EMİNE UŞAKLIGİL/BENİM CUMHURİYET’İM (*)

Adı ve içeriği rejimle bütünleşmiş bir gazetenin, kuruluşundan bugünlere öyküsünü anlatmak, hele o gazeteyi 80-90 yıllık iniş-çıkışlarıyla, siyaset, ideoloji ve toplumla ilişkileri bağlamında aktarmak, değerlendirmek zor bir iş. Dedesinin, dayısının, ailesinin gazetesi ama…

Emine Uşaklıgil, ‘Benim Cumhuriyet’im’ kitabını yazarken bence büyük bir risk almış ve cüretkâr davranmış. Çünkü dedesinin kurup bilahare dayısının yönettiği, son dönemde de bizzat kendisinin işveren/yönetici olduğu bir gazetenin öyküsünü kaleme almış.

Ermeni Jamanag gazetesinden sonra Türkiye’de yayınlanan en eski günlük gazete, Cumhuriyet hakkında bir akademik çalışma (Aysun Köktener, Bir Gazetenin Tarihi : Cumhuriyet, Yapı Kredi Yayınları) , Emin Karaca’nın (Cumhuriyet Olayı, Altın Kitaplar), bir de Zeki Saral’ın (Biz bir aileyiz-Yurt Yayınları) kitaplarını okuduğumu hatırlıyorum. Hasan Cemal’inkini de unutmayalım. Uşaklıgil’in kitabı, benim şimdiye kadar okuduğum yerli/yabancı gazete monografileri arasında en kapsamlı, en derin ve en başarılı olanı.

Aslında ben de bu yazıyı yazarken zorlanmıyor değilim. Çünkü Emine Uşaklıgil (İzin verirseniz bundan sonra sadece Emine, diyeceğim) benim sadece Cumhuriyet’ten (1983-92) patronum değil, aynı zamanda simültane tercümeden meslekdaşım ve arkadaşım. Bu nedenle yazara ve kitaba karşı nesnel davranma konusunda sıkıntılarım olabilir.

Buraya uzun bir parantez açayım: Fransız Le Monde gazetesinin herhangi bir mensubu, bir kitap yayınlayacak olsa, gazetenin anayasası gereği, kitabın tanıtım ya da eleştiri yazısı mutlaka gazete dışından biri tarafından yazılır. Times Literary Supplement’da da ilginç ve önemli bir kural var: Bir kitap eleştirisi/tanıtımı yazılacaksa, onu yazar ya da kitapla herhangi bir ilişkisi olan kişi yazamaz. Yazarın bir yakını, yayınevinin bir tanıdığı, ya da kitapta adı geçen biri ya da yakını. 1983-87 yılları arasında Londra’da BBC Türkçe Servisinde çalışırken, bölüm müdürü seçilecekti. Adaylar henüz ilan edilmemişti. TRT kökenli gerçek bir radyo profesyoneli olan meslekdaşım Serpil Erdemgil’e gittim: ‘Serpil hanım, benim adayım sizsiniz, oyumu size vereceğim’ dedim. Serpil hanım müstehzi bir ifadeyle, ‘Medya konularıyla ilgileniyorsun ama BBC kurallarından bihabersin galiba’ dedi. Öğrendim, meğerse BBC kurallarına göre, herhangi bir bölümde yönetici olabilmek için o bölümde 2. derece akrabası bile bulunmaması gerekiyormuş. Serpil’in eşi Turan bizim ana sunucumuzdu, Serpil’in kardeşi Tayfun Ertan da ( En son NTV radyoda nefis ‘Eve Dönerken’ler yapıyordu) o zamanlar BBC Türkçe Servisinin çalışanıydı. Dolayısıyla Serpil, Müdürlüğe aday bile olamıyordu. Bir-iki örnek daha : Bir başka eski BBC çalışanı Nilüfer Kuyaş, -ki hem insan olarak hem de profesyonel olarak nadir bir kişiliktir- Milliyet’te çalışırken, ünlü bir pul kolleksiyoncusu ve uzmanı olan…. babası ile bir söyleşi yapıp yayınlamıştı. Nilüfer’e bunun etik olarak doğru olmadığını, bu konuda çeşitli kurallar olduğunu hatırlattığımda, o sevimli haliyle, ‘Ay şekerim vallahi bilmiyordum’ dedi. Bir süre önce de Ahmet Altan’ın kızının, Mehmet Altan’la bir söyleşisini okumuştum. Yani amcasıyla… Olmaz!. Son örnek: AFP’de çalışırken (1987-92), ilk başlarda bizim Ankara bürosu Azerbaycan ve Ermenistan’dan da sorumlu idi. Galatasaraylı kardeşim Yurtsay Mıhçıoğlu, Ankara’da, ben de Istanbul’da görevli idik. Büro şefimiz, Antoine Lazerges bir gün aradı: ‘Cumartesi Erivan’a gidebilir misin?’ diye sordu. Ajandama baktım. Müsait değilim. ‘Gidemem, Yurtsay gitsin’ dedim. Antoine bir süre sustu. Sonra, herhalde haklı olarak ‘Kimin gideceğini sormadım, sen gidebilir misin, diye sordum’ dedi. Ardından da ekledi: ‘Yurtsay gidemez!’. Çok kesindi. Neden? diye sordum. Bilmiyor musun? dedi. Neyi? dedim. Yurtsay’ın diplomat babasının Portekiz’de Asala saldırısına uğradığını hatırlattı. Dolayısıyla Yurtsay, Erivan’da insan olarak, duygusal olarak, doğru dürüst gazetecilik yapamazdı. İnsan her gün bir şey öğreniyor…

Tüm bu örnekleri şunun için yazdım: Gazetecilik, kahve sohbetlerinin yazılı versiyonu, aile içi muhabbetler, dost sohbetleri, roman ya da hatıra defteri yazarlığı değil. Gazeteci ile haber kaynağı arasındaki ilişki, öyle sıradan, yüzeysel, kuralsız bir ilişki değil. Haberin, mümkün olduğunca gerçeği yansıtabilmesi için, (Yani yayınlanacak haberin doğru, dengeli, inanılır, güvenilir olabilmesi için) gazeteci ile kaynağın ve bu ikilinin ilişkilerinin özel bir önemi var. Hele iş, iktidar/gazeteci ilişkilerine dayanırsa, gazetecilikle propaganda birbirine karışır ki, bu durumda kazanan propaganda kaybeden gazetecilik (ve gazeteci) olur. Nepotizm denilen, yakın/akraba kayırmayı önlemek için de bir dizi önlem gerek. Ayrıca da hatırlatayım: Gazeteci herkesi tanır, herkes gazeteciyi tanır, herkes gazeteci ile arkadaş olmak ister ama, gazetecinin gerçek dışında hakiki arkadaşı yoktur!

Dönelim Emine’nin Cumhuriyet’ine. Yazarın dedesini bizzat tanımamış olması herhalde bir avantaj. Yunus Nadi’nin, baştan beri Mustafa Kemal’in çok çok yakınında bulunması, bilahare milletvekili olması da, gazetecilikle siyasetin kesiştiği noktada konumlanması, Cumhuriyet’in salt bir gazete olmadığını gösteriyor. Emine, kuyumcu titizliği ile sürdürdüğü tarihçi çalışması sayesinde, Cumhuriyet’i – hem devlet rejimi hem de gazete- kuran ideolojinin somut/yazılı kaynaklarını çok iyi araştırmış ve sergilemiş. Dedesine karşı gerektiği yerde son derece şefkatli ve sevecen, ama bazen de son derece nesnel ve mesafeli ve tabi ki eleştirel. Keza dayısı Nadir Nadi konusunda da herhangi bir nepotizm izine rastlamak mümkün değil. Her zaman olmaz ama, kitapta, Emine’nin ailesel bağları ve konumu, bir dizi ‘insider information’ ve yorum derinliği açısından yararlı bile olmuş.

Yazar, kitapta, Cumhuriyet’in geçmişini özgürlükçü ve profesyonel bir perspektifle eleştirirken, hayalindeki gazeteyi anlatırken güzel ipuçları veriyor: ‘Oysa benim düşlediğim Cumhuriyet, öyle bir gazete olacaktı ki, basına damga vuracaktı. Çoğulculuğu savunacaktı. Çocuklara dünyaya gelmiş olmaktan pişman olmayacakları bir dünyanın mümkün olduğunu anlatacaktı. Sürdürülebilir ekonomiye ve çevreye önem verecekti. Dünyanın yaşanabilir bir yer olabileceğini, bu konuda bir şeyler yapmanın mümkün olduğunu hatırlatacaktı. İktidar odaklarına karşı eşit uzaklıkta duracak, kamunun, toplumun, yurttaşın tarafını tutacaktı’ . Bu alıntının her bir cümlesinde hatta her bir kelimesinde, ihtiyacını her geçen gün daha fazla duyduğumuz gazeteciliğin yüzü gülümsüyor.

Kitapta, Osmanlı’nın sonu Cumhuriyet’in başlangıç dönemi sadece matbuat açısından değil, siyaset ve sosyoloji açısından da son derece ayrıntılı ve derinlemesine irdelenmiş. Cumhuriyet’in, kuruluşundan bu yana alamet-i farikası sayılan Jakobenizmin köken ve nedenleri, benim okuduğum hiçbir çalışmada bu kadar iyi anlatılmamıştı. Mesela rahmetli İlhan Selçuk’un İttihat Terakki’ci (Ece Ayhan, bu kümeye ‘Şişli Terakki’ der, Selanik orijinli okuldan mülhem) kökenlerini anlamak için Emine’nin kitabı rehber hatta prospektüs niteliğinde. Yakın tarihi öğrenmek isteyenler için de zengin bir kaynak ‘Benim Cumhuriyet’im’.

Kitaptan, matbuat/basın/medya’nın ne kadar siyasi, ne kadar ideolojik ve ne kadar tarihi kumaşlarla donandığını da okuyoruz.

Emine, özel hayata girmeden, aile ve meslek çevresine ilişkin hoş dedikodulara da yer veriyor. Ölçülü ve uygun bir lisanla…

455 sayfalık kitabın fotografları, bibliografya ve dizini de yararlı ayrıca meraklısına özel bir not: Emine, kitapta kullanamadığı çok sayıda bilgi ve belgeyi yakında İnternet’te yayınlamayı tasarladığını söyledi.
Kitabın ilk baskısı Mart 2011’de çıkmış. O günden bugüne Cumhuriyet gazetesinde kitapla ilgili bir satır yazı çıkmamış olması ne kadar manidar değil mi? Mani ve dar… Çok dar bir mani yani… Suskunluk bazen çığlıktan da acı. Cumhuriyet’in şimdiki anlı şanlı köşe yazarları, sanat-edebiyat eleştirmenleri, Kitap Eki bu kitabı ( Satır satır okumuşlardır mutlaka, ama gizlice!) görmemekle, es ve pas geçmekle aslında büyük bir itirafa imza atmış : Emine bizi çırılçıplak soymuş, cemaziyülevvelimizi somut olarak teşhir etmiş… Ne yazabiliriz ki?

Kitabı okuyup bitirdikten sonra, kaçınılmaz olarak (Mesleki deformasyon!) takıldığım birkaç nokta oldu:

Emine, Yunus Nadi ve Nadir Nadi dönemlerini çok ayrıntılı, çok zengin bir şekilde anlatmış. Güzel… Halbuki okur, yazardan, bizzat kendi çalıştığı ve yönetici olduğu dönemdeki Cumhuriyet’ten yani Emine’nin bizzat yaşadığı Cumhuriyet’ten daha uzun söz etmesini beklerdi.

Emine, Yunus Nadi ve Nadir Nadi dönemini aktarırken, üstelik de eleştirel bir kalemle, Ermeni meselesine zaman zaman değiniyor da, Kürt meselesi sanki biraz geride kalmış. Üstelik Emine’nin Kürt meselesine duyarlı bir kişi olduğunu bilmem nedeniyle saptadım bu eksikliği.

Biliyorum Emine’nin birkaç yılını alan bu çalışma, onun ilk kitabı, zaman zaman kesintili/kopuk, zaman zaman anakronik bölümler içeriyor. Sonuç olarak yazdığı bir roman değil, üslubu zor değil, dolayısıyla, tarihe, siyasete, gazeteciliğe ilgi duyan herkesin okuyup zevk ve bilgi alabileceği bir çalışma.
Kitapta, hemfikir olamayacağım galiba tek dönem, Emine’nin, 1961 sonrası, basında patron/çalışan çelişkisine ilişkin olarak yazdıkları. Eh o kadarını da Uşaklıgil’in işveren kartvizitine vermeli herhalde. Yine de belirtmeden geçemeyeceğim: Keşke Türk medyasındaki tüm işverenler, en az Emine kadar demokrat, özgürlükçü ve aydın olabilseler…

İnsanın bir dedesi Yunus Nadi, bir dedesi de Halit Ziya Uşaklıgil olunca torunun işi zor. Hele torun gazetecilik, yazarlık gibi alanlara girdiyse, daha da zor. Emine, bu zor işin altından kalkmış.

(*) Everest, Istanbul

Ragıp Duran / http://apoletlimedya.blogspot.com/