Püren Mutlutürk Meral / Radikal

Hakan Bıçakcı’nın yeni kitabı Doğa Tarihi, postmodern bireyin rutinleştirilmiş, tüm canlı hayattan koparılmış ancak bir o kadar da içselleştirilmiş gündelik hayatına yer vererek okuyucuyu içine çekiyor.

Doğa, otuzlu yaşlarının ortasında kariyeri parlak, tüm kadın ve erkekleri kendisine hayran bıraktıracak bir güzelliğe sahip, ekonomik güce sahip bir kadındır.

Günümüz için varlığı çok sıradan hale gelmiş, gözün görmeyince yadırgadığı(!), ucu bucağı belirsiz o ürkütücü plazaların birinde çalışmakta ve yine yokluğu yadırganan, varlığı ise göz kamaştıran, insanın dışarıdaki tüm canlı hayatla ilişkisini kesen, kendi sınırları dahilinde sakinlerine “güvenli” ve “dışarıya” ihtiyaç duymayacakları bir yaşam sunan sitelerden birinde oturmaktadır.

Yaşamı evi, işi, sevmediği bir adam, takıntılı bir anne ve sürekli kendisini bir yarış içerisine soktuğu arkadaşları arasında geçmektedir.

Ancak yaşamındaki rutinler o kadar derinlere kök salmıştır ki, bir yıldan diğerine geçerken iki doğum günü kutlaması arasında bile -zorunlu haller dışında- hayatında hiçbir değişiklik olmamıştır.

Dışarıdan bakıldığında çok iyi imkânlara ve belki de imrenilecek bir hayata sahip olduğu düşünülebilir Doğa’nın. Ama bu rutin, makineleşmiş hayat aslında çok basit bir karar üzerinden şekilleniyordu: Kendisine kendi gözleriyle değil, başkalarının gözleriyle bakmaya başlamasına neden olan kararı üzerinden...

Farkında olmadan hayatını değiştiren bu kararla birlikte, Doğa’nın yaşadığı her şey sahteleşmeye başlıyor ve hayatını bu hale getiren de kendisi -çok eskide kalmış bu kararından sonra aynı yolda, emin adımlarla ilerleyen kendisi- oluyor.

Örneğin, iş yerindeki bitmek bilmez hırsıyla kendini tüketişi, kendini gerçekleştirebileceği tek yerin fiziksel görüntüsü ve iş yerindeki konumu olduğunu düşünmesi, teknolojinin “nimetlerinden” yararlanırken aslında kendini o “nimetlerin” çizdiği sınırlar içerisine hapsederek tüm benliğini bu sınırlar üzerinden kurması ve neredeyse kurduğu her ilişkiyi bir rekabete, bir kurguya dönüştürmesi hayatını çekilmez kılma noktasına getiriyor.

Doğa kendisini bir nevi makine haline getiren, hiçbir şeyden zevk almayan ama zevk alıyormuş gibi görünen hayatıyla ilk yüzleşmesini lise zamanlarındaki sevgilisiyle karşılaşınca yaşıyor. En başta kendisinin ve yaşadığı her şeyin ne kadar doğal, yapmacıklıktan ve herhangi bir kurgudan ne kadar uzak olduğunu anımsıyor. Böylece o karşılaşmadan itibaren kitabın sonuna kadar Doğa’nın eski hayatına dair bitmek tükenmek bilemeyen bir özlemi yeşermeye başlıyor.

Her anını, kurduğu her ilişkiyi, sevgilisini; eski hayatı ve eski sevgilisiyle kıyaslamaya başlıyor. İşte o andan itibaren Doğa’nın içindeki diğer kadın ortaya çıkıyor ve ikisi arasındaki sıkışmışlık ve nereye ait olduğunu bulma çabası Doğa’nın eski hayatına dönüş ümidiyle kitabın sonuna kadar devam ediyor. O özlediği hayatına dönüp dönemediği ise, okuyucunun okuma sürecindeki merakına vakıf oluyor.

HEPİMİZİN İÇERİSİNDE BİR PARÇA DOĞA VAR

Bıçakcı’nın kurgusu ve üslubu okuru kendisine hayran bırakacak nitelikte ve aslında çok tanıdık bir karakter Doğa. Bu yüzdendir belki de hikayenin o iç burkan, kafanıza balyoz gibi inen gerçekliği... Çünkü hepimizin içerisinde bir parça Doğa var. Belki de etrafımızda tam da Doğa gibi insanlar var. Bunu, okurken keşfetmemek mümkün değil. İşte günümüzün o her yönüyle “güvenlikleştirilmiş”, “mutluluk kaynağı” postmodern hayatın insanı dönüştürdüğü, şekillendirdiği gerçeklik…

Her alanda bu tip bir hayata özendirilmek için çeşitli uyarıcılara maruz kalmıyor muyuz? Kitle iletişim araçlarında kullanılıp, her yerde gözümüze sokulan reklamlar ile, kadın bedenini her geçen gün daha da araçsallaştıran ve böylece kadın üzerinden neo-liberal politikalar üreten bir sistemle, sürekli daha çok çalışıp birilerinin kazancını yükselterek, emek-değer ilişkisini yerle bir eden üretim ilişkileri ile ve en nihayetinde de, başta tüm o “sosyalliğine” rağmen bizi tüm sosyal hayatımızdan çekip koparan sosyal medya olmak üzere, hayatımızın her alanına nüfus eden ve bizi kontrol etme noktasına gelen teknoloji ile…

Bunları eleştirirken sanılmasın ki teknolojik gelişmelerin yarattığı kolaylıktan azade yaşıyoruz ya da bunların farkında değiliz. Burada sorgulanması gereken asıl nokta, tüm bunların bizi ne kadar kontrol altına alabildiği, bizi ne kadar kendi benliğimizden, varoluşumuzdan kopardığı meselesidir. Çünkü Doğa’nın hayatı böyle bir sorgulamanın, böyle bir mücadelenin sonucunda ortaya çıkan bir hayat. En çok da bu yüzden okurken insan derin derin iç çekmeler ile can sıkıntısı, kaotik duygular, kendini sorgulamaktan korkma hali, hayıflanma ve özlem gibi farklı birçok hissiyata aynı anda kapılabiliyor.

Doğa aslında, postmodern yaşantının en güzel eleştirisi şeklinde karşımızda boy gösteriyor. Yazarın kurgusunun yanında, üslubunun ve seçtiği kelimelerin özellikle bu eleştirel vurguda çok önemli olduğu kanaatindeyim. O balyoz etkisini yaratabilmek adına son derece vurucu hamleler seçilmiş ve uygulanmış. Böylece okurun, karakterin bir parçası haline gelerek, belki de tüm yaşamını sorgular hale gelmesi sağlanıyor. Evet, Doğa’nın hikâyesi kaotik, Doğa’nın hikâyesi acınası, fildişi kulesinde yapayalnız bir kadının yürek burkan hikâyesi Doğa’nınki…

Ama hayatımızın neresinde bir Doğa ile karşılaştığımızı ve ona kapıldığımızı anlamak için de son derece çarpıcı. İçinde bulunduğumuz hayatta herkesin yüzleşecek bir Doğa’sı olduğu kanaatindeyim.