Geçenlerde gözüm televizyona ilişti. Meclis TV’nin yayınında TBMM bünyesinde oluşturulan, kanserle ilgili kurulmuş bir araştırma komisyonunun çalışmalarını bitirdiği, raporunu yazdığı bildiriliyordu. Spiker, ne kadar önemli bir bilgi verdiğinin ciddiyetini taşıyan bir sesle, raporun sonuç bölümünden kimi bölümleri okudu. Buna göre, kanser hastalığına karşı en önemli konu erken teşhis imiş. O nedenle şu yaşı geçen kadınlar şu kadar zamanda mamografi, şu yaşı geçen erkekler şu kadar zamanda prostatlarını kontrol ettirmeli, erkek kadın cümlemiz ise kan tahlili ve düzenli olarak test yaptırmalı imişiz.

Yasa yapıcılar, TBMM’nin seçkin üyeleri, milletin vekilleri oturmuşlar, kanserle nasıl başa çıkarız sorusuna cevap bula bula bunları yazmışlar.

Neresinden tutsak elimizde kalır bu rapor.

Çernobilden sonra elinde çayla “bakın ben içiyorum, siz de için bir şey olmaz” diyen Devlet Başkanı Kenan Evren, Sanayi Bakanı Cahit Aral, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ahmet Yüksel Özemre’den söz etmeden,

Her türlü “Genetiği Değiştirilmiş Organizma”lı ürünlerin denetimsiz şekilde üretilmesine ve ithal edilmesine göz yuman uygulamalardan söz etmeden,

Rusya’nın, Almanya’nın zararlı ilaç içeriyor gerekçesi ile kapısından döndürdüğü meyve ve sebzelerin “ihraç fazlası” diye iç tüketime sunulmasından söz etmeden,

Cezaevlerinde yatan hasta mahkumların 100’den fazlasının kanser hastası olduğundan ve tedavilerinin engellendiğinden söz etmeden,

Bu konuda en birinci yetkili ve ilgili kuruluş olan Sağlık Bakanlığının kanser konusunda ciddi bir takibinin olmadığından söz etmeden hazırlanan bu raporun, ciddiyetinden kuşkulanmak en doğal hakkımız olsa gerek. Bir tek, “ıhlamurla 2 gripin al, bi şeyciğin kalmaz” demesi eksik kalmış bu raporun.

Komisyon 13 Nisan 2010’da kurulmuş ve tam ismi “Kanser Hastalığı Konusunun Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu” imiş.

Bu kadar uzun ve şatafatlı isimle çalışan komisyon “ey vatandaş, bizim önerimiz kendi işini kendin gör. Git tahlil yaptır, test yaptır. Kansersen vakit geçirmeden bul buluştur tedavi ol. Ben gerisine karışmam” demeye getiriyor kısaca.

Aslında Komisyonun ortaya koyduğu yönelim ve görüş çok uzun yıllardan beri süren kamu yönetiminin liberalleştirilmesinin geldiği aşamayı gösteriyor.

Osmanlıdan bu yana kamu yönetiminin adeta bir ilkesi haline gelmiş olan “çözülmesini istemediğin bir işi komisyona havale etme” ve liberalleşmenin amiyane tabiri olan “her şeyi devletten beklememe” anlayışı birleşince devletin, kamu yönetiminin ve yöneticilerin sorumluluğu sıfırlanarak her türlü melanet gariban halkın omuzlarına yükleniveriyor.

Kayıplar için bir komisyon kurulduğu açıklandı da o nedenle bu kadar uzun oldu giriş.

Son 5-6 günde toplumda kayıplar, toplu mezarlar, faili meçhuller konusunda bir hassasiyet oluştu.

Başta Bitlis Mutki’de olmak üzere açılmaya çalışılan toplu mezarlar, Başbakan’ın kayıp aileleri ile yaptığı görüşme, en son TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde kurulan -kayıplar için mi yoksa faili meçhul cinayetler için mi olduğu belli olmayan- alt komisyon kamuoyunun duyarlılığını doğallıkla bu sorunlara yöneltti.

Bunlarla beraber benim komisyonla ilgili korku ve endişelerim de başladı.

Korku ve endişemin birinci dayanağı şudur: Esasen ortada araştırılacak bir şey yok. Her şey ortada. İhtiyacımız bir komisyona havale edilmiş bir araştırmadan daha çok kamu vicdanını rahatlatacak “ahlaklı” bir açıklama.

Örneğin Jandarma Komutanlığı toplu mezarları kabul ediyor ve “PKK’lı teröristlerin” buralara gömüldüğünü söylüyor. Ama devlet hala kepçeyle kazmaya ve yok etmeye devam ediyor.

İkincisi bunları çözmek için komisyonlar oluşturmaya hiç gerek yok. Özel yetkili bir savcı bütün bu işlerin hakkından gelir. Yeter ki niyet olsun.

Kaybedilenlerin devlet görevlileri eliyle kaybedildiğini cümle alem duydu ve biliyor. Yani nerdeyse bütün kayıpların kaydı devlet arşivlerinde ve Mehmet Ağar’ın deyimiyle “derin devletin hafızasında” var.

Kayıp aileleri yıllardır bu konu için oturma eylemi yapıyorlar. Bilinmemesi, duyulmaması imkansız. Son derece insani bir talepleri var: “bir mezarımız olsun” diyorlar.

Hanefi Avcı’ya her türlü soru soruluyor. Ancak Mersin’de 1980 Temmuzunda kaçırılan ve çok sonraları kimsesizler mezarlığında bulunan Ali Uygur’u tanıyıp tanımadığı sorulmuyor.

12 Eylül döneminde devlet eliyle idam edilen Veysel Güney’in nereye gömüldüğü bilinmiyor ya da söylenmiyor.

Üçüncüsü çözüm olarak sunulan TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonunun kuracağı alt komisyonun nasıl bir çözüm üreteceği meçhul.

Çünkü kayıplar konusunda, faili meçhuller konusunda, toplu mezarlar konusunda yıllardan beri yüzlerce binlerce başvuru yapılmış Komisyona. Bırakın üstünde konuşmayı gündeme bile almamış bu başvuruları. Hiçbiri için bir çözüm bulmamış.

Derdinize derman olayım dememiş.

Şimdi ise apar topar toplanıyor. Konuyu araştırmak üzere bir alt komisyon kuruyorlar.

Bunca hayal kırıklığına karşın umudumuzu korumak istiyoruz.

Referandumdan önce Partisinin grup toplantısında 12 Eylül döneminde idam edilenlere ağlayan Başbakan’ın kayıp aileleri ile görüşmesinin seçim atraksiyonu olmamasını bekliyoruz.

Toplu mezarların tamamının açıldığı, kayıpların bulunduğu, faili meçhullerin aydınlatıldığı bir çalışma bekliyoruz.

Bütün bunlardan dolayı da devletin sorumluluğunu kabul ettiği ve özür dilediği bir “rapor” peşindeyiz.

Yoksa annelere, babalara, çocuklara, kardeşlere yeteri kadar zulmedildi. Ümitlendirip ortada bırakmak da zulmün bir başka yöntemidir.

Zulmetmeyin. Bu kadar zulüm artık yeter.

Anlamayanlara bir de Mısır’dan mülhem söyleyelim:

Kifaye, kifaye…