Ümit Kurt / Agos

Geç dönem Osmanlı tarihi çalışanların üzerinde durduğu en önemli konulardan bir tanesi, II. Abdülhamid döneminde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kurulmuş ve aşiretlerden mürekkep Hamidiye Hafif Süvari Alaylarıdır. Yoğun bir biçimde tartışılmasına karşın Hamidiye Alayları üzerine tafsilatlı, çeşitli arşiv kaynaklarına ve belgelerine dayalı dört başı mamur çalışmaların sayısı maalesef oldukça düşük. Halbuki Hamidiye Alayları etrafında dönen Osmanlı’da ve daha sonra Cumhuriyet’e tevarüs eden bir dizi sorun mevcut. Alayların kurulduğu ve etkin olarak faaliyette olduğu bölgelerdeki eylemleri, buralardaki aşiret yapısı, Alaylar’ın Ermeni katliamlarındaki rolü ve etkisi, söz konusu bölgelerdeki başta toprak ve güvenlik sorunu olmak üzere vuku bulan hayati sorunlar ve bugün de karşı karşıya kaldığımız etnik çatışmalar ve sınır problemleri olmak üzere hem son dönem Osmanlı’nın hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus devlet formasyonu ve ulusal kimlik inşası süreçlerinde doğrudan rolü olan olaylar zinciri Hamidiye Alayları ile birebir ilişkilidir.

KONU HAKKINDA EN KAPSAMLI VE DETAYLI ÇALIŞMA

Hamidiye Alaylarına ilişkin elimizdeki en yetkin çalışma Janet Klein’e ait. Klein’in doktora tezinin biraz daha genişletilmiş versiyonu olan ‘Hamidiye Alayları: İmparatorluğun Sınır Boyları ve Kürt Aşiretleri’, Renan Akman’ın enfes çevirisiyle İletişim Yayınları tarafından kısa bir süre önce Türkçeye kazandırıldı. Klein’in mezkur çalışması bu konuda yapılmış en kapsamlı ve detaylı bilimsel araştırma olma özelliğine sahip. 

Klein’in çalışmasını özgün kılan unsurlardan birisi kitabın teorik ve kavramsal çerçevesinin ve tarihsel kontektisinin ustalıkla çizilmiş olması. Hamidiye Süvari Alayları’nın 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında Osmanlı Devleti’nin doğu bölgelerini dışarıdan tehdit eden Rusya ve bölgede Kürt aşiretleri ve şeyhlerinin kurduğu Klein’in ‘paralel otoriteler’ (s. 17) olarak tasvir ettiği bir yapıda ‘kuvveden fiile’ çıktığını görüyoruz. Merkezi Osmanlı otoriteleri açısından gayya kuyusu bir ‘habitus’ olan bu yapıda, söz konusu merkezi devlet güçlerinin 19. yüzyıl boyunca yürüttüğü, periferisini merkeze bağlama ve daha iyi idare etme çabalarının büyük ölçüde başarısız olduğu vaki idi. Unutmadan bu merkezileştirme gayesinin bilhassa II. Mahmud dönemi ve Tanzimat sonrası bütün Osmanlı devlet sisteminin olmas olmaz bir muradı olduğunun altını çizmemiz lazım.

İmparatoluğun bekasına yönelik bütün bu tehditlerin ötesinde söz konusu dönemde palazlanmaya başlayan milliyetçi-devrimci Ermeni siyasi örgütlenmeleri ve faaliyetleri merkezdeki siyasi elitlerin ve Sultan Abdülhamid’in birinci gündem maddesiydi. Bu dönemde Ermeniler Osmanlı hükümet çevrelerince, devlet otoritesine meydan okuyan ve Rusların hesabına çalışan ‘hain’ unsurlar olarak kodlandı. Esasında devletin hain ve düşman skalasında ve envanterinde bölgedeki başına buyruk, devlete vergi ödemeyen, asker göndermeyen, imparatorluğun sınır bölgelerini korumadığı gibi güvenliğini tehdit eden, her türlü sadakattan azade ve devletin değişmez dış düşmanı Çarlık Rusya’sıyla her an devletin varlığına kast etmeye meyilli Kürt aşiretleri de ‘muteber’ bir konuma sahipti. Ancak, Sultan II. Abdülhamid ve şurekası Zeki Paşa ve Şakir Paşa, bu ‘düşman’ unsurlardan Kürt aşiretlerine yakınlaştı ve onu devlet otoritesine meydan okuyan yerel bir merkezkaç güç olmaktan çıkarıp bunun uzantısı ve kendisine ‘sadık’ bir entite haline getirmeye çalıştı. Ancak tahayyül edilen bu ‘sadakat’ ziyadesiyle kaygan bir zemine oturuyordu ve kalıcı hiçbir etki taşımıyordu. Zira başına buyruluk Kürt aşiretlerinin teşkil ettiği Hamidiye Alayları’nın adeta genetiği haline gelmişti ve devletin onlara sağladığı ayrıcılıklar bölgede deyim yerindeyse bir rant ve talan ekonomisinin patlamasına cevaz verdi.

Geçici bir süre ‘başarılı’ olan bu siyaset başta Ermeniler olmak üzere pek çok Müslüman Kürt köylüsünün topraklarının gaspına, sürülmelerine ve şedit şiddet gösterilerinin ve katliamların yaşanmasına neden oldu. Hamidiye örgütlenmesi devlet-toplum ilişkileri ve bölge üzerinde kalıcı bir etki bıraktı ve bu etkinin kısmen bugüne kadar sürdüğünü söylemek mümkün.

ÇARLIK RUSYA İÇİN HAYATİ BİR GÜÇ TEMERKÜZ ALANI

Gelelim Alayların nasıl teşkil edildiğine. Hamidiye Hafif Süvari Alayları seçme Kürt aşiretlerinden müteşekkil düzensiz bir milis gücüydü. Alaylar 1890’da, Sultan II. Abdülhamid ve en yakınındaki Şakir Paşa ve Müşir Zeki Paşa tarafından oluşturuldu. Bu milis güçlerinin teşkil edildiği coğrafyanın uzamı kabaca Ağrı Dağı’nın kuzeyinden günümüzde İran, Irak ve Türkiye sınırlarının birleştiği alana, güneybatıda Cizre’ye, batıda Erzinca’a kadar genişleyen bir araziyi kapsıyordu. Oldukça stratejik öneme sahip bu coğrafya Çarlık Rusya için hayati bir güç temerküz alanı idi. Mezkur bölge aynı zamanda, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda kanlı çarpışmaların cereyan ettiği ve Ermeni milliyetçi-devrimci faaliyetlerinin kuvveden fiile çıktığı bir coğrafyaydı.

Meseleyi Osmanlı devlet otoriteleri açısından daha çetrefilli hale getiren kontrolü zor bir bölge olmasıydı. Kürt aşiret reisleri ve şeyhlerden teşekkül iktidar odağı, bu bölgede Osmanlı yöneticilerinden daha fazla itibar görüyor ve devletin ta kendisi olarak telakki ediliyordu. Sultan Abdülhamid’in mutlak iktidarına neredeyse alternatif teşkil edecek bu yapılanmanın çözülmesi, bölgenin Osmanlı saflarına katılması, Rus tehlikesine karşı bölgedeki askeri varlığın güçlendirilmesi, Kürtlerin İmparatorluğa sadakatle bağlı kılınması ve daha da önemlisi Ermeni faaliyetlerinin bastırılması gibi saikler Alayların teşkilindeki arkaplanı besleyen tetikleyici faktörlerdi. Ancak, Klein’in de önemle işaret ettiği üzere asıl önemli olan, hudud bölgelerinin güvenliğinin ve bunların sınırları belirlenmiş topraklara dönüşmesinin bu minvalde modern devlet inşası idi. İlaveten, medeniyetten uzak kalmış ve imparatorluğun bekası için ‘ehlileştirilmesi’ elzem olan aşiretler bu proje etrafında aynı zamanda ‘medenileştirilmiş’ hale geleceklerdi.

Bu amaçlarla silahlandırılan, devletin birçok ayrıcalıklarından faydalanan ve Sultan tarafından defaatle taltif edilen bu alaylara aynı zamanda yerleşik hayata geçmeleri ve Sultan’a ve imparatorluğua sadık kalmaları için maddi teşvikler sağlandı. Hamidiye projesi Abdülhamid sonrası da varlığını sürdürdü. İttihat ve Terakki’nin (İT) siyaset sahnesine hakim olduğu dönemde ‘Aşiret Hafif Süvari Alayları’ olarak ismi değiştirildi ancak işlevi ve ifa ettiği görevleri yeni döneme göre revize edilerek esasını muhafaza etti. İT, Birinci Cihan Harbi’ne girince, Alaylar özellikle Teşkilat-ı Mahsusa’nın vurucu timleri haline geldiler ve daha da önemlisi Ermenilerin tehciri ve akabinde imhası siyasasının uygulayıcısı failler olarak görevlerini ‘layıkıyla’ yerine getirdiler.

Kitabın ana hatlarına göz attığımızda özellikle İngiliz arşivlerindeki konsolos raporları ve yazışmalarının çok miktarda kullanıldıklarını görüyoruz. Bu raporların o dönemde bölgede görev yapan konsolosların görgü tanıklığına dayalı olduklarını belirtelim. Bu anlamda Hamidiye Alayları’nın faaliyetlerini anlamak için bu birincil kaynakların son derece kayda değer olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu raporların döneme dair oldukça geniş ölçekli kayıtlar içeren Osmanlı belgeleriyle birlikte ele alınması Klein’in çalışmasını çok daha nüanslı ve değerli kılardı. Yine aynı şekilde Alaylarının kurulduğu dönemde vuku bulan Ermeni katliamlarının daha tafsilatlı bir analizi ve özellikle Avrupa’nın reform baskısı altında olan Sultan’ın bu baskıya karşılık uyguladığı politikalar çerçevesinde meselenin ele alınması Klein’in çalışmasına önemli bir özgünlük katabilirdi.

İT VE HAMİDİYE ALAYLARI

Janet Klein, öncelikle Sultan’ın ve projeye komutan tayin ettiği Zeki Paşa’nın 1890’da Alayları oluşturmaya koyulurken güttükleri çok yönlü amaçları ortaya koyuyor. Daha sonraki bölümlerde spesifik olarak Hamidiye Alayları’nı teşkil eden aşiretlerden bazılarını ve bunların liderlerini inceliyor. Yine, Hamidiye projesinin İT’nin iktidarı sırasında nasıl geliştiğine ve hem Hamidiye örgütlenmesinindeki değişikleri ve süreklilikleri hem de liderliğin el değiştirmesinin Kürt toplumuna etkisini göstermeye çalışıyor.

Bir noktanın altını kalın çizgilerle çizmek gerekiyor. Farklı etno-dini toplulukların meskun olduğu bu bölgede toprak gaspı, bunun etrafındaki güvenlik olgusu ve neredeyse bu sorunlarla at başı giden şiddet 20. yüzyıla girerken Kürt toplumunun toplumsal ve siyasi dinamiklerinin önemli bir veçhesini oluşturuyordu. Bu, Kürtler ve Ermenilerle mukim Osmanlı aşiret bölgesinde gücün değişen doğasını açık bir biçimde etkiledi. Toprak gaspı, şiddet ve yükselen etnik çatışmanın geniş arka planı, “Birinci Dünya Savaşı sırasında gerçekleşen Ermeni soykırımında önemli bir rol oynadı ve aslında, günümüzde Türk-Kürt ilişkilerinin şekillenmesinde önemli bir paya sahiptir” (s. 296).

Klein’ göre Osmanlı’da modern ulus devlet inşasıyla paralel işleyen bir süreç çerçevesinde değerlendirdiği Hamidiye Alayları ve  bu alayların faaliyetleri sonucu, Kürtler ve Ermeniler arasında vuku bulan etnik temelli çatışmalar esasında maddi kaynaklar üzerindeki çatışmalar üzerinden billurlaştı. Yani altyapı, üstyapının ve burada tebarüz eden ihtilafların belirleyicisiydi. Ancak burada temkinli olmakta fayda var. Zira bölgenin parçalı ve girift yapısı düşünüldüğünde ekonomi ve etnisite üzerinden yaşanan çatışmaların bu bölge özelinde iç içe geçtiği momentler oldukça fazla.

Sonuç olarak, Janet Klein’in çalışmasının bu alanda yapılmış en ufuk açıcı ve bilgilendirici araştırma olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu kitabın, Hamidiye Alaylarına ilişkin yeni çalışmalara kapı aralayacak öncü bir çalışma olduğunu da unutmamak gerekir.