ŞENAY AYDEMİR Radikal

 

Metin Üstündağ kendi dergisini çıkarmış” dediler, gittik aldık. Kapağında “tek kişilik dev dergi.. kafası estiğinde çıkar” yazıyor ama o ikincisinin hazırlıklarına başlamış bile.

 

64 sayfa sarı kâğıda met üst dergisini ele alınca daha ilk yazıdan ‘hüzün’ mü yoksa ‘keder’ mi olduğu çok da belli olmayan bir duygu geliyor. Üstündağ’ın ‘çocukluk yılları’nda geçirdiği hastalık ve en çok da ‘Suç ve Ceza’ ile beş yaşında kurduğu vakitsiz ilişkiye tanık olunca… Ve bitirirken soruyor; “bir sanata dönüştü mü sizin de travmalarınız!”

 

Ama hikâyenin hepsi bu kadar hüzünlü değil. Üstündağ’ın resim, edebiyat, şiir, karikatür ile bezediği ve yaptığımız sohbet sırasında benim vurguladığım “Yedi sanatı birleştirdiği için sinema gibi kurgulanmış” dergisinde, hem bugüne ait durumları hem de geçmişin izlerini görmek mümkün. Örneğin “Başbakanın Sevdiği Pohpohlar, Memleket Meseleleri Meseli, Tutmadığın İki Takımın Maçını Seyretmek Zorunda Kalmak” gibi yazıların ardından ilk kez bu dergide gün yüzüne çıkan ‘ağlamak’ ve ‘ağlaklar’ serisi geliyor. Üstündağ’ın aynı zamanda resimlediği ya da resimlerini yazıladığı, bir bölüm bu. Üstündağ bir anlamda bir filmin ritmini tutar gibi hüzünlü girdiği hikâyesinde bu kederi dağıttıktan sonra “güçsüzlerin gücüdür ağlamak” diyor birdenbire. Sonra tempo yeniden hızlanıyor. Magazin ve futbol klişeleriyle ve hatta kendisiyle dalgasını geçtikten sonra Musa Anter, Yılmaz Güney , Ertem Eğilmez, Aziz Nesin, Behçet Necatigil, Attilâ İlhan, Mehmet Akif, Neyzen Tevfik, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Cemal Süreya’nın resmigeçit yaptığı bir flashback giriyor araya. Ama bu kez hüzünlenmiyoruz: “Güzel adamlardı onlar” diyor Üstündağ.

 

‘KARA MET ÜST HANGİNİZ?’

Peki, böyle bir dergi fikri neden ortaya çıktı: “Benim çok güldüğüm ‘Çok yönlü sanatçı’ diye bir tabir var. Ama buna uyan bir kişiyim ben. Geçen sene 31. sanat yılımdı. Benim zaten 31, 69 sevdiğim sayılar. Ya 31’de ya da 69’da özel bir sayı yapacağım demiştim. Arada unutmuşum 32 olmuş. Bari “33 olmadan yapayım” dedim. Önce çok sıradan bir şey düşündüm. Sonra bir baktım tek bir metin üstündağ yok, şizofren bir durum var ortada. ‘Kara Murat hanginiz’ der gibi ‘Kara met üst hanginiz’ diye sordum ve bir sürü cevap aldım. Ressam benim dedi, filozof benim dedi, karikatürist benim dedi vs… Çok hoşuma gitti.” Derginin biraz kederli olmasının durumla alakalı olduğunu düşünüyor. İkinci sayısı daha neşeli olabilir mesela. Çok fazla strateji gütmemiş. İlk ağızdan söylemek istediklerini söyleyince ortaya biraz kederli bir dergi çıkmış. Memleketteki belirsizlik ve umutsuzluk havasını eşeleyen bir şey yapmak istemiş, hepsi bu.

 

Peki, ilk ve son yazılarda Dostoyevski ’nin ‘Suç ve Ceza’ kitabıyla kurulan ilişkiyi nasıl yorumlamalıyız. Dergi bir noktadan yola çıkıyor ve artık bambaşka bir karakter olarak yine aynı noktada sonlandırıyor kendini. Üstündağ meseleye bu kez mizahla yaklaşıyor: “Ben hiçbir zaman Suç ve Ceza’yı film olarak çekmedim, hayat olarak çektim. Benim hikâyemde suça değil, cezaya muhatap olan kişiyim. Utançla suçluluğun insanı incelten şeyler olduğunu düşünüyorum. İnsan derdiyle insandır. Bunlar insanı sorumlu yapıyor.”

 

‘BİZLEŞMİŞ BİR BEN VAR BURADA’

Bir de hayata eksik başlama meselesi var. Erzincan’ın bir köyünden başlayan ve bugüne uzanan bir hikâye. Kendi deyişiyle ‘Zaten ayağı uff olmuş, zaten babası gurbette.’ Ama bu durumun kendisinde başka bir bakış açısı oluşturduğunu düşünüyor: “Dezavantajları avantaja nasıl dönüştürürüm refleksi oluşuyor. Benim bütün hayatım böyle oldu. Normalde dezavantaj gibi görünen şeyleri olanakmış gibi görmeye çalıştım. Bütün hikâye de bu. Aynı şeyi memleket için de düşünüyorum. Bazı aydınların bir dezavantaj gibi anlattığı şeylerin şans olduğunu düşünüyorum.”

 

Bir de travmanın sanata dönüşmesi meselesi var tabii. Üstündağ’a göre sanatçı kafa, bu travmayı estetik hale dönüştürüyor, güzelleştiriyor. Ama mizahçı onu bozarak yeniden üretiyor ve ‘Bu da saçma aslında’ diyerek yeniden kurguluyor.

 

Başka birisi kendi adıyla dergi çıkarmış olsa çok rahat ‘megaloman’ duygusu bırakabilir insanda. Ama kendisiyle dalga geçmekten imtina etmeyen birisi için böyle bir şey hissetmek zor. Üstündağ’ın deyişiyle “Ben derginin birkaç sayfasında varım. Bizleşmiş bir ben var derginin içinde.”

 

Belki de 15 yaşından bu yana mizahın içinde olan met üst’ün 32 yıldır aynı malzemeyi kullanmasına rağmen sürekli kendisini yenilemesinin altında çokça ‘biz’ olmayı başarması yatıyor. Sahi bir sanata dönüştü mü sizin de travmalarınız!

 

PAZAR SEVİŞGENLERİ BİR MİLATTIR

“Pazar Sevişgenleri’nin yıllardır güncelliğini koruması benim bakış açımla da ilgili. Ben bu meseleye hep kadın gözüyle bakmaya çalışıyorum. Kadınlar hep değişiyor. Erkek bir süre sonra sıkıcı hale gelebiliyor. Kadını çözdüm diyen birisi en fazla uçkurunu çözmüştür. Kadınlık hali biraz lunapark gibi, bakkal gibi, sirk gibi, bir illüzyon yani… Erkek cami ya da kışla gibi tekdüze… Kadınların gözüyle baktığın zaman neşeli, canlı bir hale geliyor her şey. Eski karikatürlerde, kocasını aldatan ve arzu nesnesi kadınlar vardı. Onlarla hiçbir şey konuşulmazdı. Ama ben konuşan, ağlayan, küfüreden kadınlar çizmeye başladım. İlişkilerinde düşündüklerini cesurca erkeklerin suratına söyleyen kadınlar çizdim.”

 

FUTBOL DİLİ İŞİ KOLAYLAŞTIRIYOR

Ben de şöyle bir durum var. Bir şeyi birisine anlatamıyorsam futbol diliyle anlatırım. Dar alanda kısa paslaşma, tribüne oynama, şimdi onlar düşünsün. Şöyle bir espri yapmıştım: Descartes diyor ki “Düşünüyorum o halde varım.” İlker Yasin de diyor ki “Şimdi onlar düşünsün!” Disiplinler arasında gidip geldiğim için dergide futbolcu klişelerinin aslında ne anlama geldiğine dair bir yazı var. Ama ben biliyorum ki mesela “Cogito ergo sum” lafını Aykut Kocaman, Şenol Güneş, Ersun Yanal söyleyebilir.

 

BANA TWITTER’I BULAN ADAM DİYORLAR

Ben 22 yaşında Langadank köşesinde derdimi 140 karakterde anlatıyordum. O zaman da gittiler beni Aziz Nesin’e şikâyet ettiler, mizahı bozdu diye. Aziz Nesin de “Eskiden Çamlıca’dan Eminönü’ne inmek bir olaydı. Uzun hikâyeleri okumak için hayli hayli zaman vardı. Bugün her şey hızlı, her şey ayaküstü, bugünün mizahı da böyle olacak artık” diye beni savundu. Ben twitter ’ı da bir medya mecrası olarak görüyorum. Oraya da ayrı bir mizahi üretim yapıyorum. Facebook hatırayı öldürüyor. 5 yıldır fotoğraf çekiyorum. Diyorlar ki facebook ’a koysana. Facebook ’um yok bu bir. İkincisi bir fotoğraf aradan iki-üç yıl geçmeden hatıra değeri kazanmaz. Facebook anıyı öldürdü. Anı oluşmuyor. Anında konuluyor. Hiçbir değeri yok.

 

MİZAHÇININ DA PAZARTESİ KÂBUSU VAR

Mesela en komik, en iplemez görünen mizahçının bile pazartesi kâbusları vardır. Pazartesi geldiği zaman memleketle karşılaşırsın. Uçarsın, acayip acayip şeyler yazar çizersin, pazartesi bir gelirsin başbakan var, bir memlekette yaşıyorsun ve saçma sapan problemler var. İyi de 15 yaşında da ben bunları çizdim. 47 yaşına geldim yine çiziyorum. Çünkü sorunlar hiç değişmiyor, makyaj tazeliyor. Hep aynı şeyi konuşuyoruz. O zaman mizahı geliştiren şey tekrara düşmeyelim kaygısı. Çünkü aynı şeyleri Aziz Nesin yazdı, Oğuz Aral çizdi. Bu Gırgır’da yapıldı diyorsun ya da Limon’da böyle yapmıştık. Burada başka türlü yapma kaygısı mizahı geliştiriyor. Tekrara düşmeme endişesi ilerletiyor. Aynı soruna yeni gözle bakalım diyoruz.

 

AĞLAMAK SERİSİ SERGİ OLABİLİR

Uzun zamandır resim çiziyorum. Bunlara da ‘ağlaklar’ diyorum. Bunları arada yapıyordum. Her şey zıddıyla var. Güldürüyorsun ama hep bir tarafında kırık bir fay hattı. Oralara da girmek istedim, ağlaklar öyle çıktı. Gülmek ile ağlamak arasındaki fark üzerine kafa yordum. Belki de dibine kadar bi ağlamak lazım. Ağlamak diye bir kitap düşünüyordum. Çizgiyle, renkle, lekeyle daha da anlamlı hale geldi galiba.

 

KARL MARX BURADA OLSA APIŞIP KALIRDI

Türkiye ’de siyaset üzerine düşünmek yıpratıcı bir şey. Örneğin Marksist olmak da öyle. Çünkü on yılda yepyeni bir sınıf yaratılabiliyor Türkiye ’de. Dolayısıyla Marx burada olsa apışıp kalırdı. Düşünsenize derebeyliği, feodalite, burjuvazi derken yüzyıllar geçiyor ve Avrupa’da sınıflar oluşuyor. Bugün on yılda yepyeni bir sınıf var karşımızda. Para el değiştirince sınıf oluyor. Dolayısıyla temel çelişki ‘Bu ne yaman çelişki anne’ oluyor. Eski siyaset dili ve mantığıyla bu yeni duruma cevap bulmak zorlaşıyor.