Radikal'den Ezgi Başaran, oyuncu ve çevirmen Serra Yılmaz'la konuştu:
 
Neden 
Geçen sene ‘Pazartesi Söyleşi’lerinde zaman zaman yapmaya çalışmıştım: Gündemin birebir aktörü olmayan, siyasetin değil ama yaşamanın uzmanı olan kişilerin Türkiye’yi nasıl gördüğünü ve yorumladığını anlamak ve size iletmek benim için önemliydi. Bu yıl da mümkün olduğu kadar böyle buluşmalar ayarlayacağım. Sanatçıların, edebiyatçıların gündemle ve kadim sorunlarımızla ilgili neler düşündüğünü size aktaracak buluşmalar olacak. Çünkü bence bu çoğunlukla çok daha samimi, çok daha taze ve çok daha hesapsız oluyor. Türkiye’nin ve tabii Avrupa’nın en iyi oyuncularından ve çevirmenlerinden Serra Yılmaz’la başlıyoruz. Bakalım o Avrupa ve İstanbul arasında gidip gelen hayatında Türkiye gündemini nasıl yorumluyor. Vira bismillah…

Çok sık seyahat ediyorsunuz, memleketten giderken ve dönerkenki hissiyatınız ne oluyor?
Birçok kişide ‘Gitsem ve dönmesem’ hissiyatı var. Ben hâlâ buraya dönmeyi seviyorum. Yurtdışında bir gazete okursam okuyorum. Ya da Twitter ve Facebook’tan takip ediyorum gündemi. Halbuki İstanbul’a döndüğümde çok daha saldırgan bir biçimde gündemin içinde buluyorum kendimi. Ama yurtdışındayken sinir bozucu olan şeyler de var. 
 
Ne gibi?
Türkiye’de yaşananların farkında olmayan Avrupalı kamuoyu. Mesela benim yakınım olan bir sürü insanda bu var. Elbette biz de dünyadaki birçok ülkenin iç siyaset meselelerini çok kabaca takip ediyoruz. Onların da genelde kabaca fikirleri oluyor. Ama bu kabaca fikirler bazen çok yanlışlar içerebiliyor. 
 
Mesela?
Gazetecilerin konumu, ülkedeki demokratik insan haklarının giderek yıpranıyor olması bilgisi ancak ve ancak Türkiye’yle doğrudan ilişkisi olan birkaç akademisyen dışında kimsede yok. Çünkü başlangıçta, yani bu hükümet iktidara geldiğinde onların ılımlı İslam’ı temsil ettiği, desteklenmesi gerektiği düşünülüyordu. Bu genel kanaat hâlâ değişmiş değil çünkü Türkiye’de ne olup bittiğiyle ilgili gerçek bilgiye sahip değiller. 
 
Bu kanaati duyduğunuzda siz ne yapıyorsunuz?
Ne zaman bir şey söylemeye kalksam, ‘Ama canım sizin orası model İslam ülkesi değil mi?’ şeklinde bir cevapla karşılaşıyorum. Ben de hiç de öyle olmadığını, çok ciddi sıkıntılar yaşandığını anlatmaya çalışıyorum, takatim varsa.
 
Eyvah! Örneğin KCK iddianamesine göre bu anlatma çabanız ‘ülkenin itibarını yabancılara karşı zedeleme’ başlığı altında bir suç delili. Böyle yargılanan gazeteci var KCK’nın basın ayağında...
Biliyorum tabii ki. Ama bu ‘suç’ ve benzeri başka ‘suçları’ uzun zamandır işliyorum zaten! Bizim adalet anlayışımızın dışında monte edilmiş davalar bunlar.
 
Memleketle ilgili karamsarlığa kapılmak konusunda mübalağa ediyor olabilir miyiz? Belki de Avrupalı arkadaşlarınız haklıdır.
Hayır hiç abarttığımızı düşünmüyorum. Ben baştan itibaren ‘Ilımlı İslam ülkesi modeli olmak’ konusunu çok sorunlu buluyordum. Benim için din asla politika alanına girmemesi gereken bir konudur. Dolayısıyla bir din adına politika yaptığını iddia eden herhangi bir gücün iktidarından yana olamam. İsterlerse askeri vesayeti gerileteceğiz desinler, isterlerse işkenceyi kaldıracaklarını iddia etsinler… Benim gözümde onları aklamaya yetmiyor. 
 
Dindarlara mı karşısınız?
Hayır. Din özel alanda kalmalı. Teşhir konusu olmamalıdır. Din adına kimse politika yapmamalıdır. Ben öyle görüyorum. O nedenle de bu iktidar ilk günlerinde olumlu görünen adımlar atmış olsa da, mutlaka bir noktada bozulacağını tahmin etmiştim. Çünkü din merkezli her siyasi hamlenin sonunda kan ve nefret getireceğini biliyorum. O yüzden birçok sanatçı, akademisyen, aydın dostum gibi ben sonradan hayalkırıklığına uğramış değilim. 
 
Yıllarca ezilmiş dindar kesimin inanç ve ifade özgürlüğünün görünür kılınması iyi değil mi ama?
Ben bu ülkede dindarların ezildiğini düşünmüyorum ki. Tepeden inmeci ve Kemalist tavrı dindar gözüyle değerlendirip Atatürk’ü bir din düşmanı ilan edenler olduğunun farkındayım. Fakat ben Atatürk’ün yeterince din düşmanı olmadığını düşünüyorum. 
 
Nasıl yani?
Din düşmanı filan değil bana göre. Dinin uygulanması ve yaşanması bu ülkede hiç sekteye uğramamıştır. Türkiye’deki laikliğin de gerçek laiklik olmadığını eminim herkes biliyordur. O yüzden ne din ne de dindarlar bu ülkede baskı altına girmiştir. 
 
Genç kızların başörtüsü takıyor diye yıllarca üniversiteye gidememesine ne demeli? Bu, dindarların ezildiğini göstermiyor mu?
Benim için göstermiyor. Bir ezilmenin tek ölçüsü bu olamaz çünkü. Elbette ki bu yasağı son derece yanlış buldum, baştan beri. Herkes istediği giyim kuşamla tüm kurumlara girip çıkabilmeli. Her ne kadar bu türban meselesinin politik olduğunu bilsek de, yasaklamayı kabul etmem mümkün değil. Üstelik burada söz konusu olan daima ayrımcılığa uğrayan kadınlardı. Kadınlara bir ikinci ayrımcılık seti çekilmesine elbette karşıydım, her zaman karşıyım. Fakat Kemalizmin iktidara geldiği, bağımsızlık savaşı günlerindeki konjonktürle, bugünkü konjonktürü karıştırmamalı. 
 
Şimdi böyle konuştuğunuz için Kemalist, ulusalcı gibi etiketlere maruz kalırsanız, üzülür müsünüz?
Üzülmem çünkü ne olduğumu gayet iyi biliyorum. Kendimi Kemalist olarak tanımlayan biri değilim. Ama Kemalizm’in o dönemdeki gerekliliğinin de bilincinde olan biriyim. Bu kadar basit.
 
Nasıl tanımlıyorsunuz kendinizi?
Herhangi bir etiketle anılmayı reddediyorum. Bana yakıştırılan ve yakıştırılacak şeyler ise beni aşıyor ve bir anlamda da umurumda değil. Çünkü denetlenmesi mümkün değil. Ona ayıracak enerjim yok. Düşünecek başka çok mesele var. 
 
Mesela?
Türkiye’nin belki de bir numaralı sorunundan söz ediyorum. Kürt meselesi konusunda bu ülkedeki basiretsizliği aklım almıyor. Artık şuna emin oldum: Bu savaşın durmasını istemiyorlar. 
 
Kim?
Her iki taraf. Asker de istemiyor. Bir ordunun varlığını, ona aktarılan devasa kaynağı haklı çıkaracak bir gerekçe lazım değil mi... Bitmeyen bir savaş böyle bir gerekçe. Daimi bir düşman, orduya imtiyazlar kazandırmak için birebirdir. Dolayısıyla bazı güçler ordunun bu ayrıcalıklarını sürdürme koşulu gördükleri bu savaşın bitmesini istemez. Aynı istememe Kürt hareketinin silahlı kesiminde de mevcuttur. Aslında bu karmaşa halkın dikkatini esir aldığı için siyasetçilerin de işine geliyor. Milliyetçiliğin artması da onların işine geliyor. Elbette ırkçılığa varan milliyetçilik hep vardı. Ama bu hal, Kürtlere karşı giderek artıyor, şehit sayılarıyla birlikte. Bu konuda beni aşan bir nokta var. 
 
Nedir?
Ölümlerin ayrılması. Şehit sayılarına üzülüp, dağda öldürülenlerin çokluğuna sevinmek. ‘Oh olsun, Cudi Dağı’nda teröristler ölmüş’ demek. Bu mantığı anlamıyorum. Eğer biz barışı gerçekten istiyorsak, iki taraftaki ölümleri de lanet etmeliyiz. Halbuki dağdaki ölümlere ne kadar sevindiğin vatanı ne kadar sevdiğinin göstergesi bugünlerde. Ben Kürt militanlarını terörist olarak adlandırmanın da çözüm yolunda sıkıntı yaratacağını düşünüyorum ve şahsen o dili kullanmıyorum. Ve kendini bu şekilde ifade edenlerin de barıştan yana olduğuna inanmakta güçlük çekerim. Kürtlerin haklarını şiddet kullanarak talep ediyor olması meşru mu değil mi… Bu konuyu böyle bir meşruiyet çerçevesinde tartışamam. Çünkü bana göre eğer bir halkın verilmemiş hakları varsa, onları şiddet kullanmak zorunda bırakmadan o hakları vermek gerekirdi.
 
“SANATÇININ YARATICILIĞI ARTAR“
Senin moralini düzeltmem gerekse sunabileceğim tek şey yine kültür ve sanat alanında olabilir. Yeni çıkan filmleri izlemek, sanat eserlerini görmek, tiyatroya gitmek dışında bir teselli göremiyorum. Çünkü siyasi açıdan daha iyiye yönelik adım atacak yer yok. Kültür sanat alanında verilen tüm mücadelelerin yaratıcılığı artıracağına inanıyorum. Çünkü baskı altında tutulan sanatçılar genelde kendi yaratıcılıklarını zorlayarak söyleyeceklerini söylemek durumunda kalırlar. Bu da hepimize iyi gelir.
 
“Kötülük çağı geri geldi”
Benim her seyahatten sonra buraya dönme enerjimi muhafaza etmemin bir sebebi var: Burası benim mahallem, benim şehrim, benim evim. Ülkenin genel gidişatından bağımsız olarak özlüyorum burayı. Mesela Yunanistan’da albaylar darbe yaptığında sürgünde olan bir Melina Mercouri de vatan hasretiyle gelip Türkiye kıyılarında tatil yapıyordu. Memleketine en benzer yer burası olduğu için. Ben de yurtdışında olmayı sevebilirim ama yeter ki sonunda buraya dönebileyim. İstanbul’a dönme fikrinin olduğu bir göçebelik bana uygun. Ama bu evim bildiğim bu topraklarla ilgili endişelenmediğim anlamına gelmiyor. Kaldı ki endişelerim sadece burayla da sınırlı değil. Dünyayı da kapsıyor. Geçen gün bir arkadaşım çok güzel özetledi hepimizin içindeki endişenin kaynağını: ‘Kötülük Çağı geri geldi.’ Bir yıl sonrasını kendim için göremediğim gibi dünya için de göremiyorum. Yanı başımızdaki çatışmalar, İslam adına Libya, Tunus, Sudan’daki Amerikan ve Alman elçiliklerinin basılması, yakılması… Bende büyük ve sıkıntılı bir bilinmezlik duygusu yaratıyor.