Geçtiğimiz Ekim ayında yazar Osman Akyol ve yayıncı Alaaddin Topcu hakkında İlahi Adalet Komünizm adlı kitabında, “Halkın bir kesimini sosyal sınıf, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına dayanarak alenen aşağıladığı” ve “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağıladığı” gerekçeleriyle soruşturma başlatılmıştı. Yürütülen soruşturma kapsamında hazırlanan iddianamenin mahkemece kabulüyle birlikte yedi sayfalık iddianamenin ve Akyol’un mahkemeye sunacağı yazılı savunmasının tüm detayları da ortaya çıktı.

İşte Cumhuriyet Savcısı Hafize Demir Hamurcu tarafından hazırlanan ve Akyol ve Topcu’yu, “Halkın bir kesimini sosyal sınıf, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılamak”la ve “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak”la suçlayan yedi sayfalık iddianamenin ilk ve son sayfaları ve Akyol’un 14 Ocak 2020 tarihinde görülecek duruşma öncesi İstanbul 7. Asliye Ceza Mahkemesi’ne sunduğu ve bizimle paylaştığı yazılı savunmasının tam metni:

Savunma:

Değerli mahkeme heyeti,

2019/271 Talimat dosya numaralı davanın iki numaralı şüphelisi olarak öncelikle şunu belirtmek isterim ki:

Davaya konu İlahi Adalet Komünizm adındaki kitabımı 2011’de, bu ülkenin aydınlık geleceğine olan sonsuz inancımın bir tezahürü olan heyecan ve hulusi kalple yazmıştım. Hakkımda açılan dava, geçen zaman içinde demokrasi, hukuk ve insan hakları standardımızın geldiği seviyeyi göstermesi açısından manidardır. Sadece kendi adıma değil ülkem adına da çok üzgünüm.

Bir yazar olarak yerim sanık kürsüsü değil bir tartışma platformu kürsüsü olmalıydı. Öyle bir platformda karşımda olması gerekenler bir kenarda oturmuş sinsice ceplerini doldurup göbeklerini şişirirken biz yazarlar ve yargı mensupları karşı karşıya gelmiş kıyasiye birbirimizi boğazlıyoruz. Bu yönüyle açılan dava işgüzarlığın da ötesinde anlamlara sahip. 

Davaya konu kitabımı başta Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Hulki Cevizoğlu, Soner Yalçın, Yaşar Nuri Öztürk, Adnan Oktar, Edip Yüksel, Ali İhsan Karahasaoğlu gibi ülkemizin önemli devlet adamları ve düşünürlerine; keza başta Diyanet olmak üzere ileri gelen İslami çevrelere ait gazete, dergi ve yayınevlerine gönderdim. İslam dergisinden gelen, “Hazreti Mevlana der ki: ‘Lafa bakarım laf mı diye, adama bakarım adam mı diye?’ Osman Akyol musun Karayol musun ne menem sapık isen bil ki, senin yazdığın iftira dolu iğrenç yazını burada yayımlamayı uygun bulmadım. Allahu Teala sana ve yolunda gittiğin Ali Rıza Demircan’a ve diğerlerine de hidayet etsin. Ey cahil! Bil ki, Peygamberimiz, Hz. Aişe ile 9 yaşında değil 17 yaşında iken evlenmiştir” cevabı dışında da herhangi bir değerlendirme ya da dönüş alabilmiş değilim. İslam dergisine huzurlarınızda teşekkür ediyorum.

Sayın Savcı Hafize Demir Hamurcu’nun hakkımda hazırladığı iddianameye gelecek olursam:

İddianame pek çok açıdan tutarsız ve yanıltıcı; bu haliyle daha baştan Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından sayın savcıya iade edilmesi gerekirdi.

Birbirini tekrarlayan hatalar silsilesinden ibaret gibi duran iddianamenin tutarsızlığına ve yanıltıcılığına birkaç örnek vermekle yetineceğim:

Yedi sayfalık iddianame, suç unsuru taşıyıp taşımadığına bakılmaksızın, sadece kitabın sayfalarını alıntılamaktan ibaret kalmış.

Örneğin iddianamenin bir yerinde “kitabın 101 ila 115. sayfaları arasında Tanrı’nın varlığının kanıtlarına yer veriliyor” deniliyor. Allah’ınızı severseniz Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmak ne zamandan beri suç kapsamına alındı?

Sayın savcı, “Tanrı, emekçilerle beraberdir; onların her ihtiyacını gözetir. Akşamları relaks olup rahatlamaları için uyuşturucu bile verir. Evet, yanlış duymadınız uyuşturucu! Stresli ve yorucu bir iş günün ardından vücutta bir rahatlama hissedersiniz. Bu vücudun salgıladığı mutluluk hormonu endorfinin bir sonucudur. Endorfin, laboratuar ortamında üretilemeyen ve yan etkisi olmayan bir tür doğal uyuşturucudur: Yan masadan Tanrı’nın ikramı, buyurun, çekinmeden kullanın!” örneğinde olduğu gibi üzerinde çalıştığım kendi görüşüm olan “ilahi adalet”e ait düşünce ve yorumları da suç kapsamına almış. Bir konuda fikrimizi beyan edince otomatik olarak dışımızda kalanları aşağılamış mı oluyoruz? Böyle bir mantık olabilir mi? Eğer bu mantık doğruysa, eleştirdiğim İslam da beni aşağılamış olmuyor mu?

Sayın savcı suçlamalarında adil değil: Kitabımdaki, “Arapça kelime anlamı ‘teslim olmak’ olan İslam’da bir tür mafya geleneği hâkimdir: Bir kere Müslüman oldun mu, bir daha çıkamazsın, cesedin çıkar(!)” lafını bağlamından koparıp cımbızlamış ama hemen peşinden gelen ve cımbızladığı yargıma kanıt teşkil eden, “Mürtedin katli vaciptir” şeklindeki İslam fıkhına ait hükmü almamış. Böylelikle “İslam’da bir tür mafya geleneği vardır” yargısı, mesnetsiz havada asılı kalmış. İddianamede bu şekilde altı oyularak suç ihdas edilen onlarca yargı var:

“Yine Kuran’a baktığımızda; öfkeli, sinirli ve iç gerilimi yüksek bir Tanrı portresiyle karşılaşırız. Tanrı, adeta insana özgü bir tutumla; kendine inanmayanlarla tartışır, tezlerini çürütmeye uğraşır, daha da olmadı onları tehdit eder. İslam’ın Tanrı’sı insanları ‘kâfirler’ ve ‘inananlar’ diye kategorize eder ve savaş kışkırtıcılığı yapar…” yargısı var ama altındaki bu yargıya kanıt olarak sıraladığım Nisa Suresi, Ayet: 84; Enfal Suresi, Ayet: 65; Tevbe Suresi, Ayet: 73; Tahrim Suresi, Ayet: 9; Bakara Suresi, Ayet: 244; Enfal Suresi, Ayet: 39; Tevbe Suresi, Ayet: 111; Tevbe Suresi, Ayet: 29 ayetleri yok.

Bir şeyin kanıtları varsa, aksi ispatlanıncaya kadar ona inanmakla mükellefiz. Aksi halde gördüğü her aykırı fikri yargılamaya kalkan yargımızın Ortaçağ engizisyon mahkemesinden ne farkı kalır?

Sayın savcı, kitabımdaki, “Görüldüğü gibi, 10. yüzyılın ilk yarısında Müslüman olan Türklere, İslam’ın barbarlık ve cehalet dışında katabileceği bir değer yoktur” analizimi bağlamından kopararak cımbızlamış ve sanki bunları ilk defa ben söylüyormuşum gibi lanse etmiş ve buradan da suç ihdas etmeye çalışmış. Oysa bu tarz analizler geçmişte de pek çok kişi tarafından yapıldı ve bana gelinceye kadar da suçlu sayılmadılar. Örneğin yazar Erdoğan Aydın, Nokta dergisinin 24 Temmuz 1994 tarihli sayısında, “Türkler Nasıl Müslüman Oldu?” kitabıyla alakalı olarak kendisiyle yapılan röportajda “İslamlaşmanın Türklere etkisi ne olmuştur?” sorusuna şöyle yanıt veriyor:

“Öncelikle özgün Türk kültüründeki olumlu ögelerin törpülendiği ve olumsuz ögelerin Tanrısal meşruiyetle kurumsallaştırıldığını söylemeliyim. Örneğin eski Türklerde kölecilik yoktu; İslamiyet’le birlikte kölecilik önemi bir askeri ve ekonomik öge haline gelmiştir. Kadın ikinci sınıf bir cins olmayıp sosyal hayatı birlikte üreten bir konumdaydı; İslamiyet’le birlikte kadın sosyal hayatın dışına itilmiştir. Eski Türklerde kabile demokrasisi geçerliydi; İslamiyet sonrasında ise, gücünü Tanrı’dan aldığı iddiasındaki hükümdarın mutlak totaliter iktidarı kurumlaştı Yaşam koşulları kabileci ilkel sosyalist bir gelenekçe belirleniyordu;  İslamiyet sonrasında sınıfsal farklılıklar topluma meşru bir durum olarak kabul ettirildi. Bütün dinsel inanışlar, birbirlerine baskı uygulamadan ve eşit haklı olarak birlikte yaşayabilirken, İslamiyet sonrası, Müslüman olmayanların ya imhası ya da kelle vergisine (cizye) bağlanarak aşağılanması yoluna gidildi. İnsanların ‘müminler’ ve ‘kâfirler’ diye ayrıma tabi tutularak, ‘kâfir’ denilenlere saldırmanın ‘cihad’ adı altında kutsanması ve onlara ayrı bir hukuk uygulanması yoktu; İslamiyet sonrası böyle oldu. Eskiden yayılma akınları ekonomik gereksinimlerin zorlamasıyla olurken bu kez ‘İslamiyet’in yayılması’ ideolojik zırhı altında ‘meşru’ ve ‘iyi’ bir şey haline getirildi; sonuçta ekonomisi talan ağırlıklı olup işgallerimizle öğünen bir kültürün esirleri haline getirildik.”

Sayın Savcı, dava konusu kitabımdan, “Türkiye’de kapitalizmin vahşileşmeye başlamasıyla birlikte ekmek bulma umuduyla İstanbul gibi büyük kentlere akın eden yoksulların varoşlarda yaşadıkları kültürel şok, ahlaki yozlaşma ya da gericileşmeyi de beraberinde getirdi. Sınıf atlama hayalleriyle İstanbul’un yolunu tutan yoksullar için; dilencilik, fahişelik, hırsızlık, uyuşturucu ve kadın satıcılığı dışında çalışma alanı yok gibi. Gelecek olan çocuklar için de çare: Sokaklarda özgürce bali çekmek…” lafımı cımbızlayarak beni halkın bir kesimini sosyal sınıf, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılamakla suçlamış. Anlamıyorum ilkokullarda bu savcılara hiç mi ironi, söz sanatı, gönderme gibi dersler öğretilmiyor. Orada anlamı güçlendirebilmek için tarafımdan abartı sanatı yapılıyor. Ayrıca, “Fransız İhtilali’ni fahişeler yaptı” diyen sevgili Karl Marks’a da gönderme var. Yoksa benim bir evladı olmaktan gurur duyduğum ve ideolojisini savunduğum yoksul halkımı aşağılamam asla söz konusu olamaz. Bu, Cübbeli Ahmet’in, dini değerleri alenen aşağılamakla, suçlanması gibi absürd bir şey.

Sayın savcı beni, “Kamu barışını bozacak/halkı galeyana getirecek şekilde Kuran’ı, Tanrı’yı ve Hz. Muhammed’i aşağılayan ifadeler içeren kitap yazmakla” suçlamış. Bu içini istediğiniz zaman, istediğiniz gibi doldurabileceğin çok soyut bir suçlama. Sayın savcının bu değerlendirmesini ölçü alırsanız hiçbir kavramı, düşünceyi eşleştiremezsiniz. Sözünü ettiği kamu düzeni bozulduysa hani işaretleri nerede?

Kendisi de bir kadın olan sayın savcıya özel bir sorum olacak: “İlahi Adalet Komünizmi okurken karşılaştığı İslam’ın kadınları aşağılayan hükümleri (hepsi de ayetlerle sabit; kadın yönetici ve imam olmaz, iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denktir, erkek dört kadın alabilir ama kadın alamaz, erkek boşayabilir ama kadın kocasını boşayamaz, miras taksiminde kadına bir pay erkeğe iki pay verilir, yaramazlık yaparsa kadın kocası tarafından dövülebilir) karşısında galeyana gelmiş midir, geldiyse ne tür bir eylem içindedir?”

“Miras taksiminde erkek çocuklara kız çocukların iki misli pay verin.” (Nisa Suresi, Ayet: 11)

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar.” (Nisa Suresi, Ayet: 34)

“… Erkeklerden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile iki kadın olsun.” (Bakara Suresi, Ayet: 282)

“Beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da cariyelerinizle yetinin.” (Nisa Suresi, Ayet: 3)

“Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarınızı ayırın ve bunlarla yola gelmezlerse dövün.” (Nisa Suresi, Ayet: 34)

Sayın savcı, kitapta alıntıladığım bazı fikirleri benim kişisel fikrim gibi lanse ederek buralardan da yine suç ihdas etmeye çalışmış.

Örneğin; “Peygamberlik iddiası bir akıl hastalığıdır. Bir kişinin ‘cebrailden kendisine vahiy geldiğini’ iddia etmesi ise, bu hastalığın belirtisi olan bir tür halisünasyondur” lafı bana ait değil, kendisi bir psikiyatrist olan sevgili Prof. Dr. Kerem Doksat’a aittir ve atv’de yayımlanan 20 Nisan 2002 tarihli Ceviz Kabuğu programında söylemiştir.

 Keza sayın savcının bir sayfaya yakın alıntıladığı ve Kuran’ı aşağılama suçuna delil olarak gösterdiği; Seks, Kopyacılar, Odun gibi ilginç sureleri de olan uyduruk Kuran’ı da ben yazmadım. 2011 yılında eriştiğim www.turkish-media.com sitesinde, Kuran’ın (İslam’ın Tanrı’sının), “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) de çağırın. (Bakara Suresi, Ayet: 23)” restini gören “Haksöz” rumuzlu kişi yazmış. Ben de Kuran’daki çelişkilere örnek olarak alıntıladım.

Sonuç itibariyle: Kolluk kuvvetlerine verdiğim ifademde de belirttiğim gibi kitabımda; İslam özelinde ‘din’ kavramını, Hz. Muhammed özelinde ‘peygamberlik’ makamını ve Tanrı inancım olmasına rağmen İslam’daki Tanrı kavramını eleştirdiğim ve bu tür dini konularda ‘ilahi adalet’ adında yeni bir felsefi görüş üzerinde çalıştığım doğrudur. Eğer bu ülkede eleştiri yapmak, düşünce açıklamak suçsa tamam ben bu suçu işledim.

Ancak sayın savcı Hafize Demir Hamurcu’nun hakkımda ileri sürdüğü, “Halkın bir kesimini sosyal sınıf, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılama; halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçunu işlemedim. Zaten kimse eleştiri dışında sırf birilerini aşağılamak için oturup da kitap yazmaz. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu yüzden insan hakları ve demokratik standartlar konusunda örnek aldığımız Avrupa Birliği’nde kitaplar hiçbir zaman yargı konusu yapılmıyor.

Savunmamı sadece ve sadece mahkeme heyetinin vicdanına seslenmek için yaptım. Yoksa TCK’nın bilmem kaçıncı maddesinin bilmem kaçıncı fıkrasıyla ilgilenmiyorum. O fıkralarla işgüzar yargı mensupları gülüp eğlenebilirler. Kitabımda da öngördüğüm gibi açılan bu soruşturmayla iki kişinin temsiliyle de olsa İslami kesimin demokratlığını ölçmüş olduk, şimdi sıra iktidarların şuh “sevgilisi” mevcut hukuk sisteminin yargıçlarında.

İlahi Adalet için bir değil bin Osman Akyol feda olsun. Yaşasın İlahi Adalet, yaşasın komünizm!

Gereğini bilgilerinize arz ederim. 24/12/2019