Son romanı ‘Serenad’da 1915 Katliamı, Struma Trajedisi gibi tarihî olayları anlatan Zülfü Livaneli, “Tüm devletlerin sırları var ama Türkiye’ninkiler biraz daha fazla” diyor.

Sorgulanan vatanseverlik, devletlerin sırları, zulümleri, Ermeni Tehciri, Struma Trajedisi, Nazi Almanyası, Mavi Alay... Tüm bunların ortasında Maya adında bir kadınla, Profesör Maximilian Wagner... Zülfü Livaneli yeni romanı Serenad’da birbirine bağlanan çok katmanlı kurguya, tarihte izi kalan ve izi silinmeye çalışılan olayları dâhil ederek deyim yerindeyse okuyucuyu tarihle yüzleşmeye çağırıyor. Livaneli’yle Serenad vesilesiyle biraraya gelip cehalet çatışmasından, milliyetçiliğin bizi nasıl parçaladığına, Struma olayında Türk ve İngiliz hükümetlerinin sırlarına, köklerimizi öğrenmekten nasıl korktuğumuzdan Kemalizm’e kadar birçok şeyi konuştuk.

Çok katmanlı bir romanla karşı karşıyayız, öncelikle romanı kurarken yarattığınız ilk kahraman ya da düşündüğünüz ilk tarihî olay hangisiydi merak ediyorum?

İki kahramandan yola çıktım; Maya ve Profesör Maximilian Wagner. Bir şubat günü onların havaalanında buluşması gözümde bir imge olarak canlandı. II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’ye gelen profesörler eskiden beri ilgimi çekiyordu. Tabii bir de profesörler olunca Nazi Almanyası o dönemin Türkiyesi, Refik Saydam hükümeti girdi işin içine.

Profesör, ‘Medeniyetler Çatışması’ndan, ‘Cehalet Çatışması’ndan bahsediyor ve Batı ile Doğu’nun birbirini tanımadığını, iletişimin bu kadar ilerlediği bir dönemde hâlâ Cahiliye döneminde yaşadığımızı söylüyor. Cahiliye döneminde miyiz sizce?

Samuel Huntington’ın ‘Medeniyetler Çatışması’ biliyorsunuz dillere pelesenk bir klişe oldu. Bence bu Batı’nın ayrımcı düşüncesi, eğer ayrı ayrı medeniyetler var derseniz farklılığı kabul ediyorsunuzdur. ‘Cehalet Çatışması’ Edward Said’in sözüdür ve bu doğru bir yorumdur. Batılı entelektüellerle konuştuğumuzda onlar sadece batılıdır. Biz konumumuz gereği Mevlana’yı da biliriz, Shakespeare’i de biliriz, bu yüzden de Doğu aydınlarının bakışı Batı aydınlarına göre daha sağlam ve tutarlıdır. Bu tek taraflı bir cahiliye, biz o tarafı biliyoruz ama onlar bizi bilmiyor. Ve bu cehalet çatışmasından da önyargılar çatışması çıkıyor...

Maya ve İstihbarat örgütü arasında geçen diyalogda vatanseverlik sorgulanıyor. Milliyetçiliğin bu kadar ‘damar’ olmasıyla ilgili siz ne düşünüyorsunuz?

Çok tehlikeli buluyorum. Ben 12 Mart hapishanelerinden geliyorum. Milliyetçilik ideolojisi yüzünden insanların ezilerek, parçalanarak yok edildiğini çok iyi biliyorum. Milliyetçilik tarihte büyük felaketlerin nedenidir ve bizde de ne yazık ki engel olunamayacak bir şekilde gidiyor. Yıllar önce Milliyetçiliği ulusalcılık diye tercüme edip ulusal sol diye bir şey çıkardılar. Ben buna yazılarımla çok karşı çıktım. Sol milliyetçi (nasyonalist) olmaz; yurtsever (patriot) olur. Ama Türkiye’de sol, milliyetçilik tuzağına düşürüldü ve o yüzden de bu noktaya geldi.

Maya’nın babaannesi Ermeni Tehrici’nde öldürülen anne- babası için; “Onları öldüren hastalık değil insanoğlunun zalimliğidir” diyor. Bu zalimlikle başa çıkmanın yolu yok mu?

Onlar zalimlik yapmaya devam edecek, biz de zulme karşı durmaya. Ama burada iki mesele var; birincisi bireysel zalimlik, ikincisi ise devletlerin zalimliği. Bu romanın en önemli meselesi devletlerle bireyler arasındaki ilişkiler. Hiçbir devlet masum olamaz. Devlet öyle bir organizasyon ki çeşitli insan topluluklarından ve çıkarlardan oluşan kitleleri yönetmek için suça bulaşmak zorunda. Kitabı düşünelim; Alman hükümeti suçlu, İngiliz Hükümeti suçlu, Türk hükümeti suçlu, Soyvetler de suçlu. Ben hiçbir devletin masum olduğuna inanmam, kimse beni buna inandıramaz.

Romanda bahsi geçen olayların bazıları gündemde ama bazıları da aslında belki son iki kuşağın haberdar bile olmadığı tarihî olaylar: Struma trajedisi ve Mavi Alay... Serenad’da bir mesaj kaygınız olmadığını biliyorum ama işaret ettiğiniz bir yer de yok değil...

Unutulandan da öte unutturulan ve gizlenen olaylardır bunlar. Struma, ilgili bütün devletlerin gizlediği bir olay, suç. Tabii Refik Saydam ve Türk hükümeti tek suçlu değil, ama hepsi saklıyorlar. 769 insan öldürülmüş. Bugün hâlâ belgeler yok ortada, Dışişleri Bakanlığı vermez. 70 gün senin limanında bekleyen bir gemideki insanların feryatlarına, ağlamalarına, felaketine göz yumuyorsun, sonra Karadeniz’e çekip ölüme terk ediyorsun. Bu bir insanlık suçu. Britanya’daki Royal War Museum’da bütün savaş dökümanları vardır, girin Struma yazın hiçbir şey çıkmaz. Britanya’da parlamento kayıtları gizlenemediği için ben konuyu daha çok oradan çalıştım.

Her devletin büyük sırları var yani...

Tabii devletlerin sırları var ama Türkiye’de biraz daha fazla. Hiçbir insan, hiç bir aile tam olarak kökünü bilmiyor, sırlar ülkesi burası.

Köklerinin bir tarafının Ermeni olduğunu öğrenen Maya’nın kardeşi bunu bir sır olarak görüyor ve zaten ona göre Ermeni kanı da pis. İki kardeş bu yüzden ayrılabiliyor...

Böyle bir ayrım var Türkiye’de. Tarihin acılarına insani gözle bakmayı seçenler var ama diğer taraftan da hâlâ ‘kan’ diye bakanlar var. Kan diye bakılacak en son ülke Türkiye’dir. Hodri meydan, verelim kanlarımızı bir gen araştırması yapalım, ne olur biliyor musunuz?

İronik olacak ama ‘kan çıkar’ herhalde...

Mernis programında dededen gerisi yok, bilgiler verilmiyor. Bir türlü çok kültürlü, çok dilli bir yapı olduğumuzu kabul etmiyoruz. Uluslaşma sürecini anlıyorum, imparatorluk yıkılınca Balkanlardan, Ortadoğu’dan, Kafkasya’dan canını kurtaran kendini buraya atmış, Anadolu son sığınak olmuş. Ama 80 yıl sonra sen hâlâ zorlayarak uluslaşma sürecine devam edersen inandırıcı olmaz, insanları tek kimliğe indirmeye çalışmak nafile bir çaba. Hem ne gerek var! Kuruluştaki uluslaşma süreci anlaşılabilirdi çünkü harabeler arasında yeni bir hayat kurulmaya çalışılıyordu. Ama sonradan bu istismar edildi. Milliyetçiler, yüzlerine Kemalizm adını verdikleri bir maske takarak inanılmaz kötülükler yaptılar. Oysa Mustafa Kemal “Ben size hiçbir dogma, hiçbir değişmez kural bırakmıyorum” diyordu. Akla ve çağın gereklerine göre yapılacak yorumlara işaret ediyordu. Ama onu dondurup, darbelere maske yapmaya çalıştılar. Mesela Kenan Evren’in Mustafa Kemal’le ne ilgisi var? Yıllardan beri Kemal’le Kemalizm’i birbirinden ayırırım.

Özellikle de romanlarda okurda tarih bilinci gereksinimi uyandırmanın önemi nedir size göre? Roman bozulmuş bir toplumda gerçek değerlerin araştırılması mıdır sizce de?

Tamamen doğru. Roman yoluyla gerçeğe ulaşmak çok önemli. Dinlere bakalım; Tanrı bile kitapla seslenmiş insanlara. Roman öyle bir form ki toplumları birbirine yaklaştırır. Ben Alman toplumunun ne olduğunu Heinrich Böll’den, Günter Grass’tan öğrendim. Japonya’ya çok gittim ama insanlarını Haruki Murakami’nin romanlarıyla tanıdım, onun sayesinde anladım.

Peki, Türkiye edebiyatta kendi kültürünü, tarihini yeterince yansıtabiliyor mu?

Evet. Nâzım Hikmet yazıyordu, Ermeni meselesini de yazmıştı, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Orhan Kemal bu ülkenin gerçeklerini yazdılar. Türk edebiyatı bu sınavı verdi zamanında ama son yıllarda ülkenin sırlarından ve toplumsal mücadelelerinden kopuk bir sanat anlayışı var. Ona da saygı duyuyorum, dünyada da böyle bir postmodern tavır var ama ben ona dahil değilim.

Yaşar Kemal yıllar önce Türkiye’de aydın olmayı ‘Zilli Kurt’ olmaya benzetmişti. Sizce Türkiye’de aydınlar bir nevi zilli kurt mu hâlâ?

Evet! Aydınların durumu korkunç. Öldürülen, hapsedilen zulüm gören aydınlarımız var. Bugün daha da zor bir noktaya geldik. Eskiden bir tarafta faşizm bir tarafta da demokratlar vardı. Ya siyah ya beyazdı. Şimdi her şey birbirine karıştı. Bu son tutuklamalardan sonra BM toplantısı için New York’a gittim. Orada bana New York Times’tan, Wall Street Journal’dan gazeteciler, “Türkiye’de ne oluyor?” diye sordular. Şaşırmışlardı. Dedim ki, ‘’Bilmiyorum.’’ Çünkü gerçekten bilmiyorum, anlamıyorum.