Azad Alik / http://azadalik.wordpress.com

Birkaç hafta önce Rifat N. Bali’nin Libra Yayınları’ndan çıkan Gayrimüslim Mehmetçikler: Hatıralar – Tanıklıklar başlıklı kitabı, Cumhuriyet döneminde gayrimüslimlerin askerlik hizmetleriyle ilgili pek çok kaynağı bir araya getiriyor. Kitapta elçilik raporlarına, basın taramalarına, azınlık toplumlarına mensup olanların kendi anlatımlarına ve kanaat önderlerinin görüşlerine yer verilmiş.

Askerliğini Şırnak’ta yapan Jandarma Er Bedros’un anlatımını bu kitaptan alıntılayarak aktarıyoruz:

“İnternetteyim.

Ellerim titreye titreye bakıyorum ekrana…

Beş ay mı, yoksa oniki ay mı olacak “vatani” görevimin süresi?

Beş ay mı, yoksa beş ayın iki katından iki ay daha mı fazla askerlik yapacağım?

Bir gördüm mü tamamdır sihirli kelimeyi, “Er”i; nereye düştüğümün hiç önemi yok benim için, “Er” demek 5 ay demek çünkü…

Görüyorum en sonunda “Er” kelimesini, bir rahatlıyorum ki sormayın, geçiyor ellerimin titremesi…

Biraz daha göz gezdiriyorum ekranda…

Görev yapacağım yeri görüyorum en sonunda, ama gördüğümü görmek istemiyorum ve internet sayfasını kapatıp tekrar açıyorum…

Bir kez daha kapatıp yine açıyorum, birkaç defa da “refresh” ediyorum…

Değişen bir şey yok…

Toplanma Yeri: Kabul Toplama Merkezi Komutanlığı, Diyarbakır…

Görev Yeri: 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı, Şırnak…

Sen misin “Kısa dönem olsun da, neresi olursa olsun” diyen…

Boşuna söylememişler, dikkat edeceksin ne dilediğine…

Kesin olan iki şey var…

Askerliğimi Şırnak’ta yapacağım, askerliğimi Şırnak’ta yapacağımı kimseye söylemeyeceğim…

Kapatıyorum monitörü , “Mama” diyorum , “Diyarbakır’ a çıktı askerliğim, uçak bileti almaya gidiyorum ben”…

İnanmıyor Diyarbakır’a gideceğime, diretiyor “Sen ne diyorsun beee, çok uzak orası, yalancı seni , doğru söyle nereye çıktın” diye…

Yalancı olduğum doğru; soruyor herkes “Diyarbakır” diyorum…

Toplanıyoruz bizim evde arkadaşlarla…

Ari, Seto, Andre, Hovsep, Sako, Zeren, Sevan, Aret, Serkan, Karin, Serda…

Hayasdan işi nar likörü getirmiş Andre, içtikçe içesim geliyor; şarkılar türküler söylüyoruz, bir “Hay Herosneri Yerkı” patlatıyorum; muhabbet ediyoruz, hafif hafif takılıyoruz birbirimize, gülüyoruz, eğleniyoruz, midemize kramplar giriyor gülmekten…

“Gidiş” yaklaştıkça iç çamaşırlarım artıyor, harıl harıl iç çamaşırı alıyor bana bütün komşular, yeşil yeşil…

Yeşil kazak, yeşil bere, yeşil atlet; çoraplar siyah olmasa “HULK” ‘a dönüşeceğim, o kadar yeşilleniyorum yani…

Hep tedirgin mamam, tipik azınlık anası…

“Aman konuşma oralarda” , “aman sakın ha oğlum”…

Gelip çatıyor beklen(mey)en gün…

Sabah erkenden havalimanındayız… Seto da gelmiş yolculamaya… Askerlik yapacağım yerin tam adresini istiyor ısrarla , “Zero’yla ziyarete geleceğiz Diyarbakır’a” diyor…

“Ne gerek var oğlum, uzun yol, sakın ha gelmeyin, beş ay sonra beraberiz zaten…” diye yırtmaya çalışıyorum…

Ve ilk kez Diyarbakır’dayım…

Dikranagerd’deyim…

İlk iş evi arayıp, haber veriyorum sağ salim indiğimi…

Surp Giragos Kilisesi’ne doğru yola koyuluyorum sonra; girmedik köşe-bucak bırakmıyorum kilisede, “Hay”a ait olduğuna dair izler arıyorum ısrarla…

Taşlar Hayeren konuşmakta zorlanıyorlar artık; yine de, dertlerini hepimizden iyi anlatıyorlar aslında…

Bir dua ediyorum, bir de taş atıyorum cebime; inançlı biri olmasam da…

Bir kez daha arıyorum evi, “Bak mama, Surp Giragos da benimle artık, gözünüz arkada kalmasın” diyorum…

Artık, etimizi-kemiğimizi teslim etme vakti…

Ama sadece onları…

Diyarbakır KTM(Kabul Toplama Merkezi)’den giriyorum içeri…

İnsanlarla kaynaşmaya çalışıyorum hemen, “merhaba” diyorum göz göze geldiğim hemen herkese…

Bir kaç kısa dönem buluyorum, tanışıyoruz…

Ve 5 ay boyunca, her tanışmada yaşanacak birbirinin hemen hemen aynı diyalogların ilki gerçekleşiyor. …

“Merhaba, benim ismim Bedros”…

Büyük bir arzuyla, büyük bir sabırsızlıkla, “Efendim, anlamadım?” demelerini ya da benzer -ve anlaşılabilir- bir tepki göstermelerini bekliyorum; ki ekleyebileyim:

“Adım Bedros, ben Ermeni’yim”.

Tanıştığım herkesin bilmesini istiyorum Ermeni olduğumu…

İsteyen yakın, isteyen uzak dursun; ama bilsin herkes…

Buz gibi bir koğuşta geçirilen geceden sonra, sabah erkenden Şırnak’a doğru yola çıkıyoruz, konvoyla…

Şırnak’ın girişinde, “Kasrik Geçidi” denen yerde, konvoyumuzdaki araçlardan birinin mazotu bitiyor, duruyoruz…

Havanın kararması ve çevrenin -en azından bize- pek tekin bir izlenim yaratmamasından dolayı, şakayla karışık soruyor arkadaşlardan biri, “Abi bir şey yapmasınlar bize buralarda?”

Şoförün cevabı ise net: “Merak etme canım, bizim de adamlarımız var ‘içerde.’ “

23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı’na varıyoruz akşamın ilerleyen saatlerinde…

Girişte üzerimizi arayan erlerden biri, “Biz de sizi bekliyorduk” diyor muzip bir gülümsemeyle; bizim gelişimiz onun gidişini müjdeliyor çünkü…

Günler geçtikçe kaynaşıyoruz; askerliğin kitabını çoktan yazmış(!), “kaşarlanmış” erlerle…Ve başlıyor, kim bilir kaç zaman daha böyle sürüp gidecek olan “seremoni”.. .

Acemiler tecrübe edinmeye çalışıyorlar eskilerden, sordukça soruyorlar, kapmaya çalışıyorlar askerliğin “raconunu”…

En çok da, Şırnak il sınırları içinde dağıtılacakları muhtemel yerler hakkında soruyorlar…

Kurayla belirlenecek, dağıtılacağımız yerler…

Çok küçük bir kısmımız nispeten güvenli “Tümen içi”nde kalacak, kimimiz ise “gönderilmekten mümkün mertebe kaçınılmaya çalışılan” karakollara gidecek…

“Kaşarlanmış” gruptan hüzünle öğreniyoruz, kuranın yüzde doksanının aslında biz daha Şırnak’a gelmeden çok önce “çekilmiş”(!) olduğunu…

Malum eşit vatandaşlarız hepimiz ama eşit olmayabiliyor eşit vatandaşların torpilleri…

Hollanda’nın Genelkurmay Başkanı’nın oğlunun Afganistan’da öldürülmüş olduğunu hatırlıyorum, bir karşılaştırma yapmak geliyor aklıma askerliğini yapmakta olduğum memleketle; koskoca Hollanda’nın zavallı Genel Kurmay Başkanı’nın oğluna bir türlü torpil yaptıramamış olması ile ilgileniyorum; Hollanda’nın Afganistan’da ne işi olduğundan ziyade…

Ailesini arıyor herkes; tanıdıklar, yüzbaşılar, binbaşılar devreye sokuluyor…

Burada torpilin en aşağı “Albay”lardan başladığı öğreniliyor “kaşarlanmışlar”dan…

Ve devam ediyor seremoni…

-Beytüşşebap tehlikeli yermiş diyorlar, nasıldır orası..?

-Valla moralini bozmak gibi olmasın, bizim bir kısa dönem arkadaş vardı, cepten aradı bizi, tam merhaba diyecekken “güm” diye bir ses duyduk, sonradan öğrendik ki roket yemişler; torpiliniz varsa kullanın, kalın tümende, belli olmaz oralarda ne olacağı…

Tedirgin acemiler…

Obsesif-kompulsif davranış bozukluğu olan kısa dönem bir arkadaşımız var, geceleri sayıklıyor sürekli, sakinleştiriyoruz…

Aileden, tanıdıklardan, arkadaşlardan kopup; hiç de “kısa” sayılamayacak bir dönem için bambaşka bir ortama gelmek bile herkesin karakterinin kolay kolay kaldıramayacağı bir meseleyken; Şırnak’a gönderilmiş bir de, askere alındığı yetmiyormuş gibi…

Eğik, omuzları düşük yürüyor sürekli; donuk bir ifade yüzünde…

Benim ise Şırnak’ta olduğumu bilen kimse yok, aileme haber vermeden Tümen’de nasıl kalırım, onu düşünüyorum…

Derken müzisyenlik imdada yetişiyor, müzisyen olduğumu, bateri çaldığımı söylüyorum mülakatta; “getirtebilir misin baterini” diyorlar , “getirtebilirim” diyorum; baterim olmamasına rağmen…

“Getirtirsen kalırsın, subay gazinosu var burada.”

Yollatmak istediğiniz adresin, aileniz tarafından öğrenilmesini istemiyor olmasanız, işten bile değil ucuza bir bateri aldırıp herhangi bir adrese yollatmak…

Telefon açıyorum eve , “Çok rahatız, Diyarbakır(!) harika” diyorum…

Araştıracağını söylüyor babam, “Subay gazinosu varmış burada, müzisyen arkadaşlar da var, rütbeli askerlere çalacağız, ucuzundan bir bateri alıp yollayabilir misin..?” diye sorunca…

Oğlu askerde adamcağızın, ne yapsın; değil bateri, Ferrari istesem, ne yapar eder; onu bile yollar vallahi…

“Sevan’ın, müzik enstrümanları satışı işinde olan bir arkadaşı varmış Beyoğlu’nda, Garen; o halledecek her şeyi, sen adresi ver yeter” diyor… Ne yapıp edip Garen’in telefon numarasını alıyorum babamdan, “Şimdi tam adresi verirsem ziyarete gelmeye kalkarsınız” diye de ekliyorum…

Mamamdan öğrendim sonra, babamın “Yahu ne biçim çocuk, cins yahu cins bu, adres vermez mi insan be” diye söylendiğini…

Telefon açıyorum Garen’e, durumu anlatıyorum, “Akhparik gözünü seveyim adres işini bizimkilere çaktırma” deyip alıyorum sözünü…

Şırnak Yurt İçi Kargo’ya doğru yola çıkıyor davulum, kafam daha rahat artık…

Kargo geleceğini bildirmek için Bölük Komutanı’na çıkıyorum…

Kayserili olduğunu biliyorum, ailem gibi…

“Babam Erkilet’ten, annem ise Felahiye(eski Urumdigin)’dendir” diyorum, biraz sohbet ediyoruz Kayseri hakkında, büyük dedemin yaptırmış olduğu ve insanların hala su içtikleri çeşmeyi anlatıyorum…

Ermeni olduğunuzu tanıştığınız herkese söylüyorsanız, muhabbetin dönüp dolaşıp geleceği yer zaten Allah’ın “Onbirinci Emir”i ; ben ise “Charlton Heston”ım…

Ellerini iki yana açarak “Yahu Bedros, ben inanmıyorum yahu, yani bu soykırım falan diyorlar, yok öyle bir şey” diyor, bir süre sonra…

“Komutanım ben dürüst birisiyim, hep öyle oldum, ne düşünüyorsam söyleyeceğim size; ailemden duyduklarım var; akrabalardan, tanıdıklardan duyduklarım var; yaşanmış olana ne ad verirsek verelim, bir gerçek var, Anadolu’da Ermeniler artık yaşamıyorlar; Kayseri’deki bir kilisemiz ise spor salonu olarak hizmet veriyor şu an” diyorum…

“Yapma yahu..! Türkiye-Ermenistan maçında kimi tutacaksın bakayım sen?” diyor…

“Komutanım ben hep zayıfları tutarım” diyorum…

Günler birbirini kovalıyor, devam ediyor acemilik eğitimimiz… Silah dağıtılıyor biz “fakülte mezunu” acemilere… “Fakülte”de aksi öğretilmediği için olsa gerek, neredeyse herkes silahını arkadaşına doğrultup, “şaka”cıktan vuruyor arkadaşını…”Allah hepimize sabır versin” diye geçiriyorum içimden, okudukça cahilleşenlerin arasına düşmüşüz meğer… Uyarıyorum “Silahları birbirinize doğrultmayın” diye, tersleniyorum bir güzel… Başçavuş’a anlatıyorum durumu, beni tersleyenlerin isimlerini vermeden… Benim yaptığım uyarıyı bu sefer o yapıyor , analı-avratlı bir kaç “nazik” söz de ekleyince uyarısına, kuzuya dönüyor millet, kimse silah doğrultmuyor artık arkadaşına…

Kısa dönem arkadaşlarımızın şakalaştıkları silah, askerlik muhabbetlerinin olmazsa olmazı; meşhur “G-3″… “Hayat kaydıran, mermisi döne döne giden; girip çıktığı yerde 10cm’lik ölümcül yaralar açan; ya sakat bırakan ya da öldüren” G-3…

Ve askerliğimizi yapmakta olduğumuz yerin Şırnak olduğunu, buraların hiç de tekin yerler olmadığını yüzümüze bir tokat gibi çarpan ilk olay, daha acemilik eğitimimiz bitmeden meydana geliyor… Bir asker ihtiyaç duyulan kan gruplarında kan arıyor bağıra bağıra, helikopterler uçup duruyor tepemizde… Askeri minibüs taranmış Cizre’de, en az 4 ölü ve çok sayıda yaralı var… Bizim Tümen’deki Asker Hastanesi’ne getiriliyor yaralıların birçoğu…

Askerliklerini Cizre’de tamamlayacak arkadaşlar vardı aramızda… Hepimizden daha tedirgindi onlar… Çoluğu çocuğu olanlar dahi var aralarında…

O gün anladım, askerliğimi yapmakta olduğum yeri kimseye söylememekle ne kadar iyi yaptığımı… Diğerleri, olayı televizyonlardan duyan anne-babalarını rahatlatabilmek için çırpınırken; ben rutin telefon diyaloğumuzu gerçekleştiriyordum ailemle: ”Diyarbakır çok güzel, atari koymuşlar buraya atari oynuyoruz, masa tenisi de var, silah vermediler bana, nöbet de tutmayacakmışım hiç, yemekler süper, kütüphanemiz de var, bol bol kitap okuyorum, askerlik maaşı da oldukça iyiymiş buralarda, sivildekinden daha çok para kazanacağım herhalde…”

Sivildekinden daha çok para kazanacağımı söylediğim kısım hariç, hepsi yalan..:)

Pek çok eğitim atışı yaptık acemilik eğitimi süresince… 100 metrede 3′te 3 vurmuştum bir defasında… Atışlarımız bittikten sonra yanımıza geliyor komutan, isabet ettirdiğimiz atış sayısı kadar omuzumuza vuruyor eliyle, “Aafferiinn” diyerek… Geldi benim de yanıma, verdim tekmilimi…

-Jandarma Er Bedros Istanbul, emret komutanım…

-(Bir ara durakladı komutan, telaffuz edemedi ismimi) Aaafferiinn Bedriiiii…

-Jandarma Er Bedros Komutanım… .

-Aafferiin Bedriiii…

-Jandarma Er Bedros Komutanım… .

-Aafferiin Bedriiii, seninle iyi anlaşacağız Bedriii…

Ben Bedros dedikçe o “Bedri” diyor, her defasında tekrarlanıyor bu; yakıştıramıyor herhalde Bedros ismini benim gibi nişancıya… .

Hızla yaklaşıyor, artık gerçek birer asker(!) olacağımız Yemin Töreni…

Hepimizin ailesine mektuplar gönderiliyormuş meğer, yemin törenine onları da davet etmek için…

Tesadüfen öğreniyorum bunu bir arkadaştan, telaşlanıyorum “Ya bizim eve de yollandıysa çoktan” diye, malum, Diyarbakırlı değil Şırnaklı olduğumuz meydana çıkacak, bir rütbeli bulup anlatıyorum durumu…

Şansım var ki aileme gidecek mektup postalanmamış daha, bulup imha ediyoruz, böylece benim Diyarbakır’daki(!) askerliğim de devam ediyor; bir “adres öğrenilme tehlikesini” daha böylece savuşturmuş oluyoruz…

Dağıtımlar yapılmadan önce, bütün kısa dönemler, son bir kez toplanıyorlar bir tesiste… İstisnasız her kısa dönemin gelmesi gerektiği özellikle belirtiliyor; “her sorunun bir çözümü vardır, sorunlarınızı arkadaşlarınızla paylaşın” yazılı tabelanın önünden geçip, tıkış tıkış doluşuyoruz büyük salona, balık istifi misali….

Bu gecenin -en azından kendini azınlık hisseden herkes için- askerliğimizin en kötü gecelerinden biri olacağının farkında değiliz henüz….

“Dikkaaaaayyyyttt” çekiliyor, komutanlar salondan içeri giriyor…

Herkes hazırol’a geçiyor, (traji)komedi başlıyor…

Klasik “hoş geldiniz” muhabbetinden sonra, komutanın şerrinden ilk nasibi “Rambo” , daha doğrusu Stallone alıyor…

-Arkadaşlar, aramızda “Rambo”yu seven var mı..? (bir arkadaşımız el kaldırır)

-Sylvester Stallone’un vatan haini olduğunu ve askerlikten kaçtığını biliyor musun sen? O filmlerdeki kahramanlıkların falan hep düzmece olduğundan haberin var mı senin? -Vallahi ben düzmece olduğunu daha yeni öğreniyordum orada- Söyle bakayım hala seviyor musun Rambo’yu..? (kendi sorusunu kendi yanıtlar)

-Sevmiyorsun artık tabii, neden, neden sevmiyorsun biliyor musun, çünkü biz Türk askeriyiz ve Türk askeri hainleri sevmez arkadaşlar…

Ben Sylvester Stallone’un hainliği ile  “Türk askeri”nin sevmediği hainler arasında nasıl bir bağ olabileceğini anlamaya çalışırken, komutan bir müddet daha devam ediyor “emperyal” Hollywood’un aktörlerine “döşemeye”.. .

Söz hainlikten açılmışken; Rambo’dan, Kurtuluş Savaşı’na geliyoruz, ben anlıyorum başımıza gelecekleri, yaklaşık 700 kısa dönem askerin içindeki üç tane Hay için, işkence başlıyor artık…

Komutan bir “girişiyor” Hay’lara ki sormayın gitsin… “Anamızı” “avradımızı” ağzına almadan iki çift laf etmiyor sağolsun..Ağzına bir doladı mı öyle kolay kolay da bırakmıyor…Çingeneler gibi ülkesiz olduğumuzdan bahsedip, hem Çingeneleri hem Hayları aşağılıyor; yaptığımız katliamları, ırza geçmeleri “güzeeel güzel” anlatıyor… Ne kadar kurnaz olduğumuzdan, ne kadar açgözlü olduğumuzdan, ekmek yediğimiz kaba nasıl da pislediğimizden, hainliğimizden, nankörlüğümüzden bahsediyor sürekli, memleketi ele geçirmek için çoluk çocuk genç yaşlı nasıl da birlik olduğumuzu anlatıyor…

Benim kafa bir kez daha dank ediyor…

Gündem her ne olursa olsun, gündemden bağımsız tek bir gerçek gündem var memlekette, o da “biz”iz…

Anti terör faaliyetinin en yoğun yürütüldüğü bölgelerden birindeyiz, ve 20 dakikalık bir konuşmanın neredeyse 15 dakikası Hay’lara sövmeye ayrılabiliyor… Gurur duydum… (“Gurur duydum” ifadesinden sonra parantez içinde bir ünlem işareti koyacaktım, ama sonra neden bilmem, vazgeçtim… )

Titriyorum sinirden, dik duruşumu korumaya çalışıyorum, beynimde bin tane düşünce dolanıyor; konuşsam mı konuşmasam mı, benim söyleyeceğim bir şey yüzünden diğer Hay arkadaşların başına bir iş gelir mi diye düşünüyorum…

Konuşmaya başlayıp da susamamaktan; başıma, ailemi üzecek bir şeyler getirmekten korkuyorum en çok da….

Üç Hay’dan biri dayanamıyor artık, tuvalete kapanıp ağlıyor 2-3 dakika boyunca hıçkıra hıçkıra…

Gelip omuzumuza dokunuyor kimi arkadaşlarımız dostça, destekleyici sözler söylüyorlar samimiyetle…

Bense öfkeliyim hepsine…

“Ermeni olduğumuzu bildiğiniz halde hiçbiriniz elinizi kaldırıp da iki çift laf etmeye cesaret edemediniz… Durum tam tersi olsaydı; Ermenistan’da olsaydık, siz Ermenistan vatandaşı Türkler olsaydınız ve komutan kalkıp da Türklere sövseydi, ben çıkıp sizi savunurdum” diyorum, “Cesaret edemedik Bedros” diyor biri, başını eğerek…

Aralarından biri kolumu tutuyor, art niyet olmaksızın, Yüzbaşı’nın yanına götürüyor beni…

“Jandarma Er Bedros İstanbul Emret Komutanım”

-Ne..?!

-Bedros komutanım , Jandarma Er Bedros İstanbul Komutanım…

-Söyle oğlum(bu kadar “severse” anamızı, olacağı buydu, oğlu olduk adamın, bundan sonraki görüşmelerimizde kendisine Baba diyeceğim)

-Diğer arkadaşlar gibi biz de askercilik oynamaya Şırnak’a kadar geldik; “Ermeni dölü dediniz” , “Ana avrat” dediniz, benim çok gücüme gitti, ben Ermeni’yim Komutanım…

(Biz konuşmaya devam ettikçe kalabalıklaşıyor etrafımız)

-Ben Özür diliyorum senden Bedros, bizim Ermeni askerimiz çok oldu burada…

-Komutanım “hainlerden” bahsettiniz; Osmanlı Ermenisi – Çarlık Rusyası Ermenisi ayrımını yapmamız gerekiyor burada, Çarlık Rusyası’nın vatandaşı olan Ermeniler doğal olarak o saflarda savaşmışlardır, Osmanlı İmparatorluğu’nun vatandaşı olup da Osmanlı İmparatorluğu’na karşı savaşmış olan Ermeni’lerin sayısı taş çatlasa 1000-1500 kişidir… Çanakkale’deki kahramanlıklardan bahsederken sadece Türkleri andınız, halbuki o zaman Osmanlı İmparatorluğu hâlâ hayattaydı ve emperyal kuvvetlere karşı savaşan o orduda imparatorluğun doğal yapısı gereği sadece Türkler değil, pek çok unsur ve pek tabii Ermeniler de vardı…Onlardan hiç bahsetmediniz komutanım…

-Bedros sen Türk vatandaşısın değil mi..?

-Komutanım vatandaş olmasam burada olmazdım…(arkadan biri dürtüyor beni , “lre , lre” diyor.)

-Bedros Ermenistan’da sizi sevmiyorlar, sizi “Ermeni” yerine koymuyorlar biliyorsun…

-Komutanım ben 2001‘de Ermenistan’a gitmiştim, öyle bir durum gözlemlemedim, hatta Türkiye’den geldiğimi öğrenince daha bir sıcak davrandıklarını söyleyebilirim. Ermenilerin %99′u Anadolu kökenlidir, hem zaten Ermenistan Parlamentosu’nun yarısından fazlası Muşlu’dur komutanım… (o zaman öyleydi)

-Diaspora Türk düşmanlığı yapıyor Bedros…

-Komutanım “Türk düşmanlığı” ifadesi diasporanın sadece küçük bir kısmı için geçerli olabilir, diasporanın o kısmına karşı belki de en etkili olabilecek vatandaşımız olan Hrant Dink’i ise biz öldürdük burada…

Bir iki saniye süren bir sessizlikten sonra, bizim kısa dönemlerden biri dayanamıyor artık ve koyuyor lafı gediğine…

-Komutanım siz bundan niye özür dilediniz..? Geldiği ilk günden beri “soykırım da soykırım” diye konuşup duruyor bu şerefsiz…

Birbuçukmilyon puanlık “Bedros söyle bakalım şimdi, soykırım mı değil mi?” sorusunu sormadı komutan, sormasından korktuğumu itiraf etmeliyim; sorsaydı geri adım atmayacaktım; kendime yediremezdim bunu…

O gün yaklaşık 7-8 kişilik bir arkadaş grubu sürekli benimleydi, bir tatsızlık ihtimaline karşı… Arkamdan atıp tutanlar, sövenler çok olmuş…

Askerde bazı günler olaylı geçti biraz, ama hep rahat uyudum geceleri…

Hay arkadaşlarımızdan biri , “önemli evrak” götürüp getirme işi yapıyordu, arı gibi çalışıyordu, görevinden alındı ismi yüzünden; sebebini sordu, “soru sorma” dediler…

Güvenilemezdi ona, potansiyel vatan hainiydi çünkü… Çaycı oldu bu arkadaşımız, hainlik yapılabilecek bir potansiyel göremediler herhalde çaycılıkta…

Şaşırmıştı görevinden alınmasına biraz, anlam veremiyordu; ben de görevinden alınmasına şaşırmasına anlam veremiyordum…

Askerde yapmadığım iş kalmadı; yaptığım her işi de hakkıyla yaptım; hatta abarttığımı söyleyenler, “Vatanı sen mi kurtaracaksın” diyenler dahi oldu…

Koğuşlardan sorumluydum; koğuşu herkesin saatinde boşaltmasından da sorumludur koğuş sorumlusu…

Daha önceki bir “1915″ tartışmasından bana kafayı takmış olan bir “arkadaş”, kalkması gereken saatte kalkmayınca, birbirimize girmeye kadar gitti işin sonu… Araya girdiler arkadaşlarımız, ayırdılar bizi, bizim uykucu bağırıyor bana deli gibi, “lan vatan haini, vatan hainisin sen, acemilikten beri şov yapıp duruyorsun soykırımdır diye, kafanı kopartırım senin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kurtaramaz seni buralarda”…

Benim can-ciğer arkadaşlar olayın haberini uçurmuşlar bölük astsubayına hemen…

Hepimizi topladı Astsubay gazinoya… 50- 60 kişi varız…

Çocuk şikayet ediyor beni komutana, “Kafama su şişesi fırlattı, yatağıma vurdu” diyor, anaokulu çocukları misali…

-Bedros sen bunları yaptın mı..?

-Yaptım komutanım…

-Neden yaptın?

-Saat 06:10′da boşaltmış olması gerekiyordu koğuşu, saat 07:00 olmasına rağmen hala yataktaydı, kalkmasını söylediğimde ise tersledi komutanım…

-Bedros, şimdiye kadar sana Ermeniliğinle ilgili olarak herhangi bir hakarette bulunuldu mu?

-Hayır komutanım…

-Ben niye öyle hissediyorum o zaman…?

-Komutanım benim burada kimseyle öyle bir sorunum olmadı, bütün arkadaşlarımız çok iyi, beni çok seviyorlar burada…

(parmağını bana sallayarak)

-Bedros, sözde Ermeni Soykırımı ile ilgili konuştuklarına, oturup kalkmana dikkat edeceksin…

-Emredersiniz komutanım…

Arkadaşlarım çok kızdılar bana, çok söylendiler “Sana vatan haini dendiğini niye söylemedin?” diye…

Kimseyi ispiyonlamamıştım bugüne kadar , “vatan hainliğim” de bunu değiştirecek değildi…

Bir komutan “Barbaros” demişti bana bir keresinde… .

“Jandarma Er Bedros Komutanım” diye ismimi belirtince de, “olsun, Barbaros ismini daha çok seviyorum ben” diye diretmişti…

“Komutanım Ankara’nın doğusunda bir tane Bedros var, onu da Barbaros yapmayalım” demiştim ben de…

“Bedros”u “Bedri” ya da “Barbaros” yapma hevesini hiç anlayamadım…

“Bedros” Bedri olsa; beş yaşındaki çocuklar belediyelerin açtıkları çukurlarda ölmekten vazgeçerler miydi, hayat standardımız birazcık daha yükselir miydi, bazı “kanun” adamları Birgün Gazetesi okuyor diye gencecik kızları İstanbul’un orta yerinde karakola götürüp taciz etmeyi bırakırlar mıydı, bazı vatandaşlarımızı su damacanalarına tecavüz ettirecek kadar “tabu” olmaktan çıkar mıydı cinsellik?

Her ana-baba çocuğuna istediği oyuncakları alabilecek kadar zenginleşebilir miydi?

Her evde bir kütüphane olur muydu?

Maaşlarını, ödediğimiz vergilerle bizim vermekte olduğumuz insanlar; bize kendi paramızla vatandaşlık öğretmekten vazgeçerler miydi?

“Bedros”un “Barbaros” olması, acaba; Türkiye’de yaşayan bir Türk’ü, Yunanistan’da yaşayan bir Türk’ten daha iyi yaşatmaya yeter miydi?

Yüksek rütbeli bir askerden okkalı bir fırça yemiştim bir keresinde, defalarca tekmil vermeme rağmen anlamamıştı ismimi…

Sormuştu “Kürt müsün lan yoksa sen?” diye…

“Hayır Ermeni’yim Komutanım” demiştim, gözleri seğirmişti…

Onun maaşını da biz veriyorduk, o da vatandaşlık öğretiyordu bize…

Başrolünde yine Hay’ların olduğu, askerliğini yapan hemen hemen her şanslı vatandaşın izleme olanağı bulduğu o meşhur “belgesel”i izleyeceğimiz gün de gelip çatmıştı sonunda… Bütün bölüğü topladılar er gazinosuna, neymiş , “vcd” seyredecekmişiz… Kurukafalar, alevler eşliğinde koskocaman bir “Sözde Ermeni Soykırımı ve Emperyalist Yalanlar” başlığını görünce; bağırıyorum “Hah, ben de ne zamandır bunu bekliyordum vallahi” diye; arkadaşların bir kısmı kahkahalarla gülerken, bir kısmı da ters ters bakıyor bana… Can arkadaşlarımdan biri devreye giriyor, nöbetçi çavuşun kulağına bir şeyler fısıldıyor, onun sayesinde düzmece bir nöbet yazılıyor bana, saat 14:00-16:00 nöbetine gönderiliyorum apar topar ve “vcd” işkencesinden kurtuluyorum böylelikle…

Söz konusu arkadaşım Malatyalıydı, müzisyenlik vardı onda da, bağlama çalıyordu, Alevi’ydi…

“Ben gusül abdesti almayan adama Müslüman mı derim arkadaş, Alevi’lerden de Müslüman mı olurmuş” diye bağırdığını duymuştuk bir erin bir keresinde, gülüp geçmişti…

Ertesi günkü eğitim sırasında, yere düştüğü yetmiyormuş gibi komutandan da iyi bir fırça yiyince; “Gusül abdesti almayanların sonu işte böyle olur oğlum, oh olsun sana” demiştim de, gülmüştük katıla katıla…

İslam dünyasının Ararat’ı; Cudi Dağı manzaralı askerliğimin yazmaya en değer anıları bunlar…

Uzun ve dağınık bir yazı oldu; ayırdıkları zaman için, okuyan herkese teşekkür ederim…

Jandarma Er Bedros,

İstanbul”