Filmi izlemeseniz bile, verilen enformasyonlar ışığında, yazıyı okumanın daha ilgi çekici bir hal alacağını düşünerek başlıyorum.

Karakter incelemelerine Marksist Yaklaşım
İnsanı nesnel koşulları oluşturur. Marksist yaklaşım, bireylerin karakterlerini yaşadığı toplumsal gerçeklik, sosyolojik faktörler ve ekonomik temellerin var ettiğini söyler. Ahlak normlarının genel-geçer olmaması, koşullara göre homojenlik göstermesi de bu basit ilkeye dayanır. Lise yıllarında aldığımız dandik felsefe derslerinde bize hep şu örnek verilmişti “eski yunan medeniyetinde hırsızlık bir erdem sayılırdı” aynı klişeyi marksist görüş ile harmanlayarak şuna varabiliriz; İnsan gerçekten aç kalırsa, bir sebepten dolayı da iş bulması imkansız hale geldiyse-getirildiyse (mesela sabıkalı olması ya da bedensel engelli olması gibi) değer yargıları kırılabilir ve en baskın genini yani hayatta kalma genini dinleyerek “standart şartlarda” yapmayacağı şeyleri yapabilir. Bu hayati şartların değişmesiyle insan kişiliği ve değer yargıları da değişir.
Bilim adamlarının 5 Temmuz 1996 tarihinde, kompleks bir canlıyı kopyaladılar ve ona Dolly ismini verdiler. Bu büyük olayla birlikte ontoloji tartışmaları da alevlendi. Üç bin yılı aşkın süredir insanları tartıştıran soru sonunda yeni bir boyut kazanmış, nöronları çalıştıracak bir puzzle bulunmuştu, eski soru şu idi, “İnsan düşünebildiği için mi vardı yoksa var olduğu için mi düşünebiliyordu?” Bizleri çevreleyen maddeleri düşünerek biz mi var ediyorduk yoksa onlar ile etkileştiğimiz için mi düşünme gereksinimimiz vardı? Bu tartışmanın araç olduğunu unutmadan yeni boyuta geçmek istiyorum. “Klonlanmış bir insan acaba klonlandığı insan ile aynı kişi mi olur?“ Sözgelimi Mehmet isimli arkadaş klonlandı, Ahmet isimli klon Tokyo’da büyüdü aynı karaktere mi sahip olurlar? Buna evet ve hayır diyen taraflardan biriyim elbet ama soruya “aynı kişi olur, iki tane Mehmet olur” diyenler dahi var.

Şimdi bu tembel işi enformasyonların ışığında Duncan Jones’un yönetmenliğini yaptığı ve hikayesini kaleme aldığı “Moon/Ay” filmini ele alalım.

Distopya dünyasında geçen filmimizin temeli bu soruya yanıt arıyor. Artık film üzerinden konuşmaya başlayabiliriz...

Resetleyin Beni!
Koşu bandında egzersiz yapan Sam Bell ile açılıyoruz. Doğadan kopup, bilimi ve düşüncesiyle kendi doğasını yaratan insanoğlu, doğal varlığından, “doğal apartmanından” kopmuş ve kendisine yenisini yaratıp, içine hapsolmuştur. Çelik, plastik karışımı insan tasarısı aletin üzerinde koşturan Sam, bir astronottur. Sinemasal zamanın gerçekliğinde Hellium madeni, dünyanın enerji ihtiyacını hemen hemen tek başına karşılamakta, işlenip-kullanımı sayesinde insanlık için büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Sam de bu madenin yataklarının bulunduğu yerde, ayın karanlık yüzünde çalışmaktadır. Görevi bu madenleri yüksek teknolojinin yardımıyla çıkarmaktır. Üç yıl sürecek işinde tek başınadır. “Varlıkdaşı” yoktur en azından. Gerty isimli bir robot hariç konuşabileceği kimsecikler bulunmamaktadır. Uzun, dağınık saç-sakalları ve kendi kendisine konuşması bizlere yalnızlıktan bozulan psikolojisini işaret etmektedir. Gerty’i dünyada işleyen dev bir şirket programlamıştır. Sam’e yardımcı olacak aynı zamanda şirket için bir nevi muhbirlik yapacaktır.Endüstiriyel (tecimsel) sinemanın senaryo gramerini oluşturan temel öğelerden birisi olan “zıtlık, çatışma”nın bu filmde ne olduğunu henüz ikinci sahnede anlıyoruz. Gerty ve Sam karakterlerinin aynı izole ortamda bulunması, başlı başına bir çatışma yaratır; robot ve insan doğası.

Çatışma unsurunun ikincisini Gerty’nin karakterinde görüyoruz. Bugüne dek kendi özgün zekası ya da hormonları olan bir robot yapılmadığı için onların duygusuz, mekanik olmasını, insan hayatını kolaylaştıran birer işlevsel ürün olmasını bekleriz. Gerty tıpkı temiz kalpli, sürekli süt içen, çiçeğini çocuğu gibi seven ve her gün sulayan kiralık katil Leon gibi bizde duygu karmaşası yaratıyor. Sam’e hizmet ederken, bazen onu kırmamak için programına ihanet ediyor (doğasına karşı geliyor), filmin sonlarında karakterin mutlu sona ulaşması için bir takım kuralların çiğnenmesine göz yumuyor hatta bunu görmemiş olmak için kendisine reset atılmasını öneriyor. Bu insan gibi davranan robot karakteri, dışsal çatışmada zaten Sam’e tezat oluştururken bir de ortaya Sam’in aslında klon olduğu gerçeği çıkıyor. Kaza geçiren klon Sam’i bir başka klon Sam kurtarıyor ve çatışma Gerty’e hangi Sam’in gerçek olduğunu sorduklarında tepe noktasına çıkıyor. Gerty bu soruya olanca sevimliliğini takınarak “Sana yiyecek bir şeyler hazırlamamı ister misin Sam?” diyip, gülümseyerek tipik bir insan tepkisi veriyor. Filmin başından beri gördüğümüz Sam’in kopya olduğunu öğrendiği sahnede Gerty pixel pixel ağlıyor. Burada da harikulade bir çatışmayı izliyoruz.

Dünyada eşi ve birkaç aylık bebeğini bırakıp çalışmaya giden Sam geri dönüş için gün saymaktadır. Hayatının kısa bir bölümünün hatıralarını klona nakleden şirket, onu durmadan çalışması için motive etmiş ve bir ilizyonu hayatı sanmasını sağlamıştır böylece. Gerçek Sam çoktan geri dönmüş ve ailesine kavuşmuştur. Banttan video yayını sayesinde karısıyla konuşan klon Sam, gerçeği tarafından kandırılmaktadır. Sam Bell bu görüntüler çekilirken eşinin yanındadır. Klon Sam, eşi ve kendisi tarafından oyalanırken o gerçek dünyada, kendi gerçekliğini yaşamaktadır. Bu gerçeğe filmin başında izlediğimiz video görüşmesinde Sam’in eşinin tedirgin davranışlarından ve kadrajın soluna birinin gelip, görülmeden birşeyler söylemesinden varıyoruz. Tabii filmi sonuna dek izledikten sonra.

Sam Bell, Sam Bell ve Sam Bell. Bu üç adam aynı kişi midir? Bir klon yumuşak huylu, barışçıl ve duygusalken bir diğeri neden agresif ve girişkendir? İkisi de aynı uzay üssünde, aynı şartlarda yaşamaktadır. Birisi olaylara duygusal bakarken diğeri neden mantıkla yaklaşmaktadır? İşte esas mesele bu! Duncan Jones burada her insanın kopyalansa dahi özgün bir varlık olacağını söylemektedir. Marksist yaklaşanlar için bunun bu şekilde olması olanaksızdır. Nedenini yazının başında vermiştim. Peki ya bunu mümkün görenlerin savı nedir? Materyalist bakış açısına da bir çatışma unsuru yaratalım mı? Yaratalım. “İdealizm” bize maddenin düşünceler sayesinde var olduğunu, her şeyin düşüncelerle anlamlandığını söyler. Yani materyalist, marksist bakış açısına tam terstir. Bu mantığa göre birey doğadan, toplumdan, ekonomik faktörlerden, aileden, yaşadığı coğrafyadan kopuktur. Başlı başına bir gerçeklik taşır ve insan doğasından ya da doğanın kendisinden kişilik olarak etkilenmez. Dünyaya çoktan dönmüş olan Sam’in bedenini klonlanma yoluyla şirketlere satması ve Ay’da kalan diğer Sam’lerin duygularını hiç umursamaması ise kulaklarımıza apayrı bir kişiliği fısıldıyor. Klon Sam Bell ve diğer klon Sam Bell tabiri caizse “delikanlı çocuklardır” çünkü. Ortak özellikleri budur. İnsan hayatına önem verirler. Klon dahi olsa.

Filmin en önemli vurgularından birisi de insanların kapitalist dünyada köleleştirilmesi, birer canlı olmaktan çıkarılıp robotlaştırılmasıdır. Fabrikalarda, oto sanayilerde, barlarda-kafeteryalarda, çağrı merkezlerinde hiçbir güvencesi olmadan, ölümüne çalıştırılanların hikayesi olma gayesindedir Moon. Hellium madenini çıkaran şirketin, kendi içerisinde tek bir ahlaki değeri vardır; “İşlerin yürümesi”. İşler yürüsün, onlarca Sam ölsün önemli değildir şirket için. Hatta gerçek Sam için bile. İşte bu trajik durum kutsal bir ittifak doğurur ayın karanlık yüzeyinde. Gerty-Sam ve Sam aslında birer robottur. Gerçekte robot olsalar, klon olsalar ve hatta insan olsalar bile. Çalışmaktan robotlaşmışlardır. Dünyadaki merkeze programlandığı için durmadan rapor veren Gerty’nin tamamen bir işlev haline gelmiş Sam’lerden bir farkı yoktur. Hatta Sam’in isminin ilk harfini büyük harfle yazmamın da bir anlamı yoktur yazımın devamında. Kutsal ittifak aynı dertten muzdarip olmalarından kaynaklanmaktadır. gertynin, samlere anaç duygular beslemesinin sebebi onlarla empati kurmasından kaynaklanmaktadır. Empati yeteneği insanı makinelerden ayıran en önemli unsurdur belkide. Gerty samin ve samin kaçış planlarına yardımcı olur ve ekler; “Siz buradan ayrılır ayrılmaz ben ve yeni sam yeniden programlanacağız” işte robotun bu sözü her şeyi tüm can acıtıcılığıyla özetliyor. Şirketlerin programlayıp hayatlarına yön verdiği robotlaşmış insanlarız artık biz. Bu sözü söyleyen gerty, samden “biz insanız programlanamayız beni anladın mı?” yanıtını alır ve ona arkasını döner. Arkasına postit ile “kick me/beni tekmele “ yazısı yapıştırılmıştır. Ona yapılan bu şaka gertyi ne kadar insan yapıyorsa sam ve dolayısıyla yeni dünya düzenindeki tüm insanlar da o kadar insanız işte.

Çok ses getiren 2009 yapımı Moon filmi ile ilgili “klişelerden, Hollywood hilelerinden uzak, özgün bir anlatım” yorumları yapılsa da aslında bu gerçeği yansıtmıyor. Moon’da da kahramanın sinemasal yolculuğunu, çatışmalarla izliyoruz ve özdeşlik kurmamız için uygulanan bilidiğimiz yöntemler sayesinde kendimizi filme kaptırarak sonunda kendimiz yerine koyduğumuz samin başarmasıyla katharsis yaşıyoruz. Film herşeyiyle bildik bir tarz ile “konuşuyor”. Bunu filmi yermek için değil, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan yazarlarımız için ekleme ihtiyacı duydum. Hatta bu yöntemin sinema dilinin harflerini kullanmasından dolayı arkasında duruyor, alfabe bilmeden yabancı bir dilin konuşulamayacağını söylüyorum.  

Çağlar Can Cengiz