Her şey 1 Mart günü akşam saat 9 civarında gelen telefonla başladı.

Yeğenimin telaşlı sesi:

-Dayı, çabuk yetiş, ananeme bişey oldu.

Apar topar kardeşimin evine vardığımda annem neredeyse soluk almıyordu. Hemen 112, ambulans ve sağlık sistemimizin çağ atladığının delili Şehir Hastanesi. Evvela “acil kırmızı alan” denilen yerde 3 gün kaldı annem. Sonra durumunun ciddiyetine binaen yoğun bakım servisine alındı. Tabii o tarihte koronavirüs bize ulaşmadığı, hala Çin'de dolaşıp durduğu için çokta umursamıyoruz, kronik astım krizine bağlı, kalbinin ritim bozukluğu, akciğerlerde enfeksiyon günde sadece 5 dakika bir kişiye görüş izni o da maskeli ve eldivenli olmak kaydıyla. Kardeşimle dönüşümlü gidiyoruz. Annemin sağlığı da günden güne iyiye gidiyor. Sağlık sistemimiz de ne güzel olmuş böyle. Acaba hakikaten ufkumuz mu yetmiyor bu değişimlere, eski kafalı olmakta mı ısrarcıyız? Bardağın dolu tarafını da görelim ama değil mi?...

Derken annemin durumunu sormak için yanına girdiğimiz doktoru bize açıklama yapıyor:

“Teyzenin durumu artık servis kliniğe çıkabilecek ve tedavisine orada devam edebilecek duruma geldi.” Kardeşimle birbirimize mutlu mesut bir şekilde bakıp göz süzüyoruz.

“Ama serviste yer yok.”

Nasıl yani? Şimdi bu kocaman, yatak sayısı binlerle ifade edilen hastanede anneme yer yok mu?

“Biz göğüs hastalıkları servisine bakıyoruz, orada yer yok, diğer servislere de istekte bulunduk haber bekliyoruz.”

Neyse canım, bu kadarcık eksiklik her yerde olur tabii, bundan dolayı koca sistemi kötülemek doğru değil.

Nihayet onbirinci gün, rakamla 11. gün anneme dahiliye servisinde yer bulunuyor. Her gün olmasa da en az iki günde bir ya kalp grafiği ya herhangi bir organının ultrasonu ya tomografi ya da akciğer filmi çekiliyor. Her gün kan, idrar tahlilleri. Velhasıl iyi bir tedavi süreci...

Yanında kardeşimle ben dönüşümlü refakatçi kalıyoruz. Adına münhasıran tam bir şehir burası: Bankalar, kuaför (berber değil), lokantalar, börgır king, konukevi, kantin, muazzam bir otopark. Sadece ulaşım biraz sorunlu, eh o da normal canım, her şeyi de kötülemeyelim, bardağın dolu tarafı değil mi ama...

İki haftayı geçince hastane süresi annem mızıldamaya başladı haklı olarak:

”Çıkarsınlar beni artık.”

“Anne iyice tedavi ol, ondan sonra çıkalım. Bak hem otel konseptli hastane, neydi o Burdur'daki Devlet Hastanesi... Kal biraz daha...”

Bir akşam kahve içmeye indiğim kantinde görevli genç (ahbap da olduk artık) biraz da duyulmasın diyerek sağır olan kulağıma doğru bişeyler fısıldadı.

“Anlamadım ne dedin?”

“Abi yavaş konuş, demin acile bir ambulans geldi, hastayı indirmeden önce doktor, hemşire hepsi uzaylılar gibi giyindi, hasta koronalıymış.”

Hoş geldin koronavirüs, tabii Çin’den gelmesi uzun sürdü biraz...

Herkeste bir tedirginlik. Hastane personelinin bir kısmı “bize bişey olmaz hacı” kıvamında, bir kısım hastalar gibi. Diğer bir kesim de imkan olsa her yerini streç filmle saracak...

Ama günden güne maskeli eldivenli personel sayısı artıyor artık.

Ve beklenen açıklama geldi:

“Yani bize bişey olmaz evelallah ama 65 yaş üstü ve kronik hastalık sahibi kişiler riskli grupta. Dikkat etsinler, sabır ve dua ile atlatacağız, kolonyayı eksik etmeyin”

Buyur buradan yak...Her ne kadar annem risk grubunun bütün özelliklerini taşıyorsa da... Hastane sağlam valla.

İlk sallantı anneme yazılan bir antibiyotik ilacının hastane eczanesinde bulunmamasıyla başladı. “Olur canım, demek kalmamış ne olacak, bi koşu köşedeki eczaneden alır geliveririm.”

Valla kazın ayağı öyle değilmiş. E-reçete yazılacak, onu evvela uzman doktor sonra başhekim imzalayacak ondan sonra köşedeki eczaneden alıp geleceksin.

“En yakın eczane nerde?”

“En yakın AVM içinde.”

Bu her şeyin (hatta kuaförün bile) olduğu kampüste eczane yok mu? Yok.

Bin dolmuşa, en yakın eczaneye git, en yakın dediysem söz temsil, en az 3-5 kilometre, homurdana homurdana girdikten sonra, güvenlik şeridini aşıp aşmayacağımı gözleyen eczacı,

“Buyrun”,

“Kardeşim e-reçetenin numarası şu, bu antibiyotik siz de var mı?”

“Var ama bu reçetenin şusu eksik onu yaptırmazsanız veremeyiz”

Hadi bi koşu geri dön.

“Doktor bey, şu eksikmiş reçetede”

“Ha tamam getir imzalayayım”

Oh çabucak haloldu, geri marş eczaneye.

Saatler geçip gidiyor ama hapı alacağız, kararlıyım.

“Tamam yaptırdım eksiği”

“Verin bakalım, neydi hastamızın TC numarası, hımmm onu tamamlatmışsınız ama şusu hala eksik onu tamamlatıp gelin”

Dördüncü seferde pes edip paramla aldım ilacı.

Derken refakatçiliği kardeşimle benden devralan yeğenimden bir telefon:

“Dayı ananemi başka yere götürüyorlar”

Hah demek kendi servisine götürüyorlar, yani göğüs hastalıkları servisine.

“Yok dayı, karantinaya alıyorlar, beni de çıkarıyorlar”

Hayda... Nereden çıktı bu şimdi...

Bir telaşla annemi arıyorum cep telefonundan:

“Valla beni bir yere getirdiler ama nereye bilmiyorum”

“Yok mu kimse sor bakalım”

“Sordum ortopedi B blok dediler”

Ciğerleri sönmüş dedilerdi ama bu arada kemikleşmiş olmasın?

“Kaçıncı kat?”

“Söylemediler”

Eh iyi olsun da olsun varsın biz yerini bilmeyiverelim...

Bir hafta da böyle geçti. Annemin nerede olduğunu bilmeden, neler yapıldığını bilmeden.

Refakaçi yok, ziyaretçi yok. Yemeğini artık masasına kadar getirmiyorlar, kapının önüne koyuyorlar, sondasını binbir mihnetle değiştiriyorlar, “suyum bitti” deyince de bardağını musluktan dolduruyorlar. Biz de hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle annemi teselli edelim diye çırpınıyoruz.

İki gün önce bir telefon:

“Annenizden korona testi için kan aldık bu sabah. Sonuç cuma günü belli olacak, negatif çıkarsa taburcu edeceğiz.”

Niye bize önceden haber vermediniz? Hiçbir belirtisi yok ki? Peki pozitif çıkarsa ne olacak?

Hiçbir sorunun cevabını alamadık. Bence kendileri de bilmiyordu bu soruların cevabını.

Neyse cuma günü geldi, test sonucu negatif çıktı ve doktor anneme dedi ki “sizi bugün taburcu edeceğiz.”

Aile fertleri arasında telefonlar, odasını temizleme, bir heyecan, bir telaş...

Saat 13’de şehir hastanesindeydim. Öğle tatili bitsin, işlemleri yapılır, saat 14 gibi bilemedin 15 gibi alır götürürüm annemi...

Kantinler açık ama oturacak yer kalmamış, malum toplu oturulan yerler yasaklandı. Ayakta çay kahve içiyorum. Saat ilerliyor, bir ses yok.

“Anne noldu?”

“Valla bana bişey diyen yok”

“Sor bakalım hemşireye”

“Kapıdan başımı uzatsam, hemşire 'gir içeri teyze' diye bağırıyor”

Tek giriş kapısı var. Soruyorum.

“Beyefendi işlemleri bitince size haber verirler”

Eee vermiyorlar.

“Bizim yapacağımız bişey yok”

“Benim yapacağım bişey var mı”

“Bekleyin”

Orayı ara burayı ara, nasıl olacak, ne oldu derken saat 19 gibiydi, gerçeği öğrendik. Taburcu işlemini yaparken annemin üstünde hastane eczanesinden kullandığı ilaçlar varmış, onların düşülmesi lazımmış ama düşme işlemine sistem izin vermiyormuş...

Aaa nasıl yani, çağ atlayan o güzelim mükemmel sistem bir tuşla mı baş edemiyor...

Evet edemiyor.

Girişte görevli bir güvenlik görevlisinin binbir gayretle beni asistan doktorla görüştürmesinden sonra öğrendim bu gerçeği. Ve o genç doktorun yardım ve gayretiyle işlemler manuel olarak yapıldı ve ben sorumluluğu üzerime aldığımı beyan ederek annemi dışarı çıkarabildim.

Dışarı çıktığımızda sağlık sisteminin elinden annemi kurtarmış olmanın mutluluğuyla ilk geçen taksiye el ettim.

Bu hikayede anlatılan her şey gerçektir. Sağlık personelinin, hekiminden temizlikçisine (istisna sayılabilecek kısmı dışında) özveriyle çalıştığını belirtmem gerekir. Ancak sağlık sistemi denilen bişeyin olmadığı, her şeyin kar ve parayla ölçüldüğü bir işleyişin sistem olarak bize yutturulmaya çalışıldığı ve sağlıkta özelleştirmenin bütün sonuçlarını yaşadığımız/yaşayacağımız bir dönemdeyiz. Ve bu dönem koronavirüs salgını dönemi. Devletin almadığı, almaya niyeti olmadığı tedbirleri bizim dayanışma ilişkisi ile almamız gereken bir dönemdeyiz.

Bu dönem ve dayanışma adına yapabildiklerimiz hepimiz için bir imtihan olacak. Gülten Akın'ın dediği gibi:

“en ağır sınavdan en saf olan geçer

öder, geçer”

Geçeceğiz...