Sennur Baybuğa / Demokrat Haber

A.Kadir Konuk ile Derya Cebecioğlu’nun Belge Yayınları’ndan yeni çıkan romanları “Kayıp Ruhlar-Sevdayı Beklerken” üzerine yayınevi sahibi Ragıp Zarakolu, romanın erkek yazarı A.Kadir Konuk ile bir söyleşi yapmayı planlamış ve bununla ilgili sorularını da hazırlamıştı.

Ragıp Zarakolu şu anda bilin-e-meyen bir sebeple cezaevinde tutulduğu için bu röportajı gerçekleştirebilme olanağı yok. Ama mesele bu kadarla da bitmiyor. Zira Ragıp Zarakolu Kandıra F Tipi Cezaevi’nde tutuklu olduğu için sözünü özgürce dışarıya söyleme olanaklarından ne kadar yoksun ise, A.Kadir Konuk da 22 yıldır sürgünü olduğu ve dönemediği ülkesinde Ragıp Zarokulu’nu ziyaret edebilme olanaklarından o kadar yoksun. Memleketin bir dönemi ile ilgili roman yazabilen ve bunu inatla ve ısrarla kendi dilinde yazan insanla, kilometrelerce öteden bu yazılanları bulup kitap olarak basılmasını sağlayan insan, ne yazıktır ki, bu memleketin aydınının, düşünce adamının kadrini kıymetini bilmez yasaları nedeni ile ülkelerinin sokaklarından, kitaplarından ve masa başı sohbetlerinden mahrumlar. Her iki mağdur ve mahrum arasında bağ kurma ve her ikisinin karşılıklı sözlerini bir araya getirip bu yazıda birleştirme işi de bu işteki tüm beceriksizliğime rağmen bana düştü.

Ben devletin gadrine ve hışmına uğramış her iki aydının avukatlığını ve kısmen de aralarında elçiliklerini yapmaktan kendi adıma onur duyuyorum. Umarın Ragıp Zarakolu ve A.Kadir Konuk da bir gün karşılıklı bir araya gelip beni ve elçiliğimi çekiştirirken aynı hazzı duyarlar..

Özgürlük temennisi ile her ikisine de selamımdır...

***

Sevgili A. Kadir, hafızasızlık ve çabuk unutmanın bir toplumsal özellik halini aldığı ülkemizde; TARİŞ gibi unutturulan tarihi bir direniş örneği var. TARİŞ olayları ile ilgili tek romanı sen yazdın. Bu unutkanlığı neye bağlıyorsun?

Gerçekte bu unutkanlığın yada bir başka deyimle “Bilinçli unutturma çabasının” iki yönü var. Biri devletin çabası öteki de sol örgütlerin. TARİŞ Direnişi başladığında olaya sahip çıkan, ya da çıkıyor görünen örgütler bu direnişi merkezi biçimde yönetemediler, daha ileri aşamalara taşıyamadılar, direniş değişik örgütlerin yerel militanları tarafından geliştirildi. O gün fabrikalarda başlayıp semtlerde yoğunlaşan direniş daha çok DEVRİMCİ YOL, TKP-ML/TİKKO ve TDKP örgütleri tarafından silahlı bir direnişe dönüştürüldü. Direnişten birkaç ay sonra 12 Eylül cuntasının gelmesi olayların tartışılmasını, savunulmasını, direnişlerden dersler çıkarılmasını da engelleyen unsurlardan biri oldu. Bu direnişe katılan militanların bir kısmının bizzat kendi örgütleri tarafından yalnız bırakıldıklarını biliyorum. (TARİŞ direnişine katıldığı için idam edilen Hıdır Aslan’ın unutulması bunun belirgin örneğidir. ) Direniş her ne kadar askeri güçle bastırıldıysa da direnişi yöneten bazı isimler kitleler tarafından “Efsaneleştirildi!” Sol örgütlerin liderleri kendileri dışında efsaneleri sevmezler. Bu nedenle kendi denetimleri dışında gelişen bu direnişi o direnişi yönetenler öne çıkar korkusuyla unutulmaya terk ettiler, yayınlarında işlemediler.

Sevgili Kadir, Derya ile yazdığınız son romanınız bence modern bir Leyla ile Mecnun öyküsü. Ve bu çokça da yaşanmış bir öykü. Siyasal çalışmanın aşkı günah ilan etmesinin sebebi sence neydi? Aşka konan yasak bugün de sürüyor. Yani bu sadece Kürt soluna özgü bir sorun değil. 70’ler Türkiye’sinin mirası. Ve sayısız yarım kalmış sevgi öyküsü var. Gerçi sen bunu yaşamadın ama seni bu konuda yazmaya iten şey neydi?

Kayıp Ruhlar’ı yazma düşüncesi “Devletin kaybettiği kişiler” tartışmasıyla gelişti. Kaybedilenlerin sayısı 17 bin olarak belirtiliyordu. Oysa yaşadıkları, adresleri belli olduğu halde “KAYBOLAN” yüz binler vardı. Bu insanların birçoğu 12 Eylül’den sonra savruldular, ama içlerinde, beyinlerinin bir köşesinde mücadele özlemleri kaldı. Sayıları örgütlü olanlardan kat be kat fazla. Öncelikle onların dramlarını dile getirmek, onlara dikkat çekmek istedik.

Aşk, sevgi konusuna gelince: 1970’lerde sevmek, aşık olmak, evlenmek, aile kurmak bir tek sözcükle yasaklanmış gibiydi: “Aile ilişkileri devrimci mücadelenin önünde engeldir” deniliyordu. Bir “Bacı” edebiyatı geliştirilmiş, sevmek utanç duyulacak bir duygu durumuna düşürülmüştü. İnsanların bir kısmı bunu aşarak aldırmamış olsalar bile çoğunluğu aşkını gizli yaşamaya yöneldi. Bölük pörçük yaşandı duygular. Örgüt her şeydi. Sevgi engelleniyordu ama ev tutmak için “Sahte çiftler” üretiliyordu. Bu insanlar aynı evde yaşarken birbirlerine yakınlaşıyor, bunu açıklayabilenler “Devrim nikahı” denilen uyduruk bir uygulamayla çift haline getiriliyorlardı. Ama örgüt onları istediği zaman ayırıyor, değişik kentlerde görevlendirebiliyordu. Bazı insanlar da içten sevmiş olmalarına karşın kendilerine uyguladıkları sekter yaklaşımlar nedeniyle bunu bir türlü birleşme aşamasına taşıyamıyorlardı. Bu dönemde bazı çirkinliklerin yaşandığı da bir gerçek. Birbirlerini seven insanların cezalandırıldıkları, ayrı kentlere sürgün edildikleri, örgüt dışına itelendikleri birçok olay anlatılabilir. Bence bu soruyu asıl olarak hala örgüt liderliği yapan eski liderlere yöneltmek gerekir. Acaba bunu neden yaptılar?

Romanımızda Resul ve Sevda ilişkisi o dönemin aşklarının birçoğunun sağlıksız durumunu anlatmaya çalışıyor.

Romanda kadın kahramanı kadın bir yazarın yazdığını görüyoruz, bu roman yazım biçimi olarak da belki ilk kez denenen bir şey, kadın kahramanı bir kadının yazması da bence çok iyi bir fikir. Seni bu şekilde bir roman tasarımına iten neydi.

Özel olarak “Erkek kahramanı erkek, kadın kahramanı kadın yazsın” diye bir ayırım yapmadık. Sevgili Derya Cebecioğlu dönemin tümünün olmasa da bir kısmının tanıklarından biri. Birbirimize değişik önerilerde de bulunduk romanı yazarken, konular belirledik. Mektuplar aynı zamanda günümüzün İstanbul’unu da romana taşımanın bir aracı oldular. Onun yazdığı mektuplara uygun bir Resul yaratırken aynı zamanda Resul’a uygun bir kadın kahraman da yaratmış olduk. Resul ve Sevda olayları belki aynen yaşamış kişiler değil ama binlerce Resul ve Sevda’nın olduğunu biliyorduk. İkisinde onları yeniden yaşatmaya çalıştık. Birlikte roman yazma önerisi benden geldi, doğru bu. İnsanlarla birlikte üretmekten hoşlanan biriyim. Daha önce de Marion Mentzel, Nedjo Osman, Ali Erenler ve ben Almanca, Türkçe, Romanca ve Zazaca yazılmış şiirlerden oluşan “PATRİN” isimli bir şiir kitabı oluşturmuştuk, sevgili Ragıp Zarakolu bu kitabı da okurlara sunmuştu. Bu kitapla Türkiye’de ilk kez Romanca dilini gündeme getirmiştik. Elbette sol çevreler ve basın bu “İLK”i görmezlikten gelmişlerdi. Sanıyorum Kayıp Ruhlar için de aynı tavrı gösterecekler.

Romanda kadın kahramanın kendi iç sözünü söyleyebileceği tüm açıklıkla söyleyebildiği görülüyor, erkek kahramanda ise belirgin ve sonsuza kadar süreceğinden korkulan bir suskunluk var. Erkek kahraman bir gün konuşursa ne olur sence?

Gülerim! Eğer o erkek dediğiniz biçimde düşüncelerini söyleyebilirse işte o zaman gerçekten AŞK olur. Ama o ERKEK hep aynı erkek kafalı kalırsa asla konuşmaz. Bizim biraz iğnelemek, dürtmek, tartıştırmak istediğimiz nokta da burasıydı zaten. Evet, kadınlar sevgilerini her zaman daha cesurca savundular, erkekler ise daha çok “AĞABEY-SEVGİLİ-AĞIR SİYASİ ÖNDER” pozlarında kaldılar. Gidip bir kadına içini açabilen, sevgisini söyleyebilen, o sevgi için her şeyi göze alıp mücadele eden erkek sayısı o günlerde gerçekten çok azdı. Aynı siyasal düşünceyi taşıyanlar için bu azlık hala devam ediyor diyebilirim. Yaşları 50-60 olmasına karşın hala düşüncelerini net biçimde söyleyemeyen devrimciler tanıyorum. Sevgiyi “Zayıflık” sayan bir kafadan suskunluğun, içe kapanmanın dışında ne beklenebilir ki?

12 Eylül öncesini anlatan çokça kitap ve roman yazıldı, çoğu da kendi susan ama başkasını konuşturan kahramanların belirlediği yaşam öyküleriydi. Romanınızda da erkek kahramanın suskunluğunda kısmen de olsa solun bu ketum tavrının izleri var gibi görünüyor, bunu neye bağlıyorsun ve bir gün değişeceğine ilişkin umutların var mı?

Ülkeden uzaktayım, değişik örgütlerin içinde yer alan gençleri yerinde izleme, yorumlama şansına sahip değilim, ama internet sayfalarında yazılanlara göre bir değerlendirme yaparsam hala aynı davranışların sürdüğünü söyleyebilirim. Birçok romanda insanların işkencelerde cezaevlerinde direnişleri anlatıldı, ama onların en insani yönü olan sevgileri, aşkları hep es geçildi. Bu durum 12 Mart döneminin devrimci liderleri için de geçerli. Her örgütün kendine göre uydurduğu, kuralları yöneticilerin keyfine göre oluşmuş ne olduğu tam bilinmeyen bir “Devrimci ahlak” sözü türetildi, insanlara ilericilik adına tutuculuk, gericilik, hatta siyasi bağnazlık böylece aşılandı. O örgütlerin konuyla ilgili düşünceleri değişmedikçe ketumluk sürecek demektir.

78 kuşağı yaşlanıyor. Önce hapislik, sonra yeniden hayatı yakalama kavgası, aile kurma v.b. 60lı yaşlarla birlikte yaşam oturduktan sonra travmalar geri dönmeye başlıyor.. Aushwitz ve diğer Nazi kamplarında yaşananlar gibi.. Ya da Ermenilere yapılanlar gibi.. Önce unutma dönemi—ki bir yerde sağlık için gerekli- sonra hatırlama ve yazmanın geri gelişi. Bu romandan hareketle soruyorum bunu ne yapmalı?

O ülkenin insanlarının yüzde doksan dokuzunun psikolojik terapiye ihtiyacı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bizim yaşıtlarımızın yaşamında üç cunta ve yıllardır süren iğrenç bir savaşın acıları duruyor. İnsanlar yaşanılanları elbette unutmuyorlar, ama herkes anlatmıyor, ya da anlatmaya yanaşmıyor. Sadece dost meclislerinde “Askerlik öyküleri” gibi anlatılıyor yaşanılanlar, acılar biraz boşaltılıyor. Sayıları kesin değil ama yüzlerce insanın intihar ettiği biliniyor. Birçoğu sosyal yaşamdan kopmuş, içine kapanmış durumda. 12 Eylül öncesinde ve hemen akabinde kurulan evliliklerin yüzde yetmiş beşinden fazlası dağıldı. Avrupa’da psikolojik terapi görenlerin sayısı hiç de azımsanmayacak boyutta.

Sol kesimde ANI yazmak –birkaç örnek dışında- yok denebilecek bir durumda. Yazmak terapinin, iç boşaltmanın bir başka biçimini oluşturuyor. Bunu becerebilenler biraz da olsa iç dünyalarına inebiliyor, sorgulayabiliyor, yaraları deşip rahatlayabiliyor. Ama susanlar, anlatamayanlar elbette daha fazla. Artık yaşanılanları artığı eksiğiyle, hatası başarısıyla bir bütün olarak anlatmanın, konuşmanın, insanlara aktarmanın tam da zamanı diye düşünüyorum. İnsanlar bundan çekinmemeliler. Önerim budur.

Söyleşi için Derya ve kendi adıma teşekkür ediyorum. Okurlardan bir ricamız var: Eğer KAYIP RUHLAR-SEVDAYI BEKLERKEN isimli romanı okuyanlar, düşüncelerini şu e-mail adresine iletirlerse seviniriz: [email protected]

Ben de Ragıp Zarakolu adına ve bana ayırdığınız zamandan dolayı kendi adıma size teşekkür ederim.