Batı illerinden ilk gelişte derin bir yalnızlık karşılıyor insanı. Bilinçli bir yoksulluğa mahkûm edilmiş, terk edilmiş; Doğu, Güneydoğu. Çok belli.

İnsanı dışlanmış... Kadını, yaşlısı, genci, çocuğu bu zulmün esiri olmuş, bu esaretin bedelini ödüyor.

Buralarda yaşamak yürek ister. İlk göze çarpan budur. Vardığında ilk bunu hissedersin.

Devletin o muhteşem kudreti burada sadece şiddet olarak var. Siyasetin sahtekârlığına kanmayın, hâlâ suyu akmayan, yolu olmayan köy var.

Derin travmalara yol açan, eğitmeyen taşımalı eğitim var mesela! Bir köyden bir başka köye, yahut ilçeye.

Saçı arkadan sıkıca bağlanmış, o narin bedenleriyle ataerkil gözlerden uzak durmaya çalışan kız çocukları, bir fazla şekerle büyümüş, ama mahsun, ama sefil erkek çocukları yaşayamadıkları çocukluklarıyla yollara düşüyorlar.

"Yolu Türk olmaktan geçen mutluluğu" kovalıyorlar. Ne etsin garibanlar!

Kiminin bir lira parası yok, kiminin bir çift ayakkabısı, kiminin annesi babası... Sessiz ve kimsesiz çocuklar, devletin sevimsiz ve sevgisiz anlayışına kurban ediliyor.

Batıda öğrenciye "canım" diyen öğretmeninin doğudaki öğrenciye "gerizekalı evladım" demesi de kader midir acaba?

Yoksa devletin antidemokratik anlayışından kendisine pay mı çıkarıyor öğretmen? Tıpkı postanedeki memur, nüfus müdürlüğündeki stajyer, hastanedeki personel gibi.

Belki de en derin korkuları, en aşılmaz yalnızlığı o yollarda yaşıyor çocuklar. Okulda öğretmenin "gerizekalı evladı" olmadan evvel şoförün kanlı gözlerinden süzülen nefretin kurbanı oluyorlar.

Bir Başçavuşa "komutanım" deyip el pençe duran şoförün, küçük çocuklara mukavemet çetesi gibi davranması da kader öyle ya!

Nerden baksan tutarsızlık...

Eti de kemiği de bu mahrumiyetten payını alıyor çocukların. O etsiz kemiksiz çocuklar büyüyüp yuva sahibi olunca da bitimsiz bir sevgisizlikle taşlaşıyorlar.

Büyükler alışmışlar bu duruma, hele yaşlılar... Bir çocuğun masumiyetini asla yaşamamışlar gibi; sert ve sevgisizler. Yaşam koşulları kötü olunca en evvel insanların duygularını parçalar. Sonrası sertlik ve sevgisizliktir işte.

Aşı, ekmeği olmayan yerlere asayiş götürmüş devlet, daha ne istersin! Eskide böyle miydi, hayır efendim; eşkıyadan kırılırdı millet. Elde yok avuçta yok, olanı da alıp götürürlerdi. İnsaflı olanı çalıp çırpmaz lakin bir kış boyu yatardı evde. Eşkıya bu şakaya gelmez ki!

Devlet mukavim olunca eşkıya son buldu. Son bulmasına son buldu gel gör ki köylünün perişanlığı bitmedi. Üç beş kurşun sıkıp kaçan eşkiyaya zor diyen köylü, devletin köyleri, şehirleri yaktığına tanık olunca dünyası başına yıkıldı. Zor yokmuş o zamanlar, meğer zor buymuş!

Zor olan eşkıyanın canına okuyan devletmiş!

Bu kimsesiz köylerde garip bir mahcubiyet de var. Devlete karşı, devletin kurumlarına ve yetkililerine karşı hissedilir bir çekingenlik var.

Devletin kudretini arkasında hisseden yetkili, küstahlığıyla burada nam salıyor. Bir elinde nazar boncuğu bir elinde İncil, kıtaları talan eden sömürge valileri gibi. Ezdikçe eziyorlar.

Aslında devlet buralarda yok, yıkıcı bir gücün adı olarak var sadece. Çocukların umutlarını sömüren, yok sayan, yok eden bir aygıt olarak var.

Bir halkın kalbi her an için kaygıyla, acıyla, ölüm kalımla atar mı hiç?

Neyse çocuklardan konuşuyorduk, Kürdistan'da çocuk olmaktan... Belki batıda çocuk olmanın sevincini de batıda büyümüş bir öğretmen anlatmalı.

Mardin'de görev yaptığı sırada 12 yaşındaki bir çocuğa 13 kurşun sıkan polis anlatmalı.

N.Ç davasının "duygusal" hakimi anlatmalı. 13 yaşında, 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç.'nin bu işi 'rızasıyla yaptığı' yolundaki kararı veren hakim...