Deniz Güneş / Demokrat Haber

Araştırmacı-yazar Cafer Solgun’un 12 Eylül yıllarına ilişkin “Demeyin Anama, İçerideyim” adlı anı, tanıklık kitabında haberini verdiği 90’lı yıllar tanıklığını anlattığı “90’larda Mahpus Olmak” adlı yeni kitabı, İletişim Yayınları’ndan çıktı… Bazı kitap yorumcularının anı ve tanıklığın yanı sıra 90’lı yılların “sağlam bir belgeseli” olduğunu belirttiği yeni kitabı hakkında Cafer Solgun sorularımızı yanıtladı.

-12 Eylül döneminde 7,5 yıl, 90’larda da yaklaşık 10 yıl hapis yatmışsınız… Bu iki dönemin hapishane şartlarını kıyaslamanız gerekse, ne dersiniz?

Cafer Solgun: Her şeyden önce sadece hapishanelerin şartları bakımından değil ülke şartları açısından da farklı dönemler olduğunu unutmamak gerek. 12 Eylül dönemine damgasını vuran, tipik bir faşizm idi ve darbecilerin temel gündemi bütün toplumu kendi inkar ideolojilerine göre yeniden şekillendirmekti. Bu zihniyetin kendisini en doğrudan uygulamaya çalıştığı alanlar, hapishanelerdi.

90’lı yıllara damgasını vuran olgu ise, 12 Eylül darbesinin kanlı uygulamalarıyla daha da ağırlaştırdığı, Kürt sorunudur. Bunun sonucu olarak hapishanelere binlerce Kürt atıldı. Bu insanlar “örgüt üyesi”, “yardım-yatakçı”, “bölücü” olmakla itham edilerek DGM’lerde yargılandı. DGM yargısının 12 Eylül mahkemelerinden kayda değer önemde bir farkı yoktu. “Hukuk” ve “adalet” ölçülerine göre değil, devletin kendisine biçtiği rol gereği birer “ceza makinesi” gibi hareket ettiler.

Hapishane şartları açısından bakıldığında, ülkenin doğusu ile batısı arasında insani yaşam imkan ve koşulları bakımından büyük bir fark vardı. Batıdaki hapishaneler nispeten daha “rahat” iken, doğudaki hapishanelerde genellikle en basit bir hakkı kullanmak bile büyük sorundu. Buna karşılık açık söylemek gerekirse devletin insanların boğazını sıkıp “itirafçılaştırma” gibi bir politikası yoktu. Bunu daha dolaylı şekillerde “bağımsız” veya “itirafçı” olmayı “çekici” kılmaya çalışarak yapıyordu; doğrudan bir “zor” kullanarak değil. Mesela en yaygın başvurduğu yöntem, “siyasilerin koğuşuna gidersen mahkemede ceza yersin” şayiası yaymak idi. Kendi halinde yaşarken kendini bir anda hapishanede bulan insanlar üzerinde bu şayianın belli ölçülerde etkili olduğunu da belirtmek gerek. Tabii, “bağımsız” koğuşa gidince de bu kez “itirafçı olursan mahkeme seni bırakır” propagandası yapılıyordu. Hapishanenin “iç” yaşamı açısından da 12 Eylül ile 90’lı yıllar oldukça farklı dönemler olarak yaşandı. “İç” yaşama hapishanedeki örgütler yön veriyordu ve bunun çok ağır sonuçları olduğu kanısındayım.

-Ne gibi?

Mesela 1990-1999 yılları arasında cezaevlerinde 39 kişi “örgüt içi infaz” kurbanı oldu. “Ajan, hain, işbirlikçi” vb gibi doğruluğunu yanlışlığını kimsenin bilmediği suçlamalarla 39 kişi kendi arkadaşları tarafından boğularak, şişlenerek öldürüldü. Örgütün komününde kaldığı halde çok sayıda insan “cezaevi içinde cezaevi” denilecek türden örgüt içi “yaptırımlara” maruz kaldı, mesela ranzasına hapsedildi, ziyarete, havalandırmaya çıkmasına izin verilmedi.

-Bunu kitabınızda “devlet gibi hareket etmek” olarak nitelendirmişsiniz...

Maalesef, evet. Kimi sol örgütler hapishane içerisindeki durumlarına bakarak kendilerini ve güçlerini çok abarttıkları yanılgılara kapıldılar. Düşünebiliyor musunuz, bir koğuşun penceresinden “Cesaretiniz varsa gelin!” yazılı bir pankart sarkıtılmıştı Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde. Devlet “geldi” ve sonuçta Ulucanlar’ı dağıttı, 10 kişi gaddarca katledildi. Bu bir çocukluk hastalığı ve maalesef o dönemin ciddi bir muhasebesini yapan olmadı…

-Hangi dönem daha zordu sizin için? 12 Eylül mü 90’lar mı?

Klişe bir yanıt olacak ama ülkemizin hangi dönemi “zor” değildi ki? Halen de öyle… İki dönem de zordu ülke için de benim için de. Kişisel olarak söylemek gerekirse, 12 Eylül döneminde daha gençtim. Yüz yüze olduğumuz şartlar ak ve kara keskinliğindeydi. “Haklı” olmanın verdiği güç, güven ve moral vardı tüm zorluklara rağmen. 90’lı yıllar da zordu elbette. Doğrusu kişisel olarak 90’lar benim için daha “zor” geçti. Bunun nedeni ise bir kez daha mahpusluk sınavına kendimi hazırlamamış olmamdı… Ölüme hazırdım ama benim “bahtıma” hapislik düştü…

-Kitabınız için “sağlam bir belgesel” yorumları yapıldı.

Evet. Açıkçası ben bu kitaplarıma gönül rahatlığıyla “anı” bile demekten çekiniyorum. Anılarını yazacak kadar yaşlı hissetmiyorum kendimi. Şaka bir yana, elbette anı boyutu var. Ama ben tanıklık ve yüzleşme kavramlarını tercih ediyorum. Belgesel bir yönü de var ister istemez. Çünkü kitabımın ikinci bölümü mahpushane günlüklerimden oluşuyor. Tamamını da almadım. Kitabın hacmini gözeterek. İlk günden son güne değin “fonda” ülke gündemi var; “faili meçhul” cinayetler, “beyaz toroslar”, köylerin yakılıp yıkılması ve koruculuk dayatması, Madımak, ardından Başbağlar katliamı, 33 asker katliamı, değişen hükümetler, darbe söylentileri, beklentileri, 28 Şubat, Apo’nun yakalanmasıyla sonuçlanan süreç ve diğer 90’lara damgasını vuran Kürt sorunu eksenli olaylar… “Belgesel” olsun diye yazmadım ama günlüklerim, o dönemin çetelesi haline gelmiş aradan geçen zaman içinde; bu yüzden böyle bir yönü de var kitabımın.

-Mizah ve insan hikayeleri de var…

Kuşkusuz. Sonuçta hapishanelerde de süren bir hayat var ve mizah bu yaşamın bir boyutu, hem de önemli bir boyutu. “Her şeye rağmen” diyerek gülümsemesini bilmezseniz, yaşadığınız hayat altında ezildiğiniz, tanınmaz hale geldiğiniz bir yüke dönüşür. Tabii bir de “yattım çıktım” olarak özetlenebilecek bir basitlikte değil. Asıl bu cümlenin altında yatan hikaye önemli.

-Bazı karikatürleriniz de var kitapta. Bu yönünüz pek bilinmiyor?

Aslında 2002 yılında çıktıktan sonra karikatürlerimi “Duvarlara inat” adıyla kitaplaştırdım yok olup gitmesin diye. Yer verdiğim karikatürler de o dönemin sorunlarını, olaylarını, gündemini yansıtan karikatürler.

-İşkence, eziyet, mahpusluk… Dile kolay, insan ömrünün en verimli çağları 20’li, 30’lu yaşlarıdır ve siz bu yaşlarınızı mahpusta geçirmişsiniz. Geriye dönüp baktığınızda nasıl bir duygu içinde buluyorsunuz kendinizi?

Bu soruya kestirme bir cevap verebilmek kolay değil. Zor. Zorlu bir deneyimdi. Ölenlerimizden miras hayatlar yaşıyoruz diye düşünüyorum. Bu, hayat düsturlarımdan biridir. Kin, nefret, hayıflanma veya “keşke” diye düşünmek, herhalde kendimi büyük ölçüde arındırdığım şeyler. Çünkü bu tür basit ve ilkel duyguların yükü altında hayata dair doğru bir sözünüz olamaz. Gelecek tasavvurunuz olamaz. Doğru yaşayamaz ve doğru söz söyleyemezsiniz.

“Yüzleşme” tam da bu nedenle önemli bir sorumluluk. Her ne yaşadıysak, çektiğimiz çileler, güzel, özgür, barış içinde bir ülke olmamızın göğüslenmiş bedelidir. Daraldığım zamanlarda böyle düşünerek önüme bakmaya gayret etmişimdir hep. Benim ve benim gibi binlercesinin yaşadıkları ülkemizin daha iyi bir durumda olmasının “bedeli” olamamışsa, benim üzüldüğüm sadece bu olur. 12 Eylül faşizmiyle yüzleşemediğimiz, hukuksal manada hesaplaşamadığımız için 90’lar ülkemizin tarihinde kanlı bir iz bırakarak yaşandı. Ve belki de 90’larla yüzleşemediğimiz için bugün mesela hala bir Kürt sorunumuz var…

KÜNYE

Cafer Solgun

90’larda Mahpus Olmak/Van, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Antep, Bursa, Kaman

İletişim Yayınevi, Mayıs 2018

Editör: Tanıl Bora

Yayına hazırlayan: Dinçer Demirkent

400 sayfa