Aysu Önen / Sabit Fikir

 

Heinrich Böll’ün Can Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı, duyguları alt üst eden, insan elinden çıkma vahşetin sahici korkunçluğuyla bir kere daha yüzleştiren, can yakan bir kefaret öyküleri seçkisi. Hafızayı kanırtıyor, unutulmaması gerekenleri tekrar yüzeye taşıyor. İşte bu nedenle konuyu Heinrich Böll’e getirmeden önce, sizi biraz dolandırıp yolu ve lafı uzatacağım.

 

90’ların ikinci yarısında Güney Afrika’da yaşarken havada kefaret ağırlığı vardı. Şimdi, yıllar sonra aklımda kalan yine aynı ağırlık. Güney Afrika, yıllar süren apartheid rejiminin yıkılmasının ardından, ilk demokratik genel seçimini yapmış, Nelson Mandela başkan seçilmişti. Rahip Desmond Tutu liderliğinde, ırkçı beyaz azınlık döneminde işlenen insanlık suçlarının failleriyle, kurbanlarını – ya da kurbanların hayatta kalan yakınlarını - bir araya getiren bir toplumsal günah çıkarma olan Truth and Reconciliation mahkemeleri sürüyordu. Amaç suç ve ceza tespiti değil, itiraf ve af idi. Liderleri barıştı diye, üstelik bunu Nobel Barış Ödülü ile cilaladılar diye, halkın unutması ve affetmesi bekleniyordu. Ama birilerinin bir bedel ödemesi gerekiyordu.

 

Bu kefaret ağırlığı, Güney Afrika Edebiyatı’nı da esir aldı aslında. Irkçılık teması bir yazgı gibidir Güney Afrikalı yazar için. Yazarlar olmasa, ağlayan sevgili ülkenin sesini dünya nasıl duyacaktır? J.M Coetzee, “eli kolu bağlı, tutuklu edebiyat” diye isabetli bir tanımlama yapar. Eli kolu bağlıdır çünkü ırkçılığın yarattığı insanlık dramını yazmak hem yasak hem zorunluluk hem de sorumluluktur. Bir misyondur. Bu misyonun yazarların yaratıcılıklarını nasıl ipotek altına aldığı apartheid bittikten sonra ortaya çıktı. ’97 yılıydı sanırım, belki daha önce. Johannesburg Goethe Enstitüsü’nde bir yazarlar kongresinde dinleyiciler arasındaydım. Doğu Alman yazar Thomas Brussig faşizmle olan maceralarını paylaşıyor, yıllar sonra Berlin Duvarı yıkıldığında bunu nasıl hicve dökebildiğini anlatıyordu. Dinleyiciler arasından genç bir adamın sorusu duyuluyor birden. “Her şeyin bittiğini görmüyor musunuz? Ne hakkında yazacağız bundan sonra?”

 

Sansür, polis ve beyaz hükümet korkusu artık kalmadığı için ırkçılık hakkında yazmanın tam zamanı olduğu düşünülebilir ama yazarların yaratıcılıklarını ateşleyen, acı ve öfke duymaktı. Beyaz yazarlar, ırkçı beyazların yaptıkları kötülükleri anlatarak büyük beyaz günaha ortak olmaktan kurtulmuşlar; siyah yazarlar kurbanların seslerini duyurarak savaşmışlardı. Sonuç stereotiplerle dolu, aynı temaları işleyen ancak aynılığı sayesinde sesi gür çıkan bir ülke edebiyatı. Nadine Gordimer şahsında Nobel Edebiyat Ödülü almış bir edebiyat. Irkçılığın göz önündeki etkileri ortadan kayboldu, kırık yaşamlar güya onarıldı ama, kolektif edebiyata katkıda bulunan yazarlar, bireysel seslerini bulamıyorlar. (Nadine Gordimer’in Nobel sonrası eserleri hem daha seyrek hem daha zayıftır. Üstelik hâlâ ırkçılık temaları içerir.) Üstelik politik koşullar değiştiğinde, edebiyatlarını geleceğe taşıyabilme ve de hala işe yarayabilme endişesi bile seziliyordu o günkü yazarlar kongresinde.

 

Bir yazarın politik misyonu bittiğinde, edebi misyonu da biter mi?

Yazarın politik misyonu olması gerekmiyor elbet. Ancak, kader bu ya, bir coğrafyanın bütün dünyayı etkileyen politik olaylarına tanık olmak, seçim hakkı bırakmıyor. Seçim hakkı bırakmıyor ama, yazarın edebi kaderini kendi belirlemesi mümkün.

 

Heinrich Böll de içine doğduğu coğrafyayı ve bütün dünyayı etkileyen politik olayları seçmemişti şüphesiz. Tanık olmak istememişti dönemin insanlık dramına. İkinici Dünya Savaşı’nın Nazi Almanya’sı, Böll’ün sırtına teklifsiz bir politik misyon yükledi yine de. Kitaba adını veren “Yolcu, Sparta’ya Varırsan Eğer” adlı öyküde Böll, J.M. Coetzee’nin tarif ettiği “eli kolu bağlı olma” halini, gerçekçi ama yer yer Alman dışavurumculuğundan etkilenen bir tarzda anlatıyor. Heinrich Böll’ün öyküyü İkinci Dünya Savaşı sonrası yazdığını bildiğimiz halde, öyküde zaman ve mekan belirtilmemiş. İşte bu zamansızlık, Böll edebiyatının kaderini belirleyecektir.

 

Öyküde, genç bir asker, ağır yaralı olarak, savaş nedeniyle hastaneye çevrilmiş olan bir okula getirilir. Kan kaybetmenin verdiği yarı baygın yarı sanrılı halde nerede olduğunu anlamaya çalışır. Okulun duvarlarına asılı ünlü edebiyatçıların ve düşünürlerin resimleri, koridorlardaki heykelleri sayesinde yerini bulur. Kısa bir süre önce öğrencilik yaptığı okuldadır. Hatta, derme çatma ameliyat masasına paravan olarak kullanılan kara tahtada kendi el yazısı hâlâ silinmeden durmaktadır. Tahtada yazan kehanet gibi bir cümledir. Sanki genç asker kendi mezar taşını yazmıştır daha öğrenciyken, kısa süre sonra öleceğini bilerek. Tahtada, “Yolcu Sparta’ya gelirsen eğer...” yazmaktadır. Bu, Termofil savaşında ölen, şu filmlere de konu olmuş Spartalılar’ın anıt mezarındaki yazıya bir göndermedir. Cümle tahtada yarımdır ve askerin cümlesini asla tamamlayamayacağını çünkü iki kolunun da kesildiğini öğrendiğimiz an öykünün en acıklı anıdır.

 

Bu yaralı askerin Böll’ü sembolize ettiğini düşünüyorum. Böll yazar olarak, savaşın kaçınılmaz vahşeti ile ilgili eli kolu bağlı hissetmektedir. Olayları yazarak değiştiremez. O halde tarih, edebiyata bir epigraf olmalıdır sadece. Yazar, o kanlı ameliyat masasından ancak böyle sağ kurtulabilir. Ancak böyle o koridorlarda resmini gördüğü edebiyatçılar arasına girebilir. Heinrich Böll edebi kaderini sanki bu tek öyküyle seçmiş gibidir.

 

Heinrich Böll’ün öyküleri, insanların savaş denen canavarı ta Spartalılar’dan beri koyunlarında beslemekte olduğunu anlatıyor. Savaşın nedeni, tarafları, kazananları, yenilgiye uğrayanları onu ilgilendirmiyor. Bir tek kaybeden var, o da ademoğlu. Önemsiz insanların gereksiz yer kaplıyormuş gibi görünen ucubeleşmiş hayatları anlatılmakta. Birinci tekil şahıs anlatıcı çoğu kez öykünün en silik kişisi. Hikaye onun başından geçiyormuş gibi görünse de, var olma nedeni felaket günlerine tanıklık etmek, hikayenin içinde dolaşarak okura rehberlik etmek. Birinci tekil şahıs, savaş sonrası yoksulluğu, perişanlığı o kadar benimser ve gerçek bir kabul edişle anlatır ki, anlık bir normal düzen buymuş düşüncesine kapılır okur. Ancak sayfadan fırlayacakmışcasına canlı anlatılan tuhaf ikincil karakterler, düzenin kokuşmuşluğunu hatırlatırlar. Hiçbir şey normal değildir.

 

Kitapta ölüme çok yakın öyküler var. Ölümden anlar önce başlayan, tatlı bir askerlik anısı gibi sımsıcak saran, bir anda ölüm geldiğinde kanı donduran öyküler. Yaşayan ölülerin öyküleri var. Örneğin, gösteri için bıçak atan bir adamın bıçaklarının hedefi olup her gece tekrar tekrar hayatta kalmayı yaşamak sayan adamın öyküsü. Yarım insanların, vücudunun yarısı olmayan insanların öyküleri var. Hayatta kalma öyküleri de var.

 

Her satırda Böll’ün duyduğu vicdan azabı, suçluluk duygusu derinden hissediliyor. Acıklı ama kendine acındırmayan mağrur bir duygu hakim. Bu duyguyu kendine ateşleyici güç olarak almış, politik koşullar değişse de, insanı, kurbanlığını ve yenilgilerini yazmayı başararak kendine bir edebi yol çizmiş Böll. 70’li yılları da, 50’li yıllar kadar vicdanında hissetmiş. Değişen Almanya ile değişmiş ama hiç bir zaman toplumun sesi olmaya çalışmamış, unutulmuş bireyin sahiplenicisi olmuş. Böll’ün dünyasında İnsan hep kaybedendir. Toplumsal olayların ve kaderin karşısında güçlüler de, güçsüzler de oyuncaktır. Olaylar, fırsatçı güçlüleri yaratır ama onlar da kaybedendir aslında. Alman usulü mükemmel sistemin dışına attığı her bir kusurlu, sakat, mükemmel olmayan karakter sisteme karşı bir eleştiridir.

 

Herich Böll 1972 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldı. Kitaplarını yazarken hep içinde taşıdığı, Nazi Almanya’sının toplumsal ve politik uygulamaları karşısında duyduğu vicdan azabı ve katolik kilisesine karşı hissettiği hayal kırıklığı onu eşitsizliklere kurban giden insanlara yardım etmeye itti. Daha sonra Yeşiller partisi üzerinden devlet desteği alan vakıflar arasına da giren Heinrich Böll Stiffnung adlı bir vakıfta anısı yaşıyor. İstanbul şubesi olan vakıf, Güney Afrika’da bugün çok aktif.

 

Güney Afrikalı aktivist yazarlar J. M. Coetzee 2003, Doris Lessing 2007’de, Nobel Edebiyat Ödülü aldılar. Coetzee, hükümetle anlaşamayıp Güney Afrika’yı terketmek zorunda kaldı, Avustralya’da yaşıyor. Doris Lessing Nobel ödülünü aldığını market alışverişinden dönerken onu kapıda bekleyen gazetecilerden öğrendi ve bu ödül onu hiç ilgilendirmedi.

 

İkinci Dünya Savaşı döneminde Nazilerin, ırkçı beyaz azınlık yönetimi döneminde apartheid hükümetinin elinden faşizmin birbirinden çirkin iki yüzüyle tanıştı insanlık.  Edebiyat, bu dönemlerin hem en büyük tanığı hem yardım çığlığı, hem özgürlük savaşçısıydı. Heinrich Böll edebiyatını birey etrafında tutup, omuzlarında hissettiği politik sorumluluğu vakfı aracılığıyla topluma ulaştırdı. Güney Afrikalı yazarlar toplumsal bir ülke edebiyatı yaratıp görevleri tamamlanınca bireysel dünyalarına çekildi. En büyük kefareti kim ödedi?