Korkuyu Beklerken” Oğuz Atay’ın yedi hikâyesinden oluşan kitabının adıdır. Yazar üçüncü öyküsünün başlığını kitabına ad olarak koymuştur.

Yazar, hikâyede korkunun, yaşam mücadelesi içindeki insanın duygu halinin nasıl yaşam biçimi haline geldiğini, nasıl içselleştiğini göz önüne serer.

Öykünün kahramanına gelen bir mektupla başladığı düşünülen korku aslında bilinçaltının tetiklenerek aslında var olanın, öğrenilmiş olanın su yüzüne çıkarılmasıdır.

Korkunun genel geçer bir tanımı wikipedia’da şöyle yapılmakta:

Korku, bir belirsizlik karşısında tehdit algısı ile tetiklenen, rahatsız edici ve olumsuz bir his. Korku belirli bir ağrı veya tehdit olarak algılanan bir olay sonucunda, uyarıcı bir tepki olarak ortaya çıkan yaşamsal bir mekanizmadır. Korku görünüşte evrensel bir duygudur”

Korkuyu, toplumsal belleğin derininde kolektif bilince dönüştürülen bir yanılsama olarak da tanımlamak mümkün. İnsan bünyesinin kaygıdan kurtulmak için oluşturduğu bir savunma kalkanı radar gibi çalışan korku mekanizması, baskıcı iktidarların bu kalkanı her daim canlı tutarak iktidarlarını kalıcılaştırmak için ritüellerini kutsadığı bir duygu halidir.

Çeşitli algı yönetme kurgularıyla korkunun kazanına ateş atmak ve bunu belirli bir seviyede tutmak egemenlerin mahir olduğu toplumsal mühendislik anabilim dallarından biri. Topluma ayar vermenin, hizaya getirmenin en bilindik yollarından biri. Sınıflı toplumdan günümüze kadar farklı ölçeklerde yönetenlerin ötekilere uyguladığı binlerce yıllık bir davranış biçimidir bu korku hali.

Gazete, televizyon gibi görsel ve yazılı medyanın tek sese dönüştürülmesi, basit bir “Talk Show” programında insani duygularını dile getiren katılımcıya ve onu alkışlatan program sunucusuna diz çöktürme provaları hepsi korkuyu beslemenin en önemli görünümleri.

Korkunun sinir uçları toplumsal bilinçte ne kadar canlı tutulursa o kadar da baskılanma oranının artacaktır. Bireyin istendik bir edime dönüşen korkunun görüntülerini algılayarak benlik parçalanmasına yol açacak şiddetle yaşamına ket vurmasına neden olur korku. Bu durum uygulayıcılar tarafından çok iyi bilindiği içindir ki korkunun toplumsal dokuda yarattığı kırılmanın farkındalar. Yıllardır uygulana gelen sistematik korku şokları sistemin kalıcılaşmayı sağlayan yasal düzenlemeleriyle ete kemiğe bürünmekte.

Devlet ve Korku” sanki ikisi de bir birinin ayrılmaz parçasıymış gibi duruyor hayatın. Çünkü korku yaratmanın en basit yolu korkunun yukarıdan ve en güçlünün söylemleriyle toplumun kılcal damarlarına kadar yayılarak kalıcı hale gelmesidir.

Örgütlenmiş bir korku eğer örgütsüz toplumda gerçekleşiyorsa dozajın gittikçe artacağı şiddetinin hiç kesilmeden süreceğini, nihayetinde önce bireysel sonra da toplumsal belleği tahrip ederek çöküşe yol açacağını varsayabiliriz. Çöküş otoriter rejimlerin elini rahatlatacak, korkunun devamlılığı sağlanmış olacaktır.

Geçenlerde barış için bir bildiriye imza atan akademisyenlerin başına gelenler de korku toplumu yaratmanın yaşanmış binlerce tezahüründen biridir. Akademisyenlerin devletin en üstünden muhtarına kadar ağır eleştirilere muhatap kalmaları yetmedi mafya babasının kan banyosu tehdidiyle karşılaşmaları belki akıllarının köşesinden bile geçmemiştir. Bir anda korku düğmesine basılmasıyla işlemeye başlayan mekanizma tehdit dozajını arttırarak varlığını sürdürmüş, gruptan katılımcıları parçalayarak ayırmayı planlamıştır.

İşte, bütün modern toplumlar ister kabaca ister kadife eldiven ve yumuşak sesiyle olsun korkuyu besleyen mekanizmaları gerekli gördükleri her zaman işletirler. Bu mekanizmaları uygularken de korkunun küçük bir grup üzerinden bütün topluma dalga dalga genişleyerek beyne bilince sirayet etmesini isterler. Bu yayılmanın şiddetini katmerli hale getirmek için de hileyle yönlendirme araçlarını en geniş şekilde kullanırlar. Kendi koydukları yasalara sınırlara uymamayı da korkuyu arttırmanın bir parçası olarak görürler.

Korkmak insanın en doğal davranışlarından biridir. Korkuya kapılan kimseyi sen niye korkuyorsun diye de suçlayamayız. Çünkü sistemler korkuyu siyasal toplumsallaşmanın bir aracı olarak kullanmaktadır biline geldiği gibi. Toplumsal hafızanın tecrübelerinden damıtılarak günümüze ulaşan korku sinyalleri öğrenilmiş ve karşı taraf tarafından geliştirilen çeşitlikle pekiştirilmiştir.

Önemli olan örgütlü bir şekilde toplumda yaygınlaştırılan korkunun yine aynı şekilde örgütlü şekilde karşılanarak etkisinin azaltılması, bilinç körlüğü yaratılmasının önüne geçilmesidir. Bunu yapmanın tek yolu korkulardan kaçmak değil korkunun yaratmaya çalıştığı karşı etkiyi örgütlü bir şekilde aşmakla olur.

Hepimizin toplumsal bellekten devraldığı korkular zaten vardır. Asıl önemli olan Oğuz Atay’ın hikâyesinde olduğu gibi bu korkularımızın yaşam biçimi haline gelmemesidir. Egemenlerin en büyük korkusu örgütlü bir şekilde sembolik de olsa kendisine karşı konulmasıdır. En küçük bir karşı koymayla karşılaştıklarında bütün kimyaları bozulur, elleri ayaklarına dolanır.

Korkular korkuyu beklerken çoğalır.

Üzerine gidilirse etkisi azalır, bellek tahakkümü ortadan kalkar.