Tadımlık:

Xecê! Söylenti kirli bir sel dalgası gibi dört bir yana yayıldı.

Yatsı vaktiydi.

Xecê’nin ardında yeller esiyordu.

Bir haftalık sözlüydü Xecê.

Bilirsin yönetmen, ince bir kavak en sıradan rüzgârlara karşı bile ayakta duramaz, kırılıverir.

Hiç istememişti çocuğu.

Aslına bakarsan kimseyi istediği yoktu.

Belki de erkeklere ilgi duymuyordu, bunu hiçbir zaman hiç kimse öğrenemedi.

Fakat yine de kabul etmişti ya da öyle görünmüştü.

Bütün gece dinlenmeden dere tepe demeden onu aradı insanlar.

Sanki kuş olup uçmuştu Xecê.

Peşinde hiçbir iz bırakmamıştı.

Ne tür hayaller kurduğumu bilemezsin gece boyunca.

Onu ilk bulan ben olacaktım güya, sonra bizi kimsenin bulamayacağı bir yerlere el ele verip kaçacaktık.

Ve orada küçük sarayımızda yaşayacak, ihtiyarlayacaktık.

Ertesi gün öğlene doğru ancak, ondan haber alınabildi.

Bir karakolun nezaretinde ya da misafirhanesinde sabahlamıştı.

Yaşı reşit olmadığı için kendi başına buyruk dünyayı dolaşmasına izin verilmemişti.

Xecê, yürümek istiyordu.

Yeryüzünü yürüyerek kat etmek, onun hayaliydi.

Onu karakoldan aldılar.

Sığır postunu vücuduna geçirdiler.

Götürüp cami avlusuna attılar.

Gelip geçen namuslu insanların bu insan bedeninde yaşayan sığıra tükürmesini salık verdiler.

İki gün boyunca aç susuz bırakıldı orada.

Sonra araya dedem girdi.

Aldı götürdü kızı baba ocağına.

Xecê’nin yaşamı bağışlandığı için, şanslı olduğunu düşünüyordu herkes.

Peki, ya Xecê?

O kendini şanslı hissediyor muydu?

Bir ay boyunca yataktan çıkmadı Xecê.

Ayağa kalktığında da sağır ve dilsiz biriydi artık.

Ne kimsenin sesini duyabiliyor ne de kimse onun sesini duydu bir daha.

Ta ki o son güne kadar.

Tıpkı bir sığır gibi böğürdü.

Ağıldan geliyordu ses.

İnsan sesi mi, yoksa sığır sesi mi olduğu anlaşılmamıştı ilk başlarda.

Ama bir mucize eseri civardaki herkes duymuştu bu sesi.

Sanki insanlara bir uyarı göndermek istemiş gibiydi.

Arka kapak yazısı

Gelelim soruna.

İnsanlık tarihi içerisinde bir toplu iğne başı büyüklüğünde bile yer kaplamadığımın bilincindeyim.

Ama insan, şu tuhaf mahlûkat…

Yaşlanıp ölmeye bırakıldığında…

Şöyle bir yaşantısını, daha çok bellekte bozkıra terk edilmiş kırıntıları toplayıp, bunlarla avunmaya çalıştığında…

Hayır, aslında Tanrı’nın terk ettiği piçi değil de oğlu olduğunu anlamaya başlıyor.

Şimdi sen; yönetmen, yazar, belgeselci ya da her kimsen!

Benim kırılgan, kambur kemiklerimi kamerana alarak seni ölümsüzleştirecek bir eser yapmaya çalışırken, aslında beni, belleklerde silinmekte olan görüntümü ortaya çıkararak ölümsüzleştiriyorsun.

Tabii, ölümsüzleşme komedisinin ne anlama geldiğini bilecek kadar yaşadım.

Üzerinde oturduğun eşya bile bir gün yok olup gidecek.

Şimdi, karşımda durmuş beni dinlerken, aslında seninle değil de arada bir senin suretine bürünen kendi görüntümle konuştuğumu; onunla çelişkilerimi, hayallerimi, yaşadıklarımı ve dile getiremediğim düşüncelerimi tartıştığımı fark ediyorum.

Ve ansızın o korkunç gerçeği görüyorum:

İnsan, hayatı boyunca hep kendisiyle konuşup durmuş.

Modern zamanlarda yaşamış bir asi.

Kederli, komik ve bir o kadar da güngörmüş biri.

Piç Neytullah’ın sözcüklerinde Homeros’un bilge sesini duyacaksınız.

Sedat Sezgin kimdir?

1981 Batman doğumlu. Çocukluğunu köyde geçirdi. Lisans eğitimini sağlık alanında tamamladı. Yazın yaşamına öyküyle başladı. Sözcükler, Lacivert, Sincan İstasyonu, Şehir, Ekin Sanat gibi dergilerde öyküleri yayımlandı. Ayrıca Edebiyat Haber, Demokrat Haber, Oggito ve bazı sitelerde yaptığı okumalar üzerine yazıyor. Daha önce yayımlanmış romanları ve öykü kitapları var.