Ne oldu?

Yaşayan efsanenin hayatı filme alındı.

Genelde öldükten sonra yapılır bu işler ama hayattayken de olur. Neden olmasın?

Bir değil iki kez.

Biri K.O.Z., 2014 yılında, diğeri REİS, 2016 yılında.

Tanıtım bültenlerinde, K.O.Z. için şöyle yazılmış:

“Yargı ve polis teşkilatındaki yapılanma; MİT Müsteşarının ifadeye çağrıldığı gece; Gezi olayları; MİT tırlarına yapılan operasyonlar; 17 ve 25 Aralık operasyonları, hukuk cinayetleri başta olmak üzere pek çok konu başlığı yer almaktadır.”

Olaylara hangi pencereden bakıldığını tahmin etmek zor değil ama nereden bakarsanız bakın, bu başlıkların her birinden, bir değil rahat beş on film çıkar.

Dünyanın hemen her ülkesinde cemaat tipi yapılanmalar var ama bizdeki yaşanmışlıklar bir ilk. Sinema için FETÖ olayı ‘yeme de yanında yat’ tır.

Gelelim bu iddialı filmin seyirci sayısına: 313.361.

REİS, doğrudan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hayatı baz alarak hazırlanmış. Seyirci sayısı 189.074.

Bir öykücü olarak seyrettiğim filmlerin önce hikâyesine bakarım.

Bu filmleri de ilk duyduğumda “Malzeme sağlam, hikâyenin seyirciye geçememe sorunu olmaz.” demiştim.

(Hemen dalmayın, iyilik kötülük meselesi ayrı.)

Edebiyatta ‘dişi karakter’ terimi vardır. Hikâyeleştirmeye elverişli anlamına gelir.

Şimdi burada uzun uzun bu filmleri size eleştirecek değilim. Sonuçlar ortada zaten. Her iki film de tartışmasız kötü damgasını yemiş.

Aklımda başka bir soru var. Bu kadar başarısız olabilmeyi nasıl ‘başardılar’ acaba?

Para var, hikâye gani...

“Gişede Recep İvedik’i sollayacağız!” filan diyerek kolları sıvamışlar... Bu vahim sonuç ne?

Düşünüyorum.

Aklıma bir tek şey geliyor.

Sanattan yoksun insanların çaresizliği.

Evet yoksunuz. Sanat konusunda gittikçe yoksullaşıyoruz. Hızla sanattan uzaklaşıyoruz. Çünkü, son yıllarda uyuşturucudan çok sanattan korkan bir sistemin içine doğru itildik.

Dönelim bir de dış dünyaya bakalım. Sanatın modası geçti de bizim mi haberimiz yok?

Varlıklarını hatta yokluklarını paraya çevirme konusunda usta olan İngiltere’ye bakalım mesela. Güncel bir örnek olsun:

Her yılın Nisan ayında Sratford Upon Avon şehrinde bir haftalık Shakespeare Festivali düzenlenir mesela. Öyle ki, bu konuyla ilgili Türkçe bloglar dahi mevcuttur. Festivali duyurmakla kalmaz, Shakespear’I tekrar tekrar bıkmadan usanmadan anlatırlar.

21 Nisan’da başlayan bu etkinliğe bütün dünyadan akın akın davetliler ve ziyaretçiler katılır. Bütün şehir canlanır. Shakespeare kılığına girmiş erkekler mi ararsınız? İrili ufaklı tiyatro gruplarının gösterilerini mi ararsınız? Öyle ki, onlarca panellerin, muhteşem kültürel aktivitelerin hangisine katılacağınızı şaşırırsınız.

Türkiye’den bakınca, “Bu İngilizlerin de işi gücü yok, 500 yıl önce yaşamış sanatçıya evliya muamelesi yapıyorlar.” diyebilirsiniz.

Peki. Dünya edebiyatı dendiğinde, akla gelen ilk isimler arasında William Shakespeare’in olması acaba İngiltere’nin marka değerine ne kadar katkı sağlamıştır?

Buradan yürürsek, Shakespeare’in dünya edebiyatındaki yüksek mevkisine sadece eserleriyle tırmanmadığını da görebiliriz.

Ya biz? Biz sanatçılarımıza, ne yaptık? Mesela bir Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali ve yüzlerce sanatçımız için Kültür Bakanlığı bugüne kadar ne yapmıştır?

Çağdaş yazarlara destek konusuna hiç girmiyorum.

Sanatçının emeğini korumak şöyle dursun, biz çoğu zaman sanatın bir emek olduğunu bile kabul etmiyoruz.

Fikir emekçileri, telif hakkı terimlerine ne kadar alıştık?

Sanatın ülke ekonomisine, topluma, geleceğimize getirdiği katkıyı ısrarla ve aptalca reddediyoruz.

Oysa ki, insan için ruh neyse, toplum için de sanat odur.

Sanattan kopmak sizi K.O.Z. ayarında bir filme götürür.

Sanatçıya saygı ve sevgi duymazsak, değer vermezsek, onu ve sanatını korumazsak gelişen dünyada kaybetmeye mahkum toplumlar içinde olmaya devam edeceğiz.

Bakın. Amazon ormanlarındaki gün yüzüne çıkmamış yerlilerin bile kendilerine özgü dansları, müzikleri, el işleri var.

Hâlâ sanata tu kaka demek, neyin aymazlığı?

Var olduğu coğrafyaya yarardan başka başka bir etkisi olmayan sanatın ve sanatçının bu kadar yok sayılması bir toplum için aleni intihardır.

Fark ettiniz mi, bir 26 Nisan Dünya Telif Günü daha geçti? Sessiz sedasız. Kültür Bakanlığı, sivil toplum örgütleri hele hele Türk Yazarlar Sendikası gibi dernekler ne tür etkinlikler düzenledi acaba?

Ben bir şey duymadım.

Sağlıcakla kalınız.