Berivan Kaya

Doğrusu bu kitap üzerine vakit ayırıp eleştiri yazma düşüncem yoktu. Meta, fetiş, marka, yayınevi, ödül mekanizmaları yoluyla şiir evrenine piyasacı bir dayatma; gerçekçi bir söylem için koşul oluşturdu. Bilindiği üzere, şair, yazar Mehmet Öztek Natama dergisinin 31’inci sayısında Gonca Özmen’in üçüncü şiir kitabı ‘bile isteye’’yi* eleştiren bir yazı kaleme aldı. İlgili yazı “Bile isteye ortalama beğeninin şiiri” başlığıyla yayımlandığı dönemde, Özmen henüz Yunus Nadi ödülünü almamıştı. Öztek yazısında, Özmen şiirinin, okurun hazır duyarlılığına yazılmış; şairinin iddia ettiği gibi yenilikçi, başka, cüretkâr olmadığını; aksine taklit, tekrar ve klişe ile dolu olduğunu açımladı. İşte yazıdan bir iki alıntı:

“Gonca Özmen duygusal yükü ve ritmi olan sözcüklerle yazmayı iyi şiir yazmak sayıyor. Hazır duyarlılık’a hitap eden sözcük veya durumlarla yazarsanız verili okurun, pop okurun beklentilerini karşılamış olabilir, ancak şiiri ilerletmek adına kayda değer bir iş yapmış olmazsınız.

(…)

Gonca Özmen, coşkusunu, çocukluğunu yitirmiş büyük kalabalıklara yazıyor. Bildikleri, hissettikleri şeyleri başkalarının ağzından tekrar duymaktan hoşlanan okurlar, bu okurlara hitap eden “pop şair”ler ve ortaya çıkan bu saat gibi tıkır tıkır işleyen “kusursuz iletişim”den memnun olan onay mekanizmaları her zaman oldu, olacaktır. (…) Ortalama beğeninin “komutlarını yerine getiren” tarzda şiirler yazdığı halde Özmen’in şiirde “cüret” ve “yenilik”ten bahsederek gerçek okura göz kırpması bu yazının yazılmasının başat gerekçelerinden biridir.

(…)

Son kitabı bile isteye’yi, özellikle söyleşide bahsettiği “cüret,” “başkalık arzusu” ve “yenilik hevesi”ni mercekle arayarak okudum. Özmen’in son kitabı biyografisinin hakkını verircesine, yeniye, farklıya, gerilimli olana değil; kanıksanmış, test edilip onaylanmış ortalama beğeni düzeyinin alkışlarına odaklanmış bir şairin elinden çıkma bir kitap.”**

Bu konudaki değerlendirmeleri, ilgili yazının linkini en altta belirterek, okuyucuya bırakıyor, Özmen şiirini başka bir yönüyle ele almak istiyorum. Tespiti başta söyleyip devam edersem; Özmen şiiri toplumsal-sınıfsal kavrayışı olmayan, derinliksiz dolayısıyla estetik yönden zayıf bir şiir. Bu şu demek: Şair dert edindiği, farkına vardığı sorunsalları, çelişkileri, hayatın bütünsel diyalektik akışına, somut gerçekliğine içeremiyor. Bu içeriksizliğin karşılığı sanatta "özsel" boşluktur.

“Kimselere söyleme Derrida okumadığımızı

Aklımızın ucunda birden bir ayakkabı başladığını

Bir sevişmenin bittiğini gövdemizin ucunda

Anlamın hep ötelere ötelere gittiğini

Seni bir gömlekle nasıl değiştiğimi kimselere söyleme” dizeleri kitaptaki ‘itiraf’ şiirinden. Derrida’yı anlamak zordur, o açıdan bu dizelerdeki anlamsızlık örtbas edilebilir mi bilemiyorum, yine de bütün bu bağlamsız akan dizelerden sonra sevgiliyi bir gömlekle değiştirme fikrini bütün klişeliğine rağmen çarpıcı bulanlarımız çıkacaktır.

Şiiri salt sözcük, söz dizimi ve oyuna indirgeyerek; "buluş" cüretiyle gösterge ve biçime yaslayarak, nesnel kopukluğu aşma çabası kolay bir meziyet değildir. Bir noktada dış dünya ile ilişkilenme zorunluluğu doğduğundan Aklımızın ucunda birden başlayan ayakkabı ile ne yapacağımızı şaşırabilir, bir iki daha anlamı bizde saklı dize zorladıktan sonra gömlek değişimi gibi kimselerin bilmediği parlak bir buluşa varıp nihayet ‘itiraf’ izleğinde bir bağdaştırma ile işi kotardığımızı zannedebiliriz.

Şiiri bütüne içerme yani canlı dünyayla birlik olma, gerçeklikle ilişki kurma konusunda becerimiz yoksa bu konuda imdada yetişebilecek diğer bir kurtarıcı eklektizm olabilir.

Kitaptaki ‘memet’ şiiri bu noktada çarpıcı bir örnek. Şiir tekerlemeyle başlıyor. Mehmet Öztek, Gonca Özmen’in bu şiiri, Aslı Serin’in “bu benim zip” kitabındaki “bu beni alın yoksullara dağıtın/ bu beni alın işçi yapın bu beni terzi,” dizeleri üzerine kurduğunu diğer bir deyişle rol çaldığını söylüyor.

Özmen’in ‘memet’ şiiri; Öztek’in rol çalma saptamasına katılmasak bile en iyi niyetle öykünme diyebileceğimiz “al bu beni” vurgusuyla ‘özgür arzu istemi’ izleği üzerinden ivmeleniyor. “Al bu beni” söz dizimindeki işaret ve şahıs adıllarının yan yana dize içinde anlamca değersizleştirilerek nesneleştirilmesi; şiir kişisinin, kendi kösnül ataklığını önemsemeyen eşe/sevgiliye serzenişi gibidir. Şiirin bütününde “al bu beni” ve “ben” vurgusunun fetiş kullanımı, şiir kişisinin sahiciliğine gölge düşüren bir sorun. Şiirin ilk bölümündeki savaş ve devamında varoş ve yoksul sözcüklerinin eklektik kullanımıyla birlikte şiirin bütününde iğreti bir tat yapılanıyor. Sanki toplumsal izlek, bu denli baskın, tikel imgenin, tekerlemenin arasına bir çeşni olsun diye konulmuş.

“Al bu takatukaları memet

Al bu taka tukaları taka tukacıya götür” tekerlemesiyle başlayan memet şiiri

“Bu beni al memet

Al bu beni çayırlara götür

Ben bana ne etsem bilmem ki

Ben bana hep bir deniz savaşı memet

Sen bu beni kuşlara

Al bu beni varoşlara

Savaş nasılsa bir sırt çantası memet”

Hem eskisi olur mu yaranın

Sen yine beni bir yastıkta beklet

Elma bile zamanını bekler

Sen beni eski bir küpün içine

Derine memet daha derine

İnsan nasıl bir şenlik seyret

Taka tukucı takatukaları
Taka tukalar mı memet

“Sen beni en iyisi yoksullara kat/

Al bu beni memet al bu beni minareden at" şeklinde sonlanıyor.

Şair savaş imgesiyle kendinden yola çıkarak bir şeyler yapmaya çalışmış ama yine de bir bağlama oturtamamış. Nedir bu şiir kişisinin maruz kaldığı deniz savaşı ve/veya onun sırt çantası görümünü? Çok zorlarsak belki kendi kendiyle mücadeleye varabiliriz. Eğer böyle bir çağrışım değilse nedir? Şiirde savaşın bir sırt çantası olması çoğumuza ilginç bir o kadar da anlamsız gelebilir. İnsanlığa yönelik yıkım ve ölümü temsil eden savaş sözcüğünün yapı söküme uğrayarak sevgiliyle çayırlara gitme arzusu eşliğinde sırt çantasına dönüşmesinin, nihayetinde imgede keyfiliğin manifestosuna ait bir şey olduğu da iddia edilebilir. Ne de olsa temsilin ve kavramların reddi postmodernizmin şimdilik zaferidir. Öyleyse arzudaki beklentinin karşılanmadığı noktada, bir tekerlemenin ardından“en iyisi varoşlara, yoksullara katılma isteği” imkân dâhilindedir ve bu istekteki sınıfsal söylemin yapaylığını, alaycılığını dert etmemiz gereksiz bulunabilir. Şiirin takatuka tekerlemesiyle süslenmesine bakarsak liberallerin “bırakınız yapsınlar” modeli açısından da bir sorun gözükmeyebilir. Gel gör ki, toplumcu/tarihselci kavrayışa dair anlam yitimini dolayısıyla estetik gücün zayıflamasını hiçbir söz oyunu ve eklektizm kurtaramaz.

Bireysel ve toplumsal izlek şiir içerisinde birlikte yer kaplayabilir, ne ki burada şiirin; şiir kişisinin duygularının dışına çıkamayışı, evrensel dile ulaşamayışı söz konusu. Şairin, konuşturduğu sesi içerikte baskın kılmasına rağmen kişisel duyguları sorunsallaştıramaması, evlilikteki arzu denetimi çelişkisini heba ediyor. Sovyet Marksist Edebiyat Bilimcisi Gennady N. Pospelov’a göre sorunsal dediğimiz şey sınıfsal/toplumsal kavrayıştır. Gonca Özmen tarihselci bakış ve diyalektik üzerine biraz eğilseydi farkına varacaktı; özgür arzuyu küpe gömen ‘tek eşlilik sorunu’, “memet”lerden dolayı değildir, bin yıllardan beri süregelen tarihsel, toplumsal sınıfsal çelişkilerin ürünüdür. Bu durumda şiir, görüngüye, olguya mahkûm kalarak ‘eski yaradan bir yastıkta kocamaya, küpe basılmaktan elmaya oradan varoşlara’ uzanan ham, klişe imgelere tabi oluyor. Diğer yandan “Ben bana hep bir deniz savaşı” dizesini, “Ben bana hep bir kara savaşı” diye veya “Elma bile zamanını bekler” dizesini,Kayısı bile zamanını bekler” diye çevirdiğinizde anlam yönünden değişen bir şeyin olmayışı bize şiir ile manzume arasındaki farkı ayırt etmek açısından bir fikir verebilir.

Mehmet Öztek'in ilgili yazısında Aslı Serin dışında, İlhan Berk, Cemal Süreya, Orhan Veli, Turgut Uyar, Behçet Necatigil ve Nazım Hikmet’ten örnekler vererek tespitlediği "çalmak değilse rol çalmak" yorumunu derinleştirebiliriz. Taklit ve benzetim (simülasyon) özü inşa edemeyiş yetersizliğinin salt biçim kurma hevesiyle belleğe yönelmesi ve anımsanan söyleyiş biçimlerinden farkında veya olmayarak belli absorbeler yapması olarak düşünülebilir...

Bundan kaçınmak; hayatın/tarihin akışındaki çelişkilerin, devrimci dinamiklerin sadece farkındalıkla değil aynı zamanda doğru bir perspektiften kavranışıyla mümkün. Yaşamın özünün, doğru bir konumlanma noktası üzerinden kristalize edilişiyle şiir kendi başkalığını, özge duruşunu, biçimini, kıvrımlarını yaratabilecektir.

Öte yandan şairin yukarıda detaylandırdığım ‘özgür arzu istemi’ meselinde olduğu gibi diyalektik kavrayış olmadan peşine düşülen "özgürlükçü" imgeler o kadar da özgür olmayabilir. Özgürlük ile belirlenmişlik (tarihsel çelişkilerin karşılıklı görece güç ağırlıkları ) arasındaki karşıtlık göz önüne alınmadığında, izlek; toplumsal cinsiyet, çevrecilik, anti türcülük vb. her tür alanda sınıfsallıktan kopuk bir aşkınlığa vardığı gibi; Walter Benjamin’in bütüncül süreçlerden kopuk “diyalektik imge”sinde olduğu üzere olguları bağlamdan kopuk kendi içine kazımaya ve anlamsızlığa da varabilir.

İşte Özmen’in kitaptaki gölge şiirinden bir bölüm:

“Bazen olur bir dilin öldüğü

Karıncanın güldüğü bazen olur” ya da

“Bir sözcük diğerini gider bulur

Kabuğuna çekilir ceviz

Bir böcek sesini birden unutur”.

Bütün bu absürt akışta olağan dışı imgelerin kullanılmasında bir sorun yok. Düşüncem o ki biçimdeki imkânlar her türlü avangarda açıktır. Ne ki bırakalım bütünsel bir izleği, her bir dize kendinden menkul bağımsız bir çağrışım yaratma çabasında dahi öznelci bariyeri aşamıyor ve nesnel bir bağlam şöyle dursun, kendi içinde bir bağdaştırmaya, anlama ulaşamıyor. Nesnel bağlamdan kastım gerçeğin günlük dildeki ifadelerle açıklanması, retoriksel bir tarif değil; gerçekliği somuttan soyuta hayattaki gibi kavrayışın, yaratıcı form içinde zengin çağrışımlarla hissettirilmesidir.

Keyfekeder söz dizimi diğer dizelerde de sürüyor.

Akşam gizliden arka bahçede

Arka bahçede gizliden

Bir sonsuz büyür durur

İlk bölümde artan keder ikinci bölümde daha da gizemli bir havaya bürünüyor; sonsuzluk imgesi tüm evrensel gücüne, etkisine karşın ortada kalıveriyor. Bahçe ve gizlilik vurgusunda ritme ve ahenge yüklenmenin mantığı kotarılamayan derinliğin boşluğunu kapamak sanki. Özmen tekrarlarla oluşturduğu tekerleme/nakarat havasını kitap boyunca pek çok şiirinde sürdürmüş. "Sevgilim- beni eve götürme geceleri/Beni en çok eve, en çok geceleri” ; “Sevgilim- beni bağışla geceleri, en çok geceleri” vb. Ne ki bu tekrarlar, anlamı güçlendirmiyor.”

Şair, romancı ve edebiyat eleştirmeni Tahir Abacı 23 Ekim’de sosyal medya hesabında paylaştığı “Şiirde Tematik Alanlar” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

"Tema, şiirde okur ile en temel kontak noktası olmakla birlikte, başka işlevleri de var. Bu işlevlerin başında da şiirin omurgasını oluşturmadaki katkısı gelmektedir. Şiir anlatmaz söyler, kat kat açılır ama bir “yığma” da değildir. Şiirdeki her dizenin öteki dizelerle konuşması, söyleşmesi gerekir. Başka deyişle şiir mimari ister, emek ister, zanaat ister ki, saçmadan, zırvadan, sayıklamadan, iç dökmeden, sızlanmadan, öfke dışavurumundan, rastgelelikten, anlık boşalmadan farklı olabilsin. Tema, tek başına bunlardan arınmayı garanti etmez ama iyi ya da kötü her şiirde omurganın oluşmasında en önemli paya sahiptir.

Klasik şiirde tematik alanları saptamak daha kolay. Çünkü çoğu kez tek bir tema bütün şiiri alıp götürmekte, bütün dizeler o temaya özgülenmektedir. Modern şiirde ise tematik alanlar çoğu kez iç içe geçer, hatta bu durum şiiri bazen omurgasız hale getirir, çünkü üst dizedeki iletiler kırıklardan geçip alt dizelere ulaşamaz. Çoğu kez de modernizm döneminde şairlerce kötüye kullanılan bir durumdur bu, bağlantıları kurma beceriksizliği, daldan dala uçmanın getirdiği tökezlemeler, modern şiirin gerekliliği, hatta meziyeti gibi sunulmak istenir. Modern şiirin niteliklisinde de temanın ipuçlarını yakalamak elbette mümkün ve işlevseldir. "

Diğer bir Marksist edebiyat bilimci Terry Eagleton Şiir Nasıl Okunur kitabında bakalım ne diyormuş: “Bir şiir yalnızca sözel bir iletişim aracı değil, başlı başına bir maddi olay ve güç alanıdır. Bu durum şu şekilde ifade edilebilir: Sözel iletişim ancak maddi olaylarla güç alanlarının terimleriyle gerçekleşebilir ve bu da bizi bir daha form ve içerik sorununa geri götürür” (Agora Kitaplığı, 2011, sf. 143).

Son olarak Marksistler kimilerine rahatsızlık verebileceği için varoluşçu bir yoldaştan Jean Paul Sartre’dan aktaralım: “ (…) Ancak imge, belirli bir bilinç türüdür. İmge bir şey değil, bir bilinçtir. İmge bir şeyin bilincidir.” (İthaki, 2017)

O halde modern şiirin niteliklisinin de olduğunu göz ardı etmeyerek Özmen’in şiirindeki Öznel imgeleri ve metafizik genellemeleri biraz daha örneklendirmeye devam edelim ve şu dizelere bakalım:

“Hiç konuşmayanın yanı ölümdür

Canı sıkılanın yanı ölümdür

Karnında bir çocuk taşımak ölümdür

Kavganın öte yakası ölümdür

Bağlar, bağcıklar, bağırışlar hep ölümdür

Kendini bir kadında tanımak ölümdür

Kendini bir adamda tanımak ölümdür

 

Kalmaz ki bir top kumaşın biriktiği”

Baştan sona genellemelerle dolu ve baştan sona retorik kokan dizeler. Bu durumda “Hep konuşanın yanı ölümdür” diye bir dize kurduğunuzda pekâlâ şiir olduğunu iddia edebilirsiniz. Ya da “Canı sıkılmayanın yanı ölümdür”, “Kendini bir kadında tanımamak ölümdür” “Kavganın beri yakası ölümdür” v.b şekilde bunu sürdürmek mümkün. Hatta anlamın bu durumda daha da güçlü olduğunu bile iddia edebiliriz. Karnında bir çocuk taşımanın ölüm olacağı fikri nihilizmin de nihilizmi varmış dedirten cinsten. Sarsmak, şaşırtmak istemiyle öznel çıkarımlardan uçlara savruluş gerçeklikle ilişki kuramayınca, şiir hepten yavan kalıyor. Sarsıcı güç arıyorsak imgenin herkeste ortak duyum/duyuş uyandıracak; kolektif, evrensel olanını daha önce söylenmemiş tarzda; zengin, çok katmanlı çağrışımlarla inşa etmeliyiz. İşte bu, yaşam akışının maddi ve diyalektik kavranışında saklıdır. Yüzeysel bir burjuva ideolojisi ve metodolojisi içinde kavranan yaşam ise Özmen'in şiirinde olduğu gibi olgusal duyuş ve duygunun coşkusuna; özgür isteme'nin "safdil" arayışına rağmen düalist bir aktarıma dönüşme tehlikesinden kurtulamıyor.

Örneğin ‘ay’ şiirindeki;

(…)

“Bir dalda iki kiraz olmuşluğumuz bile var”

“Az önce çıkarılmış atletler kadar ılıktık birbirimize”

 “Gurultularla yalarken yaralarımızı

 Bir ormana dalmışlığımız bile var”

“Biz gecede inanmazsınız yakın yaprak”

"Bizim bizde kaldığımız

Sizin sizde durduğunuzdan esaslı"

dizelerinde "biz/ben” öznelerinin; siz karşısındaki "esaslılık” iddiasının, şiirin bütünü açısından altı boş. “Siz niye esaslısınız da” biz” daha az?” şeklinde bir soru hepimizin aklına geliyordur. İki kadının yakınlığı izleğinde, yara yalamak ile vurgulanan hayvani/doğacı çağrışım, ‘birlikte ormana dalmak’ üzerinden pekiştiriliyor. Burada çatılan “orman” imgesinin Nazım’ın ormanındaki gibi toplumu, insanı ve ortak dönüştürücü eylemi ya da praksisi çağrıştırmadığına kuşku yok. Bugün postmodern tutumun; cinsel yönelim, etnik, inanç kimlikleri, çevre, anti türcülük v.b öznellik üretimleri üzerinden evrensel kurtuluş iddiasını ve toplumcu devrimci eylemi olumsuzlaması, bu şiirde queer kavramı ekseninde üretiliyor. Lezbiyenlik, hayvan, orman, doğa şemsiyesinde girişilen bir “esaslı olanlar” kesişimi, kendisini, şairin “Siz” dediği ve olumsuz genellenen insani yapının karşısında konumlandırıyor. Bu yaklaşım hayatın gerçekliğiyle uyuşuyor mu, hayır. Şairin postmodernist keyfine öyle geliyor; Diğerlerinin özelliklerini gerçekte bilmiyoruz, şair bunları herhangi bir uğraktaki( zaman-mekan-koşul) konumlanma noktasıyla belirtmiyor ve iki kadının yakınlığı karşısında diğerlerini olumsuzlamamızı istiyor. Bu, hayatı diyalektik, tarihsel, bütüncül kavrayamayışın bir görüngüsüdür. Şiirde yine ilk bölümde “Türk milleti adına karar:/Varlığınız armağan olmasın hiçbir şeylere” dizesi, ulusalcı/Kemalist düşünceye gönderme yapan ve buradan postmodernistlere özgü, sınıf özü olmayan bir ‘ötekiler’ retoriğine sarılan K. İskender tarzı sığ, klişe bir eklektizm. Burjuva liberal düşüncenin her alanda olduğu gibi sanat/edebiyat alanında da tek kapışacağı çizgi ulusalcılık/milliyetçilik… Sıkıysa sınıfsal bakılsın herhangi bir izleğe… Sıkıysa doğa ve insan arasındaki yarılmanın ve yabancılaşmanın; insandan değil, maddi üretim tarzının koşullamasından/sınıflı toplumdan kaynaklandığı gerçeğine içkin imgeler dile getirilsin.

Özmen’in şiirinde işlediği bir başka izleğe aile ve evliliğe geçelim. Sorunsalların ele alınışı, diyalektik tarihsel bilinç yerine Descartesci düalizm (karşıt ikilikler) olduğunda bir şeyin karşısına başka bir şeyi koymanın değer yargısına dönüşme riski, şiirle mesafeyi açar. Burada olduğunun aksine şiirde kişiselleşmeye, iç döküşe, az çok şiir bilincimiz ve estetik yargımız varsa razı olmayı istemeyiz. Okuyucular nezdinde her ne kadar popülist bir dayatma söz konusu olsa da her zaman evrensel sesi, kolektif imgeyi duyumsamaya, estetik zevki tatmaya ihtiyacımız vardır. Bu insan olmanın özgül ve evrensel karakteridir. Şiir kişisinin kendi başına geleni aşırı önemseyerek öznel durumunu mutlaklaştırması bu ihtiyacın karşılanmasına engel olur.

“Sevgilim-beni eve götürme geceleri, en çok geceleri

Beni en çok eve, en çok geceleri

Sevgilim -beni bağışla geceleri, en çok geceleri

Bırak oyalansın o aç kalabalık dansımda

Gövdem kederden bir tabanca

Üstünde patlamaz değil.

“Götürme beni o apansız kapana

Ev dediğin ne ki kaçtığımın yanında

Sevgilim -beni o uzun masalara, o şık salonlara

Sevgilim -beni gündüzlerden kolla”

Yukarıdaki dizeler kitaba adını veren‘bile isteye’ şiirinden. Çatılmış tek bir diyalektik imge yok. “Ben” kişisinin iyi/kötü; gündüz/gece; ben/sen; ev/dışarısı; ikilikleri içinde kendini konumlandırdığı olumsallık, bir tür kendine acıma; birçok dizede, ak kaşıktan çıkmış haliyle sahiciliği zora sokuyor. Şiir kişisinin; ‘beni kolla, beni götürme, beni bağışla, beni yollara düşür’ emir kipleriyle kendisini cümle yapısında belirtili nesneye çevirmesi; kurtuluşu sürekli sevgiliden dilemesi, toplumsal cinsiyet meselesindeki devrimci özneyle, dolayısıyla şiirin amacıyla çelişkiye düşüyor. Hani, kadınlar ne güne duruyor?

“Aç kalabalıklar” sözü, işçi sınıfa ait muğlâklığı bir yana, olumsuz kullanımı açısından eril bir güruha bağlandığında bile karşıtlık söyleminden dolayı bir sorunsala isabet etmiyor. Gövdenin diğer gövde üzerindeki patlayışını, tabanca benzetmesiyle cinsellik üzerinden okuyanlarınız olabilir ki Öztek ilgili yazısında böyle bir okuma yapmış ve bu dizelerdeki cinsel cüreti basit ve eksik bulmuştu. Ancak, sevgiliye ısrarla yapılan; aç kalabalıkların tacizi pahasına gecelerde var olma, evden uzak kalma çağrısı, hatta bunun için sevgiliden bağışlanma dileme çelişkisi bu olasılığı ortadan kaldırıyor. Buradaki çağrışım yine kaba bir kadın erkek karşıtlığına indirgenen ev/aile meselinin, erkeğe yönelen öfkeyi meşru sayan dışa vurumu olarak görünüyor. Öte yandan ev her durumda kapanı mı ifade eder ya da şık salonlar her eve özgü müdür? Halkın ne kadarının evinde şık salon, uzun masa vardır? Şiirde imgeler genellemelerden çıkarılıp belirli zaman-mekân ve koşullarda genellik düzeylerinde çatılmazlarsa yani diyalektik nesnel imgeye dönüştürülmezlerse kişisel iç dökmenim ötesine geçemez şiir.

Bu şiirin bütünü açısından bir tek;

“Sandığımı deş, harmanımı yak, yollara düşür”

“Suyun da vakti yok nedense benimle akmaya

Kimse gelmeyecek işte – gecede duranı sabaha koymaya” dizelerini evrensel imgeye açılma çabası açısından değerlendirebiliriz. Sandık, harman eskimiş sözcükler olmasına karşın burada erkek düzenini özneden yola çıkarak sorunsallaştırma girişimi var. Özmen ‘ben’ kişisini sürekli olumsallık içinde kutsayarak yarattığı düalist bakıştan kendi de sıkıntı duymuş olacak ki suyun akışı ve gece gündüz birliği üzerinden yakalamaya çalıştığı diyalektiği kullanıyor ama yine de ‘gecedekini sabaha koyma’ işini kurtarıcının gelmeyişine bağlamakla öznel durumu umutsuz biçimde mutlaklaştırıyor. Burada yine bir Marksist kuramcı Georg Lukacs’a kulak verelim. “Fakat yenilikçi (modernist) edebiyatta insan dünyasının, dolayısıyla da insanın kendinin yıkılması ideolojik amaçla örtüşmektedir. Bu durumda çağın temel taşları sayılan boğuntu, varlığa atılmışlığın bu yan ürünü, duygu kaynağını, yıkılmakta olan bir toplumun yaşantısında bulur. Fakat etkilerini insan dünyasının yıkılışını yansıtarak sağlar” (Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Payel, 5. basım, sf 45-vurgu bana ait). Özmen yıkılmakta olan bir toplumun; burjuva toplumunun ideolojisiyle konuşturmaktadır şiir kişisini; o yüzden ağlak ve yıkıktır. Mehdiye bağladığı umudunu bile yitirmiştir.

Ki Mehmet Öztek yazısında, bu yoğun düalizmin ister istemez tek kutup üzerinde ürettiği merkezileşmeyi ahlaki okuma üzerinden yapıyor, şöyle söylüyor: "Kitabın tamamını okuduğumuzda elimizde kalan şeyin "ev" ile ilgili olduğunu idrak ediyoruz. Şair boşanmış ve evliliğe cephe almış. Evliliğe hatta aynı evde yaşamaya karşı olmamızı bekleyen bir davet var şiirlerde." **

Şiiri her tür ahlaki, kimliksel, düalist, idealist, metafizik yaklaşımdan arındırmak ve ontolojik dirimselliğin yaratıcı gücünü sağlamak istiyorsak ki gerçekçi şiir böyledir; diyalektik ve tarihsel maddeci kavrayış gerekliliği olmazsa olmazdır.

Elbette bugün bu tür, tikel –bireyci, biçimci, kapalı, postmodernist/metafizik şiir yaygın olarak yazılıyor. Fakat piyasa yaklaşımları üzerinden, yayınevi, ödül, reklam mekanizmalarıyla edebiyat ve şiir ortamında belirleyen olma çabasına karşı devrimci gerçekçi şiir cephesinde gür bir sesimiz olacaktır. Kuşku olmasın.

* bile isteye, Kırmızı Kedi Y. 2019

** https://medium.com/@natamadergi/bile-isteye-ortalama-be%C4%9Feninin-%C5%9Fiiri-9506c25f298a