Serdar Korucu / Radikal kitap

Edebiyatımızın ustaları Ermeni kıyımını, yaşanan dehşeti ve bunu fırsat bilip zenginleşenleri şiirlerinde, romanlarında anlatmıştı. Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’in eserlerinde 1915 bütün açıklığıyla yer alıyor.

1915’te yaşananlar, 24 Nisan’daki 100. yıl anmaları nedeniyle yeniden Türkiye’nin gündeminde. 100 yıl önce neler yaşandığı, kimin mağdur kimin fail olduğu soruları bugün yanıtını ararken, Türkiye edebiyatının önde gelen isimlerinden bazıları bu konuda net duruşlarını eserlerinde yıllar önce ortaya koymuştu.

Bu eserlerden en bilineni, katliamlara atıfta bulunduğu için sansürlenen, Nâzım Hikmet’in 1950 yılında yazdığı “Hapisten Çıktıktan Sonra” şiirinin “Akşam Gezintisi” bölümüydü.

“Mürettip Refik’le Sütçü Yorgi’nin Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına

Parmakları birbirine dolanmış

Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış

Affetmedi bu Ermeni vatandaş

Kürt dağlarında babasının kesilmesini

Fakat seviyor seni çünkü sen de

Affetmedin

Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”

Nâzım Hikmet’in ölümünden sonra 1966-1967 yıllarında yayımlanan Memleketimden İnsan Manzaraları kitabında da katliamlara atıf bulunuyordu. Özellikle de 1909 yılında Adana’da yaşananlar...

“İslâmlar Ermenilere, Ermeniler İslâmlara ...

..... evler ateşe verilir

Şehri yağma eden mürteciler.

...Adana kıtali köylere

Tarsus sokakları cesetle doludur .

Daha okuyalım mı?”

Nâzım Hikmet, aynı eserinde Yozgat’taki kıyımı da konu alıyordu:

“İsmail’i, seferberlikle, yaşı on altı olduğu halde, tutup askere gönderdiler. Domuzuna yiğitti. Yozgat taraflarına jandarma gitti. Ve Ermeniler kesilirken, kana battı göbeğine kadar.

Kaçtı, eşkiyalık etti. Seferberlik bitti, döndü köye, kemeri: küpe, bilezik ve gümüş mecidiye dolu.”

KEMAL TAHİR: ‘HÜKÜMET SÜR EMRİ ÇIKARTTI…’     

Soykırım emrinin nasıl verildiğine yönelik tartışmalarla ilgili olaraksa en net ifadeler, Kemal Tahir’in Çorum bölgesi insanlarını anlatan roman üçlemesinin üçüncü kitabı, 1970’te yayımlanan Büyük Mal’da yer alıyordu.

“Beri bak, Sülük Bey, seni sordum soruşturdum, gayet yiğit olduğunu öğrendim. Kulağını aç iyi dinle, gözünü aç, çünkü uyuklamanın sırası değildir. Padişah fermanı ve de Enver Paşa’mızm emridir, Ermeni’nin İngiliz’le ve de Moskof’la sözü bir ettiği anlaşıldı... Hükümat olduğundan ancak “sür emri” çıkarabilip “vur emri” çıkamamaktadır. Gerisi burda sizin gibi yiğit Türkler ve dini bütün Müslümanlara kalmıştır. Göreyim seni, dünyanın yüzünden Ermeni adını silesin, bu dünyada padişahımızın gayret nişanını göğsüne takıp salınasın”

Kemal Tahir, 1946’da Çorum cezaevinde yazdığı ancak ölümünden sonra yayımlanan Bir Mülkiyet Kalesi kitabında Ermenilerden kalan mülklere yer veriyordu. Bazı kesimlerin yokluk içinde bu evlere yerleştiğini yazıyordu.

“...yarılan cephelerden birisinin arkasındaki halk -Kürtler- evlerini barklarını, topraklarını yüzüstü bırakarak sırtlarına sardıkları pis yorganları ve yorganlardan daha pis çocuklarıyla bir gün çıkageldiler... Boş Ermeni evlerine yerleştiler.”

Kemal Tahir, Büyük Mal’da Ermenilerin mülkleri ile zenginleşen kesimlereyse tepkisini dile getiriyordu: “Ya, Çakır Kâhyaların Hacı Kenan alçağını n’apalım?... bir kötü kumarcı ve de kahpe gezdiriciyken Ermeni kırımında Kirkor emmisinden çarptığı şunca altınla maya tutup yedi vilâyetin birinciye değilse de ikinciye gelen fermanlı Hayriye tüccarı kesilmiştir.”

BİR MÜLKİYET KALESİ’NDE ZENGİN ŞEYHLERİN ROLÜ   

Yazar, sadece mülkler değil, dinin de önemli bir motivasyon kaynağı olduğunu altını çiziyordu. Bir Mülkiyet Kalesi kitabında şeyhlerin fetvaları hatırlatılıyordu: “Ermenilere yaptıklarının cezasını çekiyorlar hanım! Bize onlar böyle yapmışlardı. Fazladan hepsini de öldürdüler. Ama ne değeri var... Bu hale gelmektense ölmek daha iyi... Allah hepimizin Allah’ı... Hükümet emretti. Kürt şeyhleri ‘Gavur öldürmek sevaptır’ dediler. ‘Gavurun ırzı, namusu müslümana helaldir’’ dediler.

...Niçin böyle dediler?

Şeyhler zengindir hanımım. Zengin olanlar, insanlara hiç acımazlar”

Doğup büyüdüğü Çukurova bölgesinin tarihine yapıtlarında sık sık atıfta bulunan Yaşar Kemal de dinin etkisini göz ardı etmiyordu. Bunu da 1980 yılında yayımladığı Yağmurcuk Kuşu romanında İsmail Ağa’nın dostu Onnik’i öldürmek isteyen köylülerden kurtarması üzerinden anlatıyordu:

 

“Ver Ermeni’yi bana, onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeniyi de öldürürsem, benim sayım tamam olacak, cennete gideceğim, ver onu bana da sevaba gir. Ben onu Rıza’dan satın aldım”

Yaşar Kemal aynı eserinde Kemal Tahir gibi mülklerin el değiştirmesine de geniş yer ayırıyordu.

“Annesi İsmail Ağa’ya şöyle öğütler: ‘Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.”

YAŞAR KEMAL: BİR TÜRLÜ GÖZÜ DOYMAYANLAR 

Yaşar Kemal’in bu konudaki en sert eleştirileri ise 1984 yılında yayınladığı “İnce Memed”in üçüncü cildindeydi. Yazar bu eserinde haksız mülk edinenleri “Cumhuriyetin şişirdiği keneler” diye niteliyordu: “Ötekiler düşmüşler yazıya yabana, Ermenilerin çiftliklerini, Yörüklerin kışlaklarını, öteki Hazine tarlalarına pay ediyorlar, bir türlü de gözleri toprağa doymuyordu. Taşkın Halil Bey, Zülfü, emekli yargıç Hüdai, Mustafa Rüştü Bey, bunların hepsi hepsi birer sahtekârdı. Hepsi, Çamuroğulları, Tazıgiller, Yiğitoğuan üç beş yılın, Cumhuriyetin şişirdiği kenelerdi.”

Yaşar Kemal, Akçasazın Ağaları dizisinin ilk kitabı olan, 1974’te yayımlanan Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde de bu tepkisini dile getirmişti.

“Ulan o Ermeniler kaçmasalardı, sen de avucunu yalardın. Sazanlı toprağına sen de, Abdül de kurban olurdunuz. Gül Fatma Çukurova'da namlı orospu, sen oduncu olur kalırdınız. Şükret ulan, şükret, iki dinli Serkis'e... Serkis Hazneciyana... Serkis Efendiye. Serkis olmasaydı... Ya kaçmasaydı...”

“Kasabaya geldiğinde yalınayaktın. Ve Ermeniler kaçtığında en güzel Ermeni evine sen kondun. Artin Külekyanın evini, Kendirlinin konağını sen ilkokul yaptın. Tanıdıklarına, konar göçer Türkmen Ağalarına, ileri gelenlerine teker teker Ermeni evlerini sen dağıttın. Çadırdan çıkıp Ermeni konaklarına geçtiler, işte simdi seninle Çukurovayı paya çıkmış olanlar bu Ağaların oğullandır. Hayk Topuzyanın toprağını kan eder çiftliğinin tapusunu nasıl çıkardın muallim Bey, nasıl?”...

Aynı kitabında Ermeni mülklerinin paylaşımı sırasında gerginlikler yaşandığını da, “Süleyman” karakterinin Mustafa Ağa’nın evini dokuz silahlı kişisiyle basması üzerinden ifade ediyordu.

“Buradan çıkacaksın. Panosyan’ın mirası bana düştü. Panosyanın oğlu olduğumdan değil... Çünküleyin Panosyan’ı ben iteledim. Ol sebepten Panosyan’ın bütün malı mülkü, konağı, tarlası, çiftliği, dükkanları hep bana kaldı”

Yaşar Kemal’den önce, Orhan Kemal’in de eserlerinde, özellikle de 1963 yılında basılan Kanlı Topraklar kitabında Ermeni mülklerini eline geçen kesimler kötü karakterler olarak yer alıyordu.

“Milli Mücadeleden sonra Allah Allah! Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalma mallara deme gitsin.”

 ...

“Vallahi anlatırlardı bir şeyler ya... Ermeni tehcirinde kumaş mağazasına mı konmuş? Adam mı boğazlamış kendi gibilerle bir olup?”

Bu mülklerden bazıları Ermeniler tarafından belki kendilerine gelecekte yardımda bulunurlar umuduyla tanıdıklara da veriliyordu. Ancak Orhan Kemal’in yapıtındaki Nedim Ağa karakteri olumsuz örneklerden biriydi. Mülkleri alacak ancak yardım göndermeyecekti.

“Meşrutiyet, İttihat ve Terakki. Millî zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den. Aman Nedim demiş, ben seni severim, mert adamsın. Dinine ve diyanetine de sağlamsın. Gel seninle bir anlaşma yapalım: Malımı mülkümü sana satmış, paralarımı bir tamam almış olayım. Sen de mallarımın başına geç. Benim yerime işlerimi idare et. Kazan. Ye, iç helâl olsun. Bana da ne gönderirsen artık...”

Bu süreci anlatan Topal Nuri’nin de sicili temiz değildi.

“Topal Nuri, eski Ermeni mahallelerinden birinde iki katlı bir konak buldu. Kırmızı Marsilya kiremitli damıyla bu zarif ahşap konağı ilk sahibi kocaya vereceği kızı için özene bezene yaptırmış, hediye etmeye vakit bulamadan, İttihat ve Terakki’nin tehciriyle Halep’e kapağı atmıştı. Sonradan çeşitli eller değiştiren konak, Millî Mücadele’ye birlikte ‘emval-i metruke’ye kalması oradan da, Ermeni mallarının yağması ile zenginleşmiş bir yeni zenginin eline geçmişti ki, Topal Nuri, Nedim Ağa’nın isteği üzerine bu evi Şehnaz’a yirmi bin liraya satın almıştı.”

YILLAR SÜREN SESSİZLİĞİ ELİF ŞAFAK BOZDU      

Ancak edebiyatın yıllar önce başını çektiği, bu “yüzleşme” süreci 1990’lı yıllarda hız kesecek, suskunluğu bozansa daha sonra içeriği nedeniyle yazarı Elif Şafak’ın 301. maddeden yargılanmasına neden olacak Baba ve Piç kitabı olacaktı. 2006 yılında yayımlanan kitapta geçmişteki eserlerden farklı ancak zamanın ruhuna uygun olarak “ortak acı” vurgusu vardı. Sanki bugünün Ankara siyaseti öngörülmüşçesine...

“... Sen kalk gel Ortaasya’dan, dal dosdoğru Anadolu’nun bağrına, sonra bir bakmışsın her yerdeler! Orada yerleşik olan milyonlarca Ermeniye ne oldu peki? Asimile edildiler! Eridiler! Yetim bırakıldılar! Sürüldüler. Mal mülklerinden oldular!”

“Toprağımızdan kovulduk, eşyalarımızdan olduk, hayvan muamelesi gördük, koyun gibi kesildik. Doğru düzgün haysiyetli bir ölüm bile esirgendi bizden.”

“...Ama o zamanlar savaş zamanıydı iki taraftan da insanlar öldü Ermeni isyancıların ne kadar Türk öldürdüğünü biliyor musun? Hikâyenin öteki tarafını düşündün mü hiç? Eminim düşünmemişsindir. Acı çeken Türk ailelerine ne diyeceksin?... Türk Devleti bile yokmuş.”

“... Ermeni iddiaları abartı ve çarpıtma üzerine kurulu, yapmayın bazıları iki milyon Ermeni öldürdüğümüzü bile söylüyor. Aklı başında hiçbir tarihçi bunu ciddiye alamaz.”