Şunu söylemeliyim ilkin; tiyatro oyunlarını seyretmektense metin içindeki karakterleri, mekânı zihnimde tasarlamayı, daha doğrusu metni okumayı tercih eden birisiyim. Şöyle ki Hamlet’i ya da eski bir yunan tragedyasını (modern bir uyarlamayla) bu gün sahne karşısına geçip sabırla seyretmek isteyen alışkın bir tiyatro seyircisinin; zamansal, kültürel, ya da o coğrafyanın dönemsel koşullarından yeteri kadar haberdar olmaması, oyun ile arasına ister istemez bir burukluk, bir soğukluk girmesine neden olacaktır. Oyuncuların performanslarına, metni yeniden yorumlayan yönetmenin yeteneğine, mekân tasarımının insafına kalmayı doğrusu hiç istemem. Gözlerimle takip ettiğim sözcüklerin zihnimde olabildiğince özgür dolaşmasından yanayım. Hayal gücümün gerekli olan malzemeyi sağlayabilecek yeterlilikte olduğu kanısındayım.

Gelelim Sartre’a:

Daha çok “Sinekler” eseri ile bilinse de (tiyatro oyunları için söylüyorum), belki de Sinekler’in konusu (Elektra) daha önce eski yunan tragedya yazarları (Euripides, Sofokles…) tarafından işlenmiş olmasından ve benim bunlardan haberdar olmam (okumuş olmam), Sartre’ı “Mezarsız Ölüler” oyunuyla hatırlamamı sağlıyor (Sonuçta ben daha çok metin okuruyum). Kişisel olarak söyleyebilirim ki; Sinekler’i zevkle okumama rağmen (bu eser dönemin Alman faşizmine karşı bir tür direniş gibidir aslında), konusu itibarıyla özgün bir metin gördüğümü söyleyemem, zaten Sartre’de bunu söylemez, ancak kuyuyu daha da derinleştirmiş olabilir. Yine de Sinekler’in Sartre’ın en iyi oyunu olduğu gerçeğini değiştiremez bu durum. Mezarsız Ölüler, öyle midir oysa (doğrusu bu oyun beni daha çok sarsmıştır); özgündür, özgün olduğu kadar kötü ile iyiyi, katil ile kurbanı birbirine dönüştüren modern bir başyapıttır (günümüzde bu oyun sergilensin ya da sergilenmesin: öneminden hiçbir şey kaybetmeyecektir, en azından metin okurları için bu böyle). Okuyanlar anımsayacaktır; yazarın “Duvar” adlı öyküsünde de benzer bir tema işlenmişti.

Sartre, Mezarsız Ölüler eserini 1946’ların dünyasına, o günün koşullarında (katil kimdir: işkence eden mi, yoksa işkence edilen mi?) uygun bir soru sormuş kanımca. O gün ile bu gün arasında değişen ne oldu? İçinde yaşadığım ülkenin koşulları için söylüyorum: Görünen o ki kocaman bir hiç!

Gelelim esere:

Küçük bir pencereden aydınlanan tavan arası. Karışık eşyalar. Biraz sonra sorgulanmak (işkence edilerek) üzere bekleyen beş kurban. Odanın hemen altında ise işkenceciler. Fısıltıyla konuşur kurbanlar, olabildiğince az gürültü çıkarmaya çalışırlar. Amaç: Gerilmediklerini, sinirlerinin henüz bozulmadığını kanıtlamak alt kattakilere. Öbürlerinin ise bir tek dertleri vardır şimdilik: Gürültü çıkarmak, böylece üst kattakilerin sinirlerini olabildiğince gerebileceklerdir.

Sır… İlk başta amaç, sırrı korumak ve sırrı öğrenmek gibi görünür taraflar arasındaki mücadelede. Ancak saatler ilerledikçe; sır, yerini gurura, karşıdakileri aşağılamaya ve yüzlerdeki kazanma ifadesiyle yer değiştirir.

Kurbanların en küçüğü; François, sessizlik epeyce yormuştur onu, biraz gürültü olsun ister. Lucie, küçük kurbanın öz ablasıdır; kelepçeli elini ceketinin cebine sokar, güçlükle bir mendil çıkarır ve kardeşinin yüzündeki teri siler şefkatle. François, ceketinden kurtulmak ister. Bunun mümkün olmadığını, söyler ablası. “Boşuna ümitlenme, kelepçelerini kıramazsın. Umutlanmak insanı büsbütün kötü yapar.” Ve aşağıdaki italikli kelimelerle devam eder.

“Sakin olmaya çalış, hafifçe nefes al, ölmüşsün gibi yap. Ben öldüm ve artık sakinim, gücümü boşa harcamıyorum.” (Işık M. Noyan çevirisinden yararlanılmıştır.)

Ölüme yakın olmanın nasıl bir şey olduğunu göstermeye çalışmaz burada Sartre. Hayır, böyle sıradan bir korkuyu işlemeye tenezzül etmez. Kitlenin savaşımının davadan ziyade; aslında, mücadele etmenin hazzının tamamen kişisel nedenlerden, hırslardan geldiğini gösterir bize. Elbette ki davanın güvenliği önemlidir. Ancak bu durum işkence artıkça kurbanlarda belirsizleşir, seyrini değiştirir, hatta bir tür kişisel kazanma ve kaybetme mücadelesine dönüşür. Sartre’ın eserleri ilginçtir: Sadece kurbanların yüzünü göstermekle yetinmez, katilleri de tanımamızı; nasıl hissettiklerini nasıl gördüklerini bilmemizi ister. Bu yüzdendir ki; dikkatlice bakıldığında kurbanların da katillerin de sistemin birer çarkı olduğu görülür kolaylıkla.

Kurbanlar da o kadar masum değildirler. İnsanın kanını donduran, katil ve kurbanın aslında masanın iki tarafında karşılıklı oturuyor olmasıdır ve yer değiştirdiklerinde aralarında hiçbir farkın olmadığı gerçeğidir. İstenen sır, liderlerinin ismidir. Kurbanlar, işkenceye dayanamayıp sır vereceğinden korktukları başka bir kurbanı, Fronçois’i (henüz on beş yaşındadır), ablanın da onayını alarak, boğarak öldürürler.

Mezarsız Ölüler, sadece işkence eden ve edileni konu edinen bir eser değildir. Özünde davası için gözünü kırpmadan canını feda eden bir direnişçi de olsan, devlet dediğimiz yapının kutsallığına inanan biri de olsan; temelde yine insan, insandır görüşünü benimser. İdeallerini, davalarını, her türlü meselelerini kişiselleştirip insanın en doğal yanını; bencillik, hırs, beğenilme, şiddet v.s. dürtülerini eninde sonunda ortaya çıkaracaktır…