İki çuval diktiler. Birinin adına kumpas dediler, diğerinin adına tiyatro.

Maçın ilk 56 dakikası boyunca yaşanan ne varsa “kumpas” çuvalına doldurdular. Sahaya atılan onca yabancı madde, bu taşkınlık ve şiddet nedeniyle kullanılamayan altı köşe vuruşu, hakem tarafından yapılan anonslar, uyarılar… hepsi, “kumpas” çuvalına doldurulup el çabukluğu ile gözlerden kaçırıldı.

57. dakikadan itibaren yaşanan her ne varsa “tiyatro” çuvalına doldurdular. Beşiktaş yedek kulübesine edilen onca küfür, sahaya atılan ve bir kaçı Şenol Güneş’in kafasında patlayan bütün o yabancı maddeler, özel güvenlikçilerin uyguladığı şiddet, koridorlarda yaşanan terör… hepsi “tiyatro” çuvalına doldurulup “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali Şenol Güneş’e fatura edildi.

Sonuçta dünya futbol tarihine geçecek skandal bir karara el birliği ile imza atıldı: Ortada büyütülecek bir şey yoktu işte. Ne varsa kumpas ve tiyatro çuvallarına doldurulmuş, pislik halının altına süpürülüvermişti. O halde “kaldığı yerden devam” etsindi her şey.

Bir tutam kumpas…

Kumpas, kumpas diye tempo tutanların tekrarladığı tekerleme kabaca şu: Efendim maçta Fenerbahçe açısından her şey yolunda gidiyordu. Deplasmandan avantajlı bir skorla gelinmiş, rakip de 10 kişi kalmıştı. Sahada gergin bir durum yoktu. Hal böyleyken taraftarın köşe atışları sırasında sahaya çakmak, bozuk para, anahtarlık ve daha bilumum yabancı maddeyi yağdırması için ortada hiçbir neden yoktu. Demek ki o kişiler taraftar filan değil.

Bir de çok sevdikleri şu cümle var: “yaşananlar hayatın doğal akışına aykırı”. Demek ki ortada bir kumpas var!

Düpedüz aklımızla alay ediyorlar. Oysa yaşananlar hayatın doğal akışına son derece uygundur. Atılan her bir çakmak, fırlatılan her bir madeni para, edilen her bir küfür hayatın doğal akışına “cuk diye oturacak kadar” uygundur hem de. Ne kumpası?

Dönün, Aykut Kocaman’ın bir yıl boyunca olur olmaz her vesile ile verdiği demeçlere, yaptığı açıklamalara bakın. Bir yıl boyunca Fenerbahçe taraftarının Beşiktaş nefreti ile dirhem dirhem nasıl doldurulduğunu göreceksiniz. Koca bir yıl boyunca şu “kocaman anlatı” ile dolduruldu taraftarlar: Beşiktaş kollanıyor. Hakemler Beşiktaş’a çalışıyor. Federasyon Beşiktaş’a hizmet ediyor. Beşiktaş hakemleri büküyor. Beşiktaş hakkımızı yiyor. Beşiktaş puanımızı çalıyor. Beşiktaş emeğimizi gasp ediyor!

Giresunsporla kupa maçı oynadı Fenerbahçe, maç sonunda bu hikayeyi anlattı Kocaman. Devre arasında gazetecileri topladı, bu hikayeyi anlattı. Kendi evinde Akhisar’a yenildi, bu hikayeyi anlattı. Galatasaray ile oynadı, bu hikayeyi anlattı. Beşiktaş Şampiyonlar Ligi maçı oynadı, o bu hikayeyi anlattı. Basındaki yakın arkadaşlarına özel röportajlar verdi, bu hikayeyi anlattı. Transfer sordular, bu hikayeyi anlattı. Kendi oyuncularının performansını sordular, o yine bu hikayeyi anlattı. Dönüp şöyle bir gazete arşivlerini tarayın, göreceksiniz: Bir yıl boyunca bu anlatı köpürtüle köpürtüle yüzlerce kez tekrarlandı. Utanmadı; “taçımızı çaldılar” diyecek kadar ifrada vardırdı işi.

Tribünler rekabetten beslenen, gergin yerlerdir. Siz bir tribüne koca br yıl boyunca hep aynı hikayeyi anlatır ve rakip takımlardan birini onların gözünde şeytanlaştırırsanız eğer, yaşamın doğal akışı tam da o akşam kupa maçında yaşanan atmosfere götürür sizi. Rüzgar ekerseniz, fırtına biçersiniz. Koca bir yıl boyunca olur olmaz her vesileyle, saçma sapan kimi argümanları temcit pilavı gibi tekrarlayarak Beşiktaş’ı taraftarınızın gözünde şeytanlaştırırken ne ile karşılaşacağınızı umuyordunuz ki? Tam da bu olur işte: Quaresma ya da Caner köşe gönderine her gittiğinde bir çakmak yağmuru karşılar onları.

Olaylı maçtan 4 gün sonra yine aynı stadyumda oynanan bir başka maç sırasında, 40 bin taraftarın koro halinde doksan dakika boyunca Süleyman Seba ve Şenol Güneş’e yağdırdığı küfürler, sene başından beri harlanıp köpürtülerek inşa edilen bu hayatın “doğal akışının” ne olduğunu apaçık gösteriyor işte. Ne kumpası!

Bir demet tiyatro…

Kumpas diye tempo tutan korodan daha tuhafını, tiyatro diye tempo tutanlarda gördük. Aziz Yıldırım, Şekip Mosturoğlu ve Aykut Kocaman, kılı kırk yaran bir tiyatro eleştirmeni edasıyla sahne aldılar. Hani, kan neredeydi?

Bir spor adamının ağzından “kan yok kardeşim, hani nerede kan” diyen histerik cümlelerin döküldüğü basın toplantılarına tanıklık ettik. Kan yoksa hepsi tiyatroydu işte. Edilen onca küfrün, sahaya yağdırılan yabancı maddelerin, özel güvenlikçilerin linç girişimlerinin, havada uçuşan tekme ve yumrukların, hastaneye kaldırılan bir teknik direktörün, Beşiktaş soyunma odasını özel güvenlikçilerin estirdiği teröre karşı korumak için birkaç otobüs dolusu çevik kuvvet polisinin barikat kurmaya mecbur kalmış olmasının filan bir önemi yoktu. Kan yoksa sorun da yoktu.

Bütün bunlar gelip geçer. Tüm bu tartışma günün birinde unutulur. Ama bir spor adamının “kan yok kardeşim, hani nerede kan” diye histerik çığlıklar atması unutulmaz. Bu cümle, futbol tarihinde kapkara bir utanç abidesi olarak yerini almıştır artık.

Yağmur yağdı, maç tatil oldu!

Maç sırasında yaşanan onca rezillik kumpas ve tiyatro çuvallarına doldurulup gözlerden kaçırılınca, federasyona da her şeyin “kaldığı yerden devam etmesine” hukuki bir kılıf uydurmak kalmıştı zaten. İmdatlarına Müsabaka Talimatnamesinin 21. Maddesi yetişti. Ama ne yetişme.

21. Madde ne diyor? Okuyalım: “(Seyirci olayları, sahaya atılan yabancı maddeler, taşkınlık, kavga, şiddet vb gibi) hallerin dışında ortaya çıkan zorlayıcı sebepler dolayısıyla müsabakanın yarıda kalması halinde ise… müsabakanın bir başka gün kaldığı yerden devam etmesine…”

Yani Türkçesi şu: Eğer maçın ortasında yoğun biçimde kar yağarsa, tufan kopar, kasırga çıkarsa, şiddetli bir fırtına patlarsa, aniden sis çöker göz gözü görmezse, deprem olursa falan maç tatil edilir; sonra bir başka gün kaldığı yerden devam eder.

Güzide futbol federasyonumuz, minareye kılıf uydurabilmek için işte bu maddeye sığınmış bulunuyor. Belli ki o gün yaşanan çakmak, bozuk para, anahtarlık, koltuk parçası, şişe, küfür, yumruk ve tekme yağmuru, aslında bir doğa olayı imiş. Aklımızla alay ediyorlar: Sanki yağmur yağmış, maç yarıda kalmış. O halde “kaldığı yerden devam”!

Kıssadan hisse…

2007 yılında, Danimarka ile İsveç arasında Avrupa Futbol Şampiyonası grup eleme maçı oynandı. Maça İsveç fırtına gibi başladı. Elmander’in iki ve Hanson’ın bir golüyle daha maçın ilk yarısında 3-0 öne geçtiler. Ama Danimarka bırakmadı maçı. Agger, Tomasson ve Adriaensen’in ayağından bulduğu gollerle 75. dakikada eşitliği yakaladı. O dakikadan sonra iki takımın da kazanmak için yüklendiği, müthiş bir maç oynandı. Ta ki 87. dakikaya kadar.

87. dakikada, o dönem Sevilla forması giymekte olan Danimarkalı Poulsen, ceza alanı içinde rakip oyuncuya yumruk attı. Hakem Herbert Fandel penaltı noktasını gösterdi. Bu karar sonrasında öfkeli bir Danimarkalı taraftar, hakeme saldırmak amacıyla sahaya atladı. Neyse ki hakeme ulaşamadan bizzat Danimarkalı futbolcular tarafından derdest edildi. Hakem darp edilmedi, darbe almadı.

Sonra ne oldu dersiniz? Hakem yardımcılarını alarak soyunma odasına gitti ve maçı tatil etti. UEFA günlerce beklemedi, 12 saat içinde toplandı ve İsveç’i 3-0 hükmen galip ilan etti. Danimarka’nın sahası 3 maç kapatıldı.

Kimse kumpas diye gevelemedi, kimse tiyatro diye zevzeklenmedi, kimsenin aklına “kan nerede” diye sormak gelmedi. Tarih bilincimiz ve belleğimizdeki acı deneyimler, futbol sahalarında şiddet denilen kanserli yapıya bir kez tolerans gösterilince nasıl vahim sonuçlar doğduğunu gösteren sayısız örnekle doluydu çünkü.

Perşembe günü yaşanan hadiseler, aynıyla bir Şampiyonlar Ligi maçında yaşanmış olsa idi eğer, emin olun kimsenin kumpas diye gevelemek, tiyatro diye zevzeklenmek, “kan nerede” diye zırva sorular sormak aklının ucundan bile geçmezdi. Verilen cezanın büyüklüğü karşısında, bir matem evi sessizliği içinde otururdu herkes yerine. Ama neyse ki burası Türkiye. Hukukun hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı, adalet mevhumunun hepten ayaklar altına alındığı, eyyamın her türlüsünün rahatlıkla yapılabildiği bir coğrafya. İşte tam da bu nedenledir ki yukarıdakilerin hiç biri olmadı. Her şey “kaldığı yerden devam” ediyor. Devam edebildiği yere kadar…

İyi de bu rezillik “kaldığı yerden” nereye kadar devam edecek, bu gidişat futbolumuzu nereye götürecek, bu yolun sonu nereye çıkacak? İşte asıl sorulması gereken soru budur.

O halde bu sorunun yanıtını da bir sonraki yazıda tartışalım.