Radikal'den Yekta Kopan Nobel Ödüllü edebiyatçı Orhan Pamuk ile bir röportaj gerçekleştirdi.

Röportajda  Pamuk'un YKY yayınlarından çıkan ve 2 Şubat'ta satışa sunulan Kırmızı  Saçlı Kadın'ı, Asya'daki siyasi yapıyı, doğu toplumlarındaki sosyolojiyi ve politika da dahil bir çok konu konuşuldu.

* Kırmızı Saçlı Kadın. 30 yıldır zihninizde, 14 aydır çalışma masanızda ve şimdi de okurun elinde. Romanınızı bir okurun elinde, özellikle dünyanın bir yerinde, tanımadığınız bir okurun elinde görünce ne hissedersiniz? Bu duygu ilk romandan bu romana nasıl bir farklılık gösterdi?


Aradan kaç yıl geçerse geçsin, romanını bir okurun elinde gördüğünde insan seviniyor öncelikle. Bir arkadaşımla New York’ta trenle gidiyorduk. Bütün vagon boştu. Bizden başka bir kişi daha vardı ve arkadaşım bir anda “Görüyor musun Kar’ı okuyor” dedi. Düşünsenize, dünyanın bir yerinde, bir tren vagonunda, kitabınızı okuyan birine rastlıyorsunuz. İnsanı sevindiren, mutlu eden bir şey bu. O ilk duygu geçince düşünmeye başlıyorsun: “Acaba ne düşünüyordur?” Hâlâ kitabım çıktığında, okurun ne düşüneceğini merak ediyorum.

*Ama kitap çıkmadan bazı düşünceleri öğrenmiş oluyorsunuz değil mi?

Kitaplarım piyasaya çıkmadan düşüncelerine güvendiğim insanlara okuturum. Bu romanı da yayımlanmadan on bir kişiye okuttum. Radikal eleştiriler yapmalarını, kitabı parça parça etmelerini istedim. Yirmi yıldır uyguluyorum bu metodu; kitabı piyasaya çıkarmadan, güvendiğim isimlere okutuyorum. O insanlardan gelen tepkiler, aşağı yukarı bütün okurlarla örtüşüyor. Yani o dostumdan duyduğum yorumu, örneğin altı-yedi yıl sonra Arjantinli bir okurdan da duyuyorum.

* Zorlu bir değerlendirme grubunuz var öyle mi?

Elbette. Oldukça sert eleştirirler beni. Dünya edebiyatını yakından takip eden isimler, editörler, yayıncılar...

* Peki söyledikleri şeyleri uyguluyor musunuz?

Elbette. Bu kitapta da öyle oldu. Söyledikleri şeyleri ciddiye aldım, hatta bazı değişiklikler yaptım.

BU HİKAYEYİ ANCAK BİR TÜRK YAZABİLİRDİ


* Cevdet Bey ve Oğulları’ndan bu yana baba-oğul ilişkisinin farklı yüzleri yer aldı romanlarınızda. Bu ilişki üstünden iktidar-birey, gelenek-yenilik, modernizm, sekülerizm, medeniyet ve daha pek çok konunun psikolojisini okuttunuz bizlere. Bu romanınızda da Cem’in bireysel hikâyesi bizi Türkiye’nin son otuz yılında adım adım ilerletiyor.  Baba-oğul ilişkisinde, Batı’nın ve Doğu’nun arasında toplum olarak nerede duruyoruz?


Soyutlamalar. Coğrafya olarak malum ikisinin arasındayız. Dolayısıyla Batı'nın ve Doğu'nun iki temel efsanesi, Sofokles'in Kral Oedipus'u ile Firdevsî'nin Rüstem ve Sührab’ının da ortasındayız. Abartmak istemem ama bu hikâyeyi ancak bir Türk yazabilirdi diye düşünüyorum. Neden? Çünkü Rüstem’i bilmek, Firdevsî’nin Şehname’sini bilmek geleneğimizde var. Şehname’nin Topkapı Sarayı’nda kim bilir kaç tane resimlenmiş nüshası var. Osmanlı entelektüelleri bu hikâyeleri bilirdi, en azından duymuşlardı. Bu hikâyeler Batılılaşma sürecinde unutulmuştu. “Durun, siz baba-oğulsunuz!” diye ortaya çıkıp babanın oğlunu öldürmesine engel olmaya çalışan annenin melodramatik gözyaşları, Türk filmlerinin vazgeçilmez sahnesidir. Bu sahnenin kaynağını, Firdevsî’nin bin yıllık Şehname metninde görebiliyoruz. Buradaki savım şu; kültür sadece kütüphanelerden elde edilmez. Herkes birbirine hikâyeler anlatarak da bazı kültürel kalıpları aktarabilir. Şehname’de anlatılan hikâyeler, Mevlana’nın anlattığı hikâyeler anonim gibidir artık. Ben de baba-oğul ilişkisinde, iki temel hikâyeyi karşılaştırmak istedim. Babanın ya da oğulun bilmeyerek diğerini öldürmesini ama sonunda acı çektiğini okuruz bu metinlerde. Bu metinler, kişinin asla babasını ya da oğlunu öldürecek tıynette olmadığını söyler. Devletin çıkarı için işlenen bu cinayet Rüstem ile Sührab hikâyesinde meşruiyet kazanır. Batıya baktığımızda da, temel metinlerden biri Sofokles’in Oidipus Rex’idir. Bu metin on dokuzuncu yüzyılda Batı’da bir popülerlik kazanmıştı. Freud da gidip oyunu izleyenler arasındaydı ve kendi teorisini Oidipus üstünden anlattı. Bu da evladın babayı öldürmesine meşruiyet kazandıran bir metindir. Her iki metinde de bana göre püf noktası, bu cinayetlere destek verilmesi, meşruiyet kazandırılmasıdır.

*Siz olaya daha çok Freud’dan değil, Jung’dan bakıyorsunuz kanımca.

Carl Gustave Jung, hocası Freud’un bireysel çerçevesini topluma taşıyor. Jung bunlara sadece aile içi ya da bireysel ilişkiler olarak bakmıyor. Bu ilişkiler bütün toplumda vardır, diyor. Bu yapıları doğuştan ya da çevreden ediniriz, bazı arketipler vardır ki, bunlar sürekli kendini tekrarlar diyor. Bunların bazıları şüpheli teoriler olabilir ama kitabın sorular sorması, çalışması için bu tip soyutlamalar gerekliydi. Fazla soyutlama yapınca da şu sonuç çıkabilirdi. Batılılar birey Doğulular değil. Böyle kesin bir ayrım yok. Benim yaptıklarım bir fikir edinmemize yarayan soyutlamalar.

* Bozacılıktan sonra bir başka unutulmuş (ya da gerek kalmamış diyelim) meslek var karşımızda: Kuyuculuk. Yedi kat göğe bakıp yedi kat yerin altına girerek medeniyet bulmaya çalışmak. Bir yandan babaya ihtiyaç duyma ama bir yandan da birey olmayı isteme meselesini kuyuculuk üstünden anlatma fikri nasıl oluştu?


Otuz yıl boyunca kafamda dönüp durdu bu konu. Yan bahçedeki ustayla çırağının insani ilişkisini gördüğüm gibi de yazabilirdim. Otuz yıl boyunca bu hikâyenin içinde başka ne duygular olabilir diye düşündüm. Hatta, tırnak içinde, kendi komplekslerime kadar gitti bu düşünceler. Hatıra defterimde, “Yazılacak Romanlar” diye notlarım var. Otuz yıl boyunca oraya bu konuyla ilgili notlar aldım. Dosyanın adı “Kuyu” idi. Geçen yıllar boyunca aldığınız notlar, yaptığınız okumalar, düşünceleriniz olgunlaşıyor. Derken bir gün yazmaya girişiyorsunuz.

* Cem Çelik babasından hiç görmediği şefkati ve geleneğin temsilini Kuyucu Mahmut Usta’da buluyor. Ama bir yandan da ustası bağırdığında, bağırmayan babasını özlüyor. Otoriteyle hastalıklı bir ilişkimiz mi var?

Genellemeden kaçmalıyım. Ama var! Benim aslında oruç tutmak istemeyen, gizlice sigara içen ama babalarından korktukları için “Oruç tuttum,” diyen arkadaşlarım vardı. Aslında çok da dürüst insanlardı. Korkularından böyle yapıyorlardı. Buna şaşardım. Ama bir yandan da oğullarının ne yaptığını, ceplerinde para olup olmadığını, ne okuduklarını takip eden babalarını kıskanırdım. Hem hayatta hep yanınızda olsun, hem de özgürlüğünüzü kısıtlamasın istiyorsunuz. Özgürlük seni geliştiriyorsa onu istiyorsun. Ama özgürlük toplumda kaybolmana neden oluyorsa otoriteye boyun eğmeyi kabul ediyorsun. Benim kitabımda ilginç olan otoriter ya da özgürlük tanıyan babanın varlığı değil. Onun yokluğu ilginç kılıyor hikâyeyi. Bu roman otoriter babanın çocuğu nasıl ezdiğini anlatmıyor. O baba yokken çocuğun nasıl otoriteyi aradığını anlatıyor. Baskıcı babanın çocuğu ya isyan ediyor ya da onun karşısında eziliyor. Bu romanda otoriteyle ilişkimiz konusunda edebi metinleri ve medeniyetleri ilişkilendirmeye çalıştım.

EĞER DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ YOKSA NE YAPSAN ADİL OLAMAZSIN

* Ağlarım ama devlet için ne yapmam gerekiyorsa yaparım zihniyetinden kurtuluş için bireysel aydınlanma gerekiyor...

Biz bireysel olarak ne kadar aydınlansak bile, kaos korkusu ile otoriteyi seçebiliyoruz. Devletin acımasızlık yapmasına meşruiyet tanımamalıyız. Kitabımda doğrudan böyle bir siyasal mesaj yok. Kitabım bir çözüm önermiyor, durumları işaret ediyor. Masanın üstüne koyuyor, istediğin gibi bak diyor.

* Yusuf Peygamber’in hikâyesini anlatan Mahmut Usta “Bir baba adil olmalıdır, adil olmayan baba evladını kör eder,” diyor. Bugünün baba figürü olmak isteyen muktedirleri adil mi sizce?

Herkese göre değişiyor bu. Eğer düşünce özgürlüğü yoksa ne yapsan adil olamazsın. Ama seçimi de ne yazık ki kazanıyor çeşitli babalar. Adalet duygusu, hukuk sisteminin kuvvetli olmasıyla, maniple edilmeyen mahkemelerin varlığıyla devam eder. Bunların olmadığını görüyoruz. Hukuk sistemine güvenimiz ne yazı ki az. Eskiden de böyleydi. Adalet mülkün temelidir lafını hepimiz biliyoruz. Ama bu uygulanıyor mu acaba?

* Baba-oğul ilişkisinde annelerin ve kadınların yeri neresi?

Sofokles’in efsanesinde de, Firdevsî’nin efsanesinde de kadının rolü arka planda. Erkeklerin iktidar çatışmasının, kudret gösterisinin, hakim olma isteğinin sonucunda babaların ve oğulların ölmesine ağlayan kadınlar bunlar. Çok pasif ve arkadalar. Ben bu kitabı yazarken bunu çokça düşündüm; kadın bakış açısından hiçbir şey yoktu çünkü. Erkeklerin kaderi üstüne kurulmuş bu iki hikâyeyi doğal kabul etmek istemedim. Kendi hikâyemin bir noktasında ananın eleştirisini, farklı açıdan bakma yeteneğini görmek, sesini duymak istedim. Sorgulamasını, yargıda bulunmasını, işin parçası olmasını istedim. Oğluna sahip çıkmasını istedim. Bütün bunları görmek istediğim için Kırmızı Saçlı Kadın gittikçe büyüdü ve sonunda kitaba hakim oldu. Kitabın ilk adı “Kuyu” idi. Otuz yıl ben bu kitabı “Kuyu” olarak düşündüm. Ama sonunda kitap Kırmızı Saçlı Kadın’ın kitabı oldu.

* Babalarımızı baba olunca mı anlamaya başlıyoruz, onları kaybedince mi?

İkisi de. Gençliğimde babam beni büyülerdi. Beni daha çok sevsin, benimle arkadaşlık etsin isterdim. Okuduğu kitaplara bakar, her dediğini dikkatle dinlerdim. Onunla sinemaya gitmeye bayılırdım. Durmadan konuşurdu sinemada, bak şu adam gelecek, şu kadın böyle yapacak, bence katil bu adam diye konuşup dururdu. Ama yine de bayılırdım. Hem bunalırdım bu hallerinden hem de onun gibi olmak isterdim. Eğlenceli ve hayal gücümü, özgürlüğümü destekleyen bir babam vardı. Ben de baba olduğumda kızıma, babamın bana davrandığı gibi davranmak istedim. Güven vermek istedim, özgürlük vermek istedim. Bu kitapta hem baba-oğul olmanın duygusal yanı hem de edebi metinlerin derinden kazılması var.

İSTANBUL PEK ÇOK KAYNAĞINI BOL KESEDEN TÜKETTİ

* Romanınız Türkiye’nin otuz yıldan uzun sürecine tanıklık ederken, İstanbul’un değişimini de izliyor. Şöyle diyorsunuz romanda: “İstanbul ve üzerine oturduğu toprak doğallığını ve saflığını kaybetmişti artık.” İstanbul saflığını yitirdi mi? Bugünün İstanbul’u ne hissettiriyor size?

Bu roman sadece 1988’de komşu arsada gördüğüm kuyucu ustası ile yaptığım röportaja dayanmıyor elbette. Daha sonra başka ustalarla konuştum. Geçen yıllarda İstanbul, pek çok şeyde olduğu gibi su kaynaklarını da bol keseden tüketti. Artık artezyen ile kolayca derinlere girilebildiği için, 12 metrede su bulmak kolay değil. Artezyen ile yukardaki su kaynaklarını tükettiler. Yani burada da doğallığın yittiği bir alan var. Buna isterseniz biraz romantikleştirerek çocukluğumun İstanbul’u kayboldu diye bakarsınız. Herkes doğduğu şehrin doğal olduğuna, geçen yıllarla yapaylaştığına inanır.

* Siz bugün İstanbul sokaklarına çıktığınızda, şehre baktığınızda kendinizi yine iyi hissediyor musunuz peki?

Hissetmiyorum. Ama hep de kendime soruyorum; bu duygunun ne kadarı benim yaşlanmamdan ne kadarı şehrin bozulmasından kaynaklanıyor. Bir de unutmayalım ben Nişantaşı’nda büyüdüm, hep güzel evlerde yaşadım. Ama bu şehre gelen 12-13 milyon yeni insanın benimki kadar kaynağı ve şansı yoktu. Öyle güzel evleri yapacak imkanı, mimarı, parası yok. Şimdi onlara dönüp “Sizin bu TOKİ evleriniz de çok çirkin,” demeden düşünmeliyiz. Bunda haklı olduğumuz bir yan var ama sınıfsal olarak da biraz sorgulamamız gereken bir durum var. Nostaljik değilim, eleştirmeyi de seviyorum ama herkesin benimki kadar olanağı yok, bu çok ince bir nokta. Bu ince çizgiyi edebiyatla da örnekleyebilirim. Örneğin edebiyatta da yeni bir akım çıkıyor, kimileri zor şeyler yapıyor. Bazılarımız bunu takip edebiliyor, öğrenebiliyor. Bazılarımızın haberi bile olmuyor. İmkanları yok çünkü. Böyle durumlarda hemen aşağılamadan, dışlamadan önce sorgulamamız gerekiyor.

ROMAN SANATI "AYNI ANDA" DEME SANATIDIR


* Kitabın sonuna dair sorular sormuyorum. Çünkü, çok net söyleyeyim, okurun heyecanını kaçırmak istemiyorum.

Evet. Yazarın “Bundan sonra ne olacak?” sorusunu bilinçli olarak sordurttuğu bir kitap oldu. Sayfayı çevirtecek yazar hilelerini, tuzaklarını kuran bir kitap. Bazen bunu post-modern bir hileler yapıyor ve kitabın yazarının kim olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Bazen bunu bir suçu gösterip cevaplarını vermeden, merak ettirerek yapıyor. Şöyle düşündüm; yüksek konularla, efsanelerle ilgilenen felsefi bir roman bu. Okurun rahatça içine girebilmesi için hem kısa yapayım hem de merak unsurunu bir detektif romanı gibi öne çıkarayım. Bu çocukluğumda resimli romanlardan öğrendiğim bir şeydir. Devamı gelecek haftaya duygusu... “Ansızın” duygusu...

Ben de “tam o esnada”yı severim... O esnada başka bir yerde..

Evet, evet. Aslında bunların üstüne güzel bir semiyolojik yazı yazılabilir. Çünkü hâlâ bunları kullanıyoruz. Roman sanatı “aynı anda” deme sanatıdır.

KAOS KORKUSU VE ZENGİNLEŞME İSTEĞİNİN KARŞISINA KONDUĞUNDA ÖZÜRLÜKLER ARKADA KALIYOR

* Doğu toplumları neden otoriter bir güç istiyor? Ekonomik güç için mi? Kaos korkusundan mı?

Bu konuda bir genelleme yapmamaya özen gösterdim. Ama şunu söylemeliyim. Ekonomik büyüme gerçekleştirmiş olan Hindistan’da bizimkine benzer bir durum var. Arundhati Roy, biliyorsunuz, Hindistan’ın önemli, entelektüel bir yazarı, Nobel alabilecek bir isim. Roy’a dava açıyorlar. Pankaj Mishra, The Guardian’da bu konuyla ilgili yazdı. Ekonomik büyüme gerçekleşince ne bekliyoruz biz? Özgürlükler artsın istiyoruz. Ama tam tersine milliyetçilik artıyor. Hindistan’da bir adam çıkıyor; onu ezeceğim, buna baskı yapacağım, şu camiyi kapatacağım, buna dava açacağım diyor. Yani bu baskılar sadece Türkiye’de olmuyor ve bu insanlığın geleceği açısında çok korkutucu. Asya toplumlarında da zenginleşme oluşuyor, oralarda da seçimlere gidiliyor, ama insanlar oralarda özgürlüğü seçmiyor. Kaos korkusu ve zenginleşme isteğinin karşısına konduğunda özgürlükler arkada kalıyor.

* Özgürlük kavramı soyut kalıyor da diyemeyiz aslında...

Hayır, bile bile veriyor bu kararı halk. Benim gençliğimdeki seçimlerde de böyleydi aslında. “Halk bilmiyor, anlamıyor,” demek büyük hata olur. Biliyor, anlıyor ve bile bile seçimini böyle yapıyor. Elbette halk “tek renkli” bir topluluk değil. Örneğin Aleviler, Kürtler öfkeli. Ama genel olarak muhafazakârlara baktığımızda bu değerleri yan yana koyduklarında “Aman ekonomik büyüme bozulmasın,” dediler. Özgürlüklerin değerini bilmedikleri için değil. Bile bile dediler bunu. Muhalefetin de bu “bile bile” durumunu düşünmesi gerekiyor.

GÜNE GAZETE OKUYARAK BAŞLAMIYORUM

* Can Dündar ve Erdem Gül’ün içeride olmasına çok üzüldüğünüzü söylemiştiniz. Bir gün içinde bile o kadar çok olay yaşıyoruz ki bu ülkede. Üzüntü yaka iğnemiz oldu. Böyle bir ruh halinde çalışacak gücü nasıl buluyorsunuz. Örneğin sabah gazetenizi açıyorsunuz ve...

Açmıyorum. Sabahları gazete okumuyorum. Ben öğleye kadar gazete okumamayı 1970’lerde öğrendim. O yıllardan beri öğlen saatlerinden önce gazete okumuyorum. Bu bence Türkiye gibi bir ülkede romancılık için şart. Yıllar önce Borges’in “Gazete okumuyorum,” dediğini öğrendiğimde çok özenmiştim buna. Burada çok zor bu ama sabahları çalışabilmek için gazete okumamak konusunda kendimi tutuyorum. Burada her zaman siyaseti düşünmeniz, konuşmanız gerekiyor. Sizden hep bu bekleniyor. Geçenlerde Fellini ile ilgili bir şey okuyordum. Ben Fellini’nin hep “orta sol” olduğunu düşünmüşümdür. Aslında “orta sağ” demek daha doğru. Ama bunu takip edeceğimiz bir durum hiç olmamış. Neden? Çünkü Fellini hayatı boyunca doğrudan siyasi bir konuşma yapmamış hiç. Ne kadar şanslı adammış. Böyle yaptığı için kimse ona “Vay kalpsiz herif, sen de ne kadar korkak adammışsın,” dememiş. O sadece sanatını yapmış. İtalya da sorunsuz bir ülke olmadığı halde, herkes Fellini’den durmadan açıklama yapmasını değil, güzel filmler yapmasını beklemiş. Bunu kıskandığım zamanlar olmuyor değil.

* Bu 14 ay içinde hiç yazamadığınız, durmayı düşündüğünüz oldu mu?

Olmadı. Hayatımın en kötü döneminde, dava açıldığında, Türkiye’de durabilecek miyim diye korktuğum dönemde bile her gün kalkıp romanımı yazıyordum.

*Şu anda o korkular kalmadı değil mi?

Hayır. Çok az. Şahsi korkum yok ama ülke için endişeliyim. Baskılar, gazetecilere açılan davalar, hapse atılmaları...

* Belki de o gerilimi atmak için daha çok sığınıyorsunuz yazmaya...

En büyük mutluluktur yazmak. Ben orada mutlu oluyorum. Hayatımın en zor dönemlerinde de hep öyle oldu. Eşimden ayrılmışım, babam ölmüş, işler iyi gitmiyor, depresif vaziyetteyim... Ama tam o zamanlarda da her sabah kalkar “İstanbul” kitabımı yazardım. Yazmak bana berbat dünyadan kaçma olanağı veriyor.

KİTAPLARIMIN GÜZEL BİR FİLM OLMASINI İSTERİM

* Masumiyet Müzesi’ndeki eşyaların replikalarından oluşan sergi Londra’da açıldı ve yoğun ilgi gördü. Batılı okurlarınızın bu sergiyle ilişkisinde buradan farklı olarak neler gözlemlediniz?

Tam olarak Batılı okur demeyelim, Londra dünyanın en kozmopolit şehri. İlgi romandan çok müzeye oldu. Bir romanda anlatılanlardan yola çıkılarak oluşmuş müze fikrine yani. Özellikle çağdaş sanat takipçileri çok ilgilendi. Buradan küçük bir bölüm götürebildik ama yine de büyük ilgi gördü. Hem kitabı bilenler hem de bilmeyenler ilgilendi.

* İngiliz yapımcı ve yönetmen Grant Gee “Anıların Masumiyeti” adlı bir belgesel film çekti. Siz de bu belgeselin senaryosu için metinler yazdınız. Film ifİstanbul’da izleyiciyle buluşacak. Bu belgeselle ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum.


Londra’da yalnızca Masumiyet Müzesi’nden çıkan kutular sergilenmedi. Grant Gee’nin filmi de sergilendi. Bu film kitabımın şekerli bir Yeşilçam versiyonu değil. Yani Füsun’la Kemal’in aşk hikâyesini arayanlar bunu bulamayacak. Ama Füsun, Kemal, kitap, Orhan Pamuk’un yaptığı müze, İstanbul’un esrarı, nesneler... Çok yetenekli İngiliz bir sinemacının İstanbul’u Orhan Pamuk’un eseri sütünden görmesi diyebiliriz. Çok ilginç, entelektüel ve yer yer zor bir film... Onlar adını “Masumiyet Müzesi” koymak istiyordu. “Bu Masumiyet Müzesi değil, anılarının masumiyetinin filmi dedim ve böyle koydum adını...

* Birgün yeniden sinemada bir şeyler yapmayı düşünüyor musunuz?

Bir süredir Kar’ı yapmak istiyorlar mesela...

* Türkiye’den mi yurtdışından mı?

Yurtdışından. Ama ipin ucu kaçar diye korkuyorum. O olmasın diye her aşamasıyla ilgilenmem, belki senaryoyu yazmam gerekiyor. Ama bu da çok zaman alacak, çok zorlu bir iş. Eğer istediğiniz gibi olmazsa çok kötü bir süreç yaşıyor ve depresyona giriyorsunuz. Bunlardan korktuğum için hep ihtiyatlıyım. Adım da ihtiyatlıya çıktı. Ama Kar, Benim Adım Kımızı, Masumiyet Müzesi şöyle güzel bir film olsa çok isterim. İsterim ama birilerinin önce beni ikna etmesi gerekiyor.

SÖZ VERİYORUM...

* Şimdi sırada yine kalın bir Orhan Pamuk Romanı var, biliyoruz. Adı da şimdilik Veba Geceleri. 2017’de tamamlamayı düşündüğünüzü söylüyorsunuz.

Ama ben bu kısa romanlarınızın devamının gelip gelmeyeceğini de çok merak ediyorum.
Bunu isterim. Kafamda Bir Tuhaflık bittiğinde Patrick Modiano okuyordum. Çok etkilendim. Böyle bir roman yazmayı çok istedim. Çok baskı kurdum kendime, çok bağırdım Beyaz Kale’de yaptığın gibi sıkı bir yapı oluştur, kısa bir roman yaz dedim her gün. Defterimin her yerine notlar aldım. İki yüz sayfayı geçme, iki yüz sayfayı geçme yazdım.

* Madem öyle bir de şunu sorayım. Bir hikâye kitabı yazmayı düşünmüyor musunuz?

Çok isterim kısa hikâye yazmak. Ama yapamıyorum. Bunu kendime sık sık söylüyorum. Thomas Bernhard’ın Lydia Davis’in kısa hikâyeleri var, onlar çok seviyorum. En çok da Umberto Eco’nun bir cümlelik hikâyesini seviyorum: “Sabah uyandığımda dinozor yanımda ölü yatıyordu.”

* İsterseniz yazabilirsiniz...

Yekta Bey size söz veriyorum, on yıl sonra önünüze koyacağım hikâye kitabını. Ama on yıl zaman tanıyın bana...

* Bunu yazarım ama. Söz verdiniz yani...


Tamam. Sözümü tutacağım. Ama on yıl istedim sizden...