Sabit Fikir ve İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen ve ilgiyle takip edilen Sözünü Sakınmadan, yaz aylarının bitmesi ile bahçeden üst kata taşınırken, Ömer Türkeş ve Semih Gümüş’ün bu seferki konuğu Sema Kaygusuzdu.

Dil ve edebiyattan kendi tarihimizle yüzleşmeye pek çok konunun konuşulduğu sohbete Semih Gümüş, Sema Kaygusuz’un “edebiyatın her şeyden önce dil içinde yaratıldığının, onun içinden çıkarak öyküye ve romana dönüştüğünün bilincinde bir yazar olduğunu vurgulayarak başladı.

Dil odaklı bir yazar olmaktan mutluyum

Kaygusuz ise dil odaklı bir yazar olmaktan memnun olduğunu vurguladı: “Dil bir varlık alanıdır ve ortaya koyarken felsefi, etik bir seçim yaparız. Sözcükler mutlak ya da somut değil, yazarın yeniden anlam kurduğu, ürettiği ve hatta tasfiye edip bozduğu şeylerdir. Gündelik hayatımızdaysa dil ile kurduğumuz ilişki, otoritenin dayattığı bir şeydir. Haberlere baktığımızda en yüzeydeki duygularımıza hitap eden, onları kanırtan bir yaklaşım görürüz. Reklamsa insanları aptal yerine koyar. Edebiyat bu dayatmaların dışında kurar dili, bunu sözcüklerle yapar. Dolayısıyla 50 sözcükle edebiyat yapılmaz, dile hâkimiyet kuramayan yazarın başarılı olabileceğine inanmıyorum.”

Metinlerinde müzikal bir tını da aradığını vurgulayan yazar, “Her yazarın bir üslubu var; kimisi sayfa sayfa, kimisi cümle cümle düşünür. Ben sözcük sözcük düşünen bir yazarım” dedi.

Tekvin’de Tanrı’nın kainatı yarattıktan sonra şeylere isim vermek için Adem’i yarattığını anımsatan Kaygusuz, insanın baktığı şeyi tanımladığını ve okumaya başladığını söylerken, bu açıdan, edebiyata başladığı öykü türünün romana göre daha atak, refleksleriyle düşünen bir tür olduğunu dile getirdi.

İnsan gençken küstah oluyor ama rezil olmuyor

Yazmaya başladığında hiçbir şey bilmediğini ve Varlık’a gönderdiği ilk öykülerinin ödül kazanmasının ardından “Poetikanız ne? Kimlerden etkilendiniz?” gibi soruların karşısında şaşırdığını söyleyen yazar, kendi kuşağından gelen yazarların yollarını el yordamıyla bulduğunu belirtti: “Okumaya dair kafa karışıklıklarının olduğu Özal döneminin çocuklarıyız ve benim kuşağımın yazarları öncülleriyle yakın ilişkileri olan bir kuşak değil.”

Eski öykülerini beğenmediğini de belirten yazar, Ortadan Yarısından’ı bir daha yayımlamayacağını, çok beğenilmesine rağmen Sandık Lekesi‘yle de anılmak istemediğini belirtti: “Sandık Lekesi benim için bir sıçramadır; Ortadan Yarısından’daki acemilikleri barındırmaz. Ancak yine de bu kitaplarımla özdeşleştirilmeyi tercih etmiyorum. Çünkü öykü anlayışım her geçen gün evriliyor; bunu yılbaşında çıkacak yeni kitabımda da görebileceksiniz.”

“Gençlik yıllarında, kitaplarımla ilgili o ilk konuşmalarımı düşününce, kendimi çok küstah buluyorum” diyen Kaygusuz’a göre, gençlikte küstahlık normal sayılır: “Büyümenin diyalektiğinde şöyle bir şey var, insan gençken rezil olmuyor. Asıl rezalet 50’sinden sonra başlıyor! Gençlikte küstahlık kendini kışkırtmaktır biraz.”

Ne kadar şikayet ederseniz merkezde o kadar gözünüz vardır

Yazar, olgunluk döneminin Yere Düşen Dualar ile başladığını belirtiyor: “Yere Düşen Dualar’ı yazdığımda kendimi bir birey olarak da öğüttüm. Çünkü ne kadar çok şikayet ederseniz merkezde o kadar gözünüz var demektir. Yere Düşen Dualar’ı yazdığımda dünyevilikten vazgeçmiştim. Asıl o kitabı yazdığımda bir edebiyatçı gibi düşünmeye başladım.”

Söyleşide, aynı hikâyenin iki ayrı biçimde anlatıldığı kitabın yapısı ve Kaygusuz’un kitapta yapmak istedikleri de uzun uzadıya konuşuldu. İkinci bölümüne yöneltilen eleştirilere katılmadığını belirten ve Deleuze’un betimlediği iki tip adaya göndermede bulunan yazar, “Biz rüya gören varlıklarız. İmgesiyle, mitoslarımızla bir gece hayatımız var. İkinci bölümde rüya alemi ve mitostan bahsediyorum. Ben söyleyeceğimi ilk bölümde söyledim. İkinci bölümde gerçekliğin gerçekte nasıl yaşandığına eğildim. Kişinin içindeki çoğulluğa, kafa karışıklıklarına, çağrışımlara, esintilere ihtiyacım vardı” dedi.

Almanlar anlamadı, koloni geleneği olan Fransızlar anladı

Yazmasının uzun bir süre aldığı kitapla ilgili kendi fikrine aşık olduğunu söyleyen ve “İkinci bölümü yazarken gerçekten çok zorlandım” diyen Kaygusuz, gelen eleştirileri anladığını ve eleştirilere rağmen gelen olumlu tepkilere de sevindiğini belirtti: “Haz diye bir şey kalmamış; insanlar hızlıca eğlenerek tüketmek istiyor istiyor kitabı. Hız çağındayız, anlıyorum; ama bir de ruhumuz var! Bu kitabı yazarsam özgürleşeceğimi biliyordum ama karşılık beklemiyordum. Yine de bir karşılığı olmasına çok sevindim.”

Yazara göre başka dillere ilk çevrilen kitabı Yere Düşen Dualar’ı Almanlar anlamamış, Fransızlar ise beğenmiş: “Almanlar bilgi odaklı yaklaşıyor, okuduğundan bir şey öğrenmek istiyor. Bizim kültürümüze dair bir şeyler öğrenmek istiyorlar. ‘Varoluş sorununun alası bende var zaten, bana ne seninkinden’ diyor. Oysa kitap duyumlarla, mitoslarla ilgili… Fransızlar bunu anladı. Kendilerinden, psikanalitik yaklaşımlarından bir şeyler buldular. Almanlarda kolonyal gelenek yok, içe kapalılar. Fransızlardaysa koloni geleneği var ve yazarı kendilerine katıyorlar.”

Kurban dili dünyanın en ahlaksız sorusuna kapı açabilir

Söyleşide yazarın Yüzünde Bir Yer isimli kitabında kurduğu dilin, işlediği konunun (Dersim Katliamı) içerdiği acının üstünü örttüğü yönündeki eleştiriler de konuşuldu. Muhalif bir dil olarak “kurban dili”nden sakınmak istediğini söyleyen yazar, bunun sebebini, “Bu dil dünyanın en ahlaksız sorusuna kapı da açabilir: Bunlar neden oldu? Çünkü insanlar isyan etmiş, çünkü, çünkü… Ben bunu yapmak, 15.000 kişinin öldüğü bir olayı 'çünkü'lerle tartışmak istemiyorum. Bunları yaratmamak için nasıl bir dil kurmalıyım diye düşündüm. Babaanneme baktım. Onun sığındığı Hızır mitosunun köklerine baktım. Bu konunun niye konuşulmadığını düşündüm. Fransız psikanalizcilerini okudum. Tecavüz gibi insan benliğini altüst eden olaylar konuşulmuyor, utanç faktörü giriyor. Utanç dilsiz oluyor. Hikayeye bir de asimilasyon yönüyle baktım. Ben şöyle düşündüm: Tek bir kadının torunu olmayayım. Alman deportizasyonuyla da benzerlikler var Dersim’de. Aborjinlere ve Kızılderililere de benziyor. Kızılderililer de benzer bir “medenileştirme hareketi”. Ben onların da torunu olmak istedim.”

Toplu mezarlarla yüzleşmek

“Yaşadığımız acıları anlat diyor Dersimli bir entelektüel. Kıyamam ki bunu yapmaya. Bir şeyi anlattığın zaman pornografik bir şiddetin parçası olabilirsin. Ben askerleri tekrar köye sokmak istemedim… Bir de bildiğim bir şeyi yapmak istedim. Bu da suskunluğun bana nasıl tesir ettiğiydi” diyen yazara göre kitap “eksik bir ortama” doğmuş: “Kitapta gerçek bir kişiye yer verdim. Frik Dede. Frik Dede’nin oğlu operasyonda bir yüzbaşı tarafından yakılarak öldürülüyor. Frik Dede bir daha konuşmuyor, çünkü bu dünyadaki dilini kaybediyor. Bu kitap çıktıktan sonra o yüzbaşı bir örgüt tarafından öldürüldü. Belki öldürenler o tarihlerde doğmamışlardı daha. Ama insanların içine işlemiş o acı. Yüzbaşının öldürülmesinin nedeni devletin bir ahlakı olmaması. Ona maaş vermeye devam etmese, yargılasa, o milisler onu öldürür mü?”

“Bu ülke kurban dilini daha halletmemiş. Kenan Evren’i daha yargılamamış, toplu mezarlarıyla yüzleşmemiş… Sabiha Gökçen hala modern kadın sembolü olarak sunuluyor, Atatürk hala tabu. CHP’den Onur Öymen kendi halkını katledenleri mecliste kahraman gibi savunuyor.”

Ömer Türkeş, Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz” sözünü hatırlatarak, romanın yine de yaşanan acıyı dili nedeniyle bir parça örttüğünü, bunun da tartışılır bir şey olduğunu söylemesi üzerine Kaygusuz, “Kitabı çevreleyecek yeterince başka eser yok. Olayı anlatan belgeseller çekilmeli, tanıklıklar dile gelmeli... O zaman, belki 10-15 sene sonra bu kitap, kütüphanedeki yerini bulacak” yorumunda bulundu.

İnsan önce hayvanı ötekileştirdi

Semih Gümüş’ün yazarın “İnsan önce hayvanı ötekileştirdi” sözünü hatırlatması üzerine Kaygusuz şunları söyledi: “Faşizmden önce cinsiyetçilik, cinsiyetçilikten önce türcülük var. Doğayı evlilik yapılabilen dişi bir alan gibi gördüğümüz için zapturapt altına alıyoruz. Bunu tek tanrılı dinler de yapıyor! Kainatı insana emanet edilmiş bir şey olarak görmek, biraz yüzeysel bir okumayla firavunlar yaratmaya yol açıyor.”

“Önceden hayvana öykünme vardı” diyen yazar kerpiç yapmayı kırlangıçtan öğrendiğimizi, manda ve inek gibi hayvanlarınsa insanlara yaklaştığında dile bile etki ettiğinin altını çiziyor: “Anne anlamındaki ‘mama’ seslenişini, kendi yavrusunu çağıran inekten öğrendik.”

Zavallı bir uygarlık ve incir ağacından devşirilen felsefe

Hayvanları ruhsuz ilan ettikten sonra kölelerin, sonra da kadınların ruhsuz ilan edildiğini söyleyen yazar, belgesellere de dikkat çekiyor: “Hayvan belgesellerinde doğa yok. Beslenen timsah neden katil olsun? Orada kendisini tehlikeye sokan ‘Afrikalı suçlular’ın hayatını gösteren Anglo-sakson bakışı var! Şunu unutmamak gerek: Her şeyin bir öz otoritesi var. Ateşin, ağacın, suyun... Ağacın kökü, içsel otoritesini hayata geçiriyor, betona rağmen yerini açıyor. Biz o otoriteden esinleneceğimize, baskıcı, hiyerarşik otoriteye muhtaç, zavallı bir uygarlık kurduk. Ve ona inanıyoruz ne yazık ki! Bu yüzden taşın, toprağın, hayvanın hakkını savunmayan bir sosyalizm olamaz bugün,” diyen Sema Kaygusuz, gelen bir soru üzerine felsefeyle ilk etkileşiminin de kitaplardan olmadığını söyledi: “Babaannem ben doğduğumda incir ağacı dikmiş. Çocukken bir inciri koparıp yemeye kalktığımda “Dikkat et, o senin kardeşin!” dedi. Bütünlük, evreni iç bünyede taşımak... İlk felsefi ürperişim buydu. Sonra Spinoza, Deleuze gibi isimlerle tanıştım.”

Kendi zamanını kurmak

Yazarlığı ile ilgili de konuşan ve “Ödül aldıktan sonra sahtekâr gibi hissetmemek için gece gündüz çalıştım. Dinlenirken bile satranç oynuyorum, hiç dinlenmiyorum” diyen Kaygusuz, başka işlerde çalışamadığını vurguladı: “Reklam yazarlığı da yaptım ama ruhumda bir yarılma hissettim, hasta oldum. Benimkisi sadece okuma ve yazma odaklı bir yaşam.”

Kaygusuz, “Lineer zamandan kopmayı bilmek, kendi zamanını kurmak” gerektiğini söyledi ve “Dünya çok çekici ve rekabete çağıran merkeziyetçi bir yapısı var. Onda gözünüz yoksa artık sizin için iktidar da yoktur,” dedi.

Virginia Woolf’un sözlerini hatırlatarak, “Yazar olmak için kendine ait bir oda ve biraz da para yeterlidir” diyen bir dinleyiciyi şöyle yanıtladı Kaygusuz: “Belli ki sizin kendinize ait bir odanız var. Belki de bahsettiğimiz kurban dili, muhalif dil, bu şansa sahip olmayan yazarlarda gelişiyor”.

Haydar Ergülen, Faruk Duman gibi aynı zamanda başka işler yapan yazarları hatırlatan Kaygusuz, “Ben iki işi bir arada yapamıyorum. Bu bana dair bir şey ve elbette yapabilenler de var. İstedikten sonra yapılır” yorumunda bulundu. (Sabit Fikir)