Kıvanç, “Esas amacım, birçok belgeselci gibi, dünyanın daha yaşanır, daha eşitlikçi bir yer olmasına katkıda bulunmak” diyor.

Cihan Keyif / TARAF

Ümit Kıvanç’ın 16 Ton adlı belgeseli, bu yıl 14’üncü kez düzenlenen İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında düzenlenen Sinema Laboratuarı’nda örnek proje olarak ele alındı.

Kıvanç, büyük ölçüde, fotoğraf, resim, desen ve gravürlerin hareketlendirilmesiyle yapılmış “Vicdan ve Serbest Piyasaya Dair Bir Film” alt başlıklı çalışmasında, insanlık tarihine ironik bir bakış atıyor.

Madenciliğin aslında ne olduğunu, maden işçilerinin durumlarını irdeleyen 16 Ton, “Bugün vardığımız serbest piyasa ve özgürlük çağı yoksa bütünüyle halkla ilişkiler faaliyeti ürünü mü?” diye soruyor.

Biz de Ümit Kıvanç’la belgesel sinemaya yaklaşımı, 16 Ton’un hikâyesi ve maden işçilerinin durumu hakkında konuştuk.

Belgesel filmleriniz özellikle klasikleşmiş anlayıştan farklı bir perspektiften okuyor dünyayı. Asli değerlere yönelen bir bakışınız var. İnsan sürekli odakta. Konuları nasıl belirliyorsunuz?

Belgesellerimde dediğiniz gibi bir farklılık varsa ne güzel. Ancak özellikle son 20 yılda bütün dünyada belgesel anlayışında çok köklü değişimler oldu. Belgesel sinemanın tanımı ve çerçevesi çok genişledi. Benimkilere de herhalde bu yansıyor. Bir de belki, güya hiçbir şeye zamanı olmayan büyük şehir insanlarına normal olarak pek işitmek istemedikleri şeyleri söylemek, görmek istemedikleri şeyleri gösterme inadından, onları seyre zorlayacak yöntemler ve anlatım biçimleri arıyorum.

İnsan zaten belgesel sinemanın odağı. Bu konuda farklı bir yolda olduğumu sanmıyorum. Ama en sıradan gözüken insan hayatında bile muazzam hikâyeler olduğuna inandığım, özellikle benim olağan yaşam çevremin dışındaki insanları merak ettiğim, anlamak istediğim için filmlerimde özel bir hat oluşuyor olabilir. Esas amacım, birçok belgeselci gibi, dünyanın daha yaşanır, daha eşitlikçi bir yer olmasına katkıda bulunmak. Bunun için de, birilerine görmezden geldikleri insanları anlatmaya çabalıyorum.

Bu tip belgeseller aynı zamanda tarihe bakışınızı da yansıtıyor. Siz resmî tarihten öte tarihi nasıl okumayı seçiyorsunuz?

Buna çok basitçe cevap verebilirim. Yalanları teşhis etmeye, işlerin doğrusunu öğrenmeye çalışıyorum. Türkiye’de tabiî bu konuda işimiz zor değil. Devlet ve yönetici elit ne diyorsa yalan olduğunu baştan kabul edince yüzde doksan dokuz yanılmıyoruz. Tarihi bugünün hesaplarına yarayacak bir ideolojik malzeme saymıyorum. Bugün benim inandığım, olmasını istediğim şeyler açısından elverişsiz olsa da hakikat peşinde koşmaya çalışıyorum. Böyle yapınca, haliyle, her şeyden önce resmî tarihten uzak durmak gerekiyor. Ama bazen resmî tarihin yalanları, açıkları, hakikati bulmada insana yol gösterebiliyor.

16 Ton projesi nasıl ortaya çıktı?

Doğrusunu isterseniz, aktif gazetecilik yaptığım dönemde çeşitli maden kazaları vesilesiyle Zonguldak’a gittiğimde çektiğim fotoğrafları değerlendireyim diye yola çıktım. Ama madenciler özel takıntım olduğu için, kısa sürede, “kardeşim, madencilik diye bir şey olur mu!” filmi yapma noktasına vardım. Birilerini madende çalışmak zorunda bırakıyorsunuz, “sen git öl de biz ısınalım, sanayi kuralım, çalıştıralım” falan diyorsunuz. Dünyanın ikiyüzlülüğünü, eşitsizliğin en korkunç yüzünü gösteren bir konu, madenciler. Böyle bir dünyanın nasıl işlediğinden bahsedecekseniz, propagandadan, halkla ilişkilerden falan bahsetmeden olmazdı. Bu yüzden ilk bakışta doğrudan ilgili görünmeyen birçok mevzu girdi filme. Uzun ve ayrıntılı araştırmalar yaptım, malzeme toplamak da işlemek de, film için hazırlamak da, kurgusu da çok meşakkatli oldu.

Filmde yer alan şarkının bir süre sonra deformasyona uğraması ve bambaşka bir hâl alması size de ilginç geldi mi?

Aslında tam böyle olmamış. Şarkı olduğu hâliyle de yaygınlaşmış ve söyleniyor. Sonuçta 16 Tons, madenciler için yazılmış, onlardan bahseden bir şarkıdır. Hangi taklayı atarsanız atın, bu unutulacak, geçiştirilebilecek bir şey değil.

Türkiye’de de hâlen toprak altında madencilerin cansız bedenleri yatıyor. Hatırlarsınız Çalışma Bakanı “Güzel öldüler” demişti. Siz bu sözleri ve zorlu bir iş olan madenciliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası “güzel öldüler” lafına o kadar takılmadım. Birilerinin madende çalışmak zorunda bırakılmasını, zaman zaman da ölmelerini, her hâlükârda hastalanmalarını, erken ölmelerini, sanki doğal bir şeymiş gibi kabul edip üstüne toplum kuruyorsanız, o laf insanca bile sayılır. Ama derindeki meseleyi dikkate alırsanız, tabii bu bir yüzsüzlüktür. O bakanın da başkalarının da madenciliği normal saymaları, dahası insanlar arası eşitsizliği, birilerinin ölüm pahasına üç kuruş ekmek parası kazanmasını normal bulmaları. Türkiye’de ilaveten, alınabilecek önlemler alınmadığı, madencinin hayatı hiçe sayıldığı için de insanlar ölüyor. Ve bu, pazar günü alışveriş merkezlerini dolduran temiz ailelerimizi filan rahatsız etmiyor. Sonuçta, madencilik riya toplumunun teşhir edilmesidir.

Belgeselin tamamını 85 dakika olarak aşağıdaki linklerden birine tıklayarak izleyebilirsiniz:

http://www.riyatabirleri.net/pencereler/pi_tamFilm.html

http://vimeo.com/23760586