyecek olan işte bu başa çıkılması imkansız olan hakikat oldu.

Birinci yazıda söylediğim, hakikate doğrudan temas eden Kürtler haricinde, diğerlerinin Cumhuriyet’in Kürt politikasını öğrenebilmeleri içinse gizli raporların ve belgelerin ortaya çıkması gerekiyordu. Başka bir deyişle, Türkler uzun yıllar Kürtlere ilişkin kendi devletlerinin neler düşündüğünü ve dahası neler uyguladığını öğrenmedi, öğrenemedi –ve aslında en trajik olanı- öğrenmek de istemedi. O gizli raporlarda neler olduğunu ise bir sonraki yazıya bırakalım.

Yazarın ilgili dizi kapsamındaki diğer yazıları:

1- Temel Sorun “İnkar” Değil; “İdrak”

3- Kürt Sorununda Devletin Şizofrenik Halleri