Kamuoyunun gündemimde ilk sırayı alan “Fethullah Gülen Grubu” hakkında 2008 yılında Prof. Binnaz Toprak’ın “mahalle baskısı” konusundaki araştırmasına yer verilen çarpıcı bölüm gazeteci Ruşen Çakır tarafından Medyascope.tv’de yayınlandı:
 
Ruşen Çakır’ın giriş yazısı:
 
“Mahalle baskısı” kavramını Prof. Şerif Mardin, kendisiyle 2007 yılının Mayıs ayında Washington’da yaptığımız bir söyleşi aracılığıyla Türkiye’nin gündemine soktu. Yoğun tartışmaların ardından Açık Toplum Enstitüsü, Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Binnaz Toprak’a “mahalle baskısı” konusunu derinlemesine araştırması için teklif götürdü.
 
Prof. Toprak başkanlığında, İrfan Bozan, Nedim Şener ve Tan Morgül’den oluşan araştırma heyeti Aralık 2007-Temmuz 2008 12 Anadolu kentinde yüzyüze yapılan derinlemesine mülakat yöntemiyle bu araştırmanın saha çalışmasını gerçekleştirdi. Bu iller Erzurum, Kayseri, Konya, Malatya, Sivas, Batman, Trabzon, Denizli, Aydın, Eskişehir, Adapazarı (Sakarya) ve Balıkesir idi. Ayrıca, karşılaştırma amacıyla, Anadolu’dan büyük kente göç etmiş kişilerin çoğunlukta olduğu İstanbul’un Sultanbeyli ve Bağcılar semtlerine de gidildi.
 
Ortaya çıkan rapor “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlığıyla basıldı, daha sonra Metis Yayınları tarafından kitap haline getirildi.
 
Rapor yayınlanır yayınlanmaz Gülen cemaati medyası ve kurumları tarafından yaylım ateşine tutuldu. Çünkü raporun son bölümü Cemaat’in Andolu’daki varlığı ve faaliyetlerine, doğal olarak da kendilerinden olmayanlara uyguladıkları baskıya ayrılmıştı. Cemaat birçok konuda olduğu gibi, kendisine yönelik bu eleştirileri itibarsızlaştırmada Cemaat dışından bazı kişi ve çevrelerden kolaylıkla destek buldu. Örneğin anaakım medya rapora, özellikle de Cemaat ile ilgili kısmına fazla rağbet etmedi. En çarpıcı husus ise, Açık Toplum Vakfı’nın o tarihteki başkanı Can Paker’in de, kendi kurumunun raporunun karşısında ve Cemaat’in yanında yer alması; Cemaat medyasına rapor aleyhine çok sayıda demeç vermesiydi.
 
Bugünleri anlamaya katkıda bulunması için söz konusu araştırmanın Gülen cemaatiyle ilgili bölümünü yayınlıyoruz.
 
Ruşen Çakır
 
V. EĞİTİM, İŞ YAŞAMI VE FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ (Sayfa 145)
 
Bu araştırma için sahaya çıktığımızda hedefimiz Türkiye’deki İslami cemaatleri araştırmak değildi. Çalışmamızın ilk durağı olan Erzurum’da konuştuğumuz kişilerin çoğu, kimliklerinden dolayı baskı görüp görmediklerini sorduğumuzda, Fethullah Gülen cemaatinin faaliyetlerinden de bahsettiler.
 
Anlatılanlar önce bize tuhaf gözükmüş, araştırdığımız konuyla, toplumsal baskıyla, ilgisini anlayamamıştık. Cemaatin bu aşamada karşımıza çıkmasının Fethullah Gülen’in Erzurumlu olmasıyla bağlantılı olabileceğini düşündük. Ancak gittiğimiz diğer illeri dolaştıkça, sormadığımız halde hemen her yerde Fethullah Gülen cemaatinin faaliyetlerinden, toplumdaki etkinliğinden bahsedildi.
 
Çalışmanın sonuna yaklaştığımızda yaptığımız tesbit, Fethullah Gülen cemaatinin aramadığımız halde gelip bizi bulmuş olduğuydu. Öğrenciler, iş çevreleri, esnaf ve ev kadınları arasında neredeyse Fethullah Gülen cemaatiyle temas etmemiş kişiye rastlamadık. “Işık Evleri” olarak tanımlanan evlerde kalan öğrencilerden bu evler hakkında bilgi edindik. “Ağabey” ve “Abla” olarak adlandırılan kişilerle ilgili anlatılanları dinledik. Anadolu’da oldukça yaygın olan “Perşembe Oturmaları”na katılan esnaf ve işadamları ile “Hoca Hanım” olarak tanımlanan kişilerin toplantılarına giden ev kadınlarına rastladık.
 
Öğrendiklerimiz, araştırma hedefimizde olmasa da, Fethullah Gülen cemaati hakkında bir bölüm açmamızı zorunlu kıldı.
 
Anadolu’da birçok kentte eğitim ve iş dünyasında etkin bir konumda olan cemaatin açık bir baskı uyguladığı söylenemez. Görüştüğümüz pek çok kişi cemaate dahil olmanın, faaliyetlerine katılmanın ya da cemaatten ayrılmanın zora dayanmadığını belirttiler.
 
Cemaat evlerinde kalıp ayrılan ya da cemaatle temas etmiş öğrencilerin çoğu bkendilerine İslami bir yaşam sürdürmeleri konusunda baskı yapılmış olduğu kanısında değillerdi. Namaz kılmak, kız öğrencilerin örtünmesi, dini yayınları okumak vb. uygulamaların daha çok telkinle gerçekleştiği anlaşılıyordu.
 
Ancak, anlatılanlardan çıkarsadığımıza göre, karşı cinsle flört etmeleri, evlere karşı cinsten arkadaş getirmeleri, erkek öğrencilerin kot pantolon giymeleri ya da uzun saçlı ve sakallı olmaları, kızların pantolonla dolaşmaları, televizyonda İslami kanallar haricindeki programları seyretmeleri, müzik dinlemeleri, geceleri sokağa çıkmaları mümkün gözükmüyordu.
 
Cemaat dershanelerinde üniversiteye hazırlık kurslarına katılan öğrencilere bulundukları kentten gidecekleri üniversiteye kadar refakat edildiği, gittikleri kentte cemaat evlerine ya parasız ya da düşük kiralarla yerleştirildikleri, burs verildiği, cemaat içinden biriyle evlenmelerine yardımcı olunduğu, mezun olduklarında iş bulunduğu, hatta ayrılmak isteyenlere yüksek maaşlı işler teklif edilerek cemaatten kopmalarının engellendiği de bize anlatılanlar arasındaydı.
 
Cemaatten olmayan çevrelerinin cemaat mensuplarına göre gerek iş hayatı gerekse yaşam koşulları açısından dezavantajlı bir konuma sahip oldukları, özellikle cemaate dahil olmayan iş çevreleri ve esnafın dışlandığı ve işlerinin yavaşladığı da söyleniyordu.
 
Bu dışlanma, yapılan sözleşmelerin iptalinden ihalelerin alınamamasına, alışverişlerin kesilmesine, yayın hayatında iseler reklam verilmemesine kadar geniş bir yelpazeyi kapsayabiliyordu.
 
Bu açıdan bakıldığında, cemaate katılmak doğrultusunda baskı olmasa bile katılmamanın bir maliyeti olduğu söylenebilir. Üstelik görüştüğümüz kişiler cemaatin baskı uygulamadığı kanısında değillerdi. Bilakis, bu özellikleriyle kendilerine bir çeşit “gizil” baskı uyguladığını düşünüyorlardı.
 
Bize aktarılanlardan, işsizliğin yüksek olduğu bir ortamda iş bulmak, ailelerinin sağlayabildiği mali imkanların ötesinde koşullarda öğrenim görmek, ihaleleri alabilmek, iş hacmini büyütmek, daha çok satış yapmak, reklamlarla desteklenmek, özetle, yaşam koşulları açısından daha avantajlı konuma gelmek ile cemaat mensubiyeti arasında bir bağ olduğu anlaşılıyordu.
 
Cemaate dahil olmayı reddetmenin tüm bu açılardan dışlanmak ve rekabette geri kalmak anlamına geldiği belirtiliyordu. Bu durumun tek istisnası, eskiden beri varlıklı olan ve devletle hiçbir mali bağı bulunmayan köklü ailelerin işletmeleri gibi gözüküyordu.
 
Fethullah Gülen cemaati dışında “Süleymancılar” olarak tanımlanan cemaatin de bazı kentlerde etkin olduğunu öğrendik. Ancak, daha çok öğrenci yurtları ve Kur’an Kursları etrafında örgütlenen Süleymancı cemaatinin etkinliği Fethullah Gülen cemaatine göre sınırlı kalmış gözüküyor. Bu bölümde, faaliyetlerinin yaygınlığını ve toplumdaki etkinliğini göz önünde tutarak sadece Fethullah Gülen cemaatini ele alacağız.
 
Sosyal Devlete Alternatif bir Model: Cemaat Dershaneleri ve “Işık Evleri” liseyi okuduğum kentte iki tane dershane vardı. Ben cemaate ait olana gittim. Trabzon’u kazanır kazanmaz telefon açtılar, “seni götürüp kaydedeceğiz” dediler. Trabzon’a dershaneden bir hoca ile geldik. Arabada yedi kişiydik. Karadeniz’de başka yerleri kazananlar da vardı. Hoca beni burada birine teslim etti. Ev tutuldu, eve yerleştim.
 
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde görüştüğümüz bir öğrenci yukarıda alıntıladığımız öğrencinin anlattıkları Türkiye’de eğitim sistemindeki önemli sorunlara işaret ediyor. Fethullah Gülen cemaatinin eğitim alanında devreye soktuğu alternatifin devletin bu alandaki yetersiz politikalarıyla yakından bağlantılı olduğunu düşünüyoruz. Cemaat dershaneleri, okulları ya da yurtlarına olan talebin büyük ölçüde maddi durumu iyi olmayan ailelerden kaynaklandığı anlaşılıyor.
 
Cemaat, eğitim alanındaki faaliyetlerini özellikle fakir ailelerin zeki ve çalışkan çocuklarına kanalize ediyor gözükmekte. Eğitimde böylesine söz sahibi olmasının, sosyal devletin en önemli sorumluluk alanı olan eğitim politikalarında herkese eşit fırsat yaratılamaması sonucunda gerçekleştiğini düşünüyoruz.
 
Cemaatin, geniş kapsamlı ve etkin sosyal politikaların yetersizliğini toplumdaki gücünün yaygınlaşması ve alt toplumsal kesimlerin cemaate yönelmesi için bir fırsata dönüştürdüğü anlaşılıyor.
 
Fethullah Gülen cemaatinin gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında eğitim alanındaki çalışmaları hakkındaki yayınlara baktığımızda cemaate ait dershane ve okulların özellikle fen ve matematik alanlarında başarılı olduğu doğrultusunda genel bir kanı mevcut.
 
Cemaatin eğitim alanındaki faaliyetleri 1980 sonrasına rastlamakta. Türkiye’de 1980’li yılların başlarında tek tük olan cemaat dershane ve okullarının sayısı 1999 yılına gelindiğinde, 150’si dershane, 150’si ise okul olmak üzere 300’ü bulmuş. Cemaate ait okul ve dershaneler dışında çok sayıda yurt da mevcut.
 
1990’lı yılların başlarından itibaren eğitim faaliyetlerini yurt dışında da sürdürmeye başlayan cemaatin eğitim kurumlarında, 1997’ye gelindiğinde, 50 ülkede 250’den fazla okulda 26 bin 500 öğrenci öğrenim görmekteydi.
 
Araştırmayı yürüttüğümüz Anadolu kentlerinde Fethullah Gülen cemaatine ait dershane, “Işık Evleri” ya da yurtlarda eğitimlerini sürdürmüş olan çok sayıda öğrenciye rastladık. Eskişehir’de görev yapan bir öğretmenin vurguladığı gibi, Türk eğitim sisteminde her yıla yayılmış olan sınav baskısı, dar gelirli ailelerin çocuklarını cemaate ait “Işık Evleri”nde ücretsiz özel ders veren “ağabeylere ve ablalara” yönlendirmekte. Örneğin, Denizli’de “laik kimlikli” bir öğretmen, maddi imkansızlıktan ablasının üç çocuğunun da cemaat evlerinde kaldığını belirtiyordu.
 
Maddi sorunların yanısıra bu evler aileler tarafından korunaklı görüldüğü için de tercih ediliyor gözükmekteydi. Eskişehir’de konuştuğumuz bir öğretmen, aileleri kentte oturan ya da varlıklı olan orta öğrenim öğrencilerinin bile “dinini öğrensin”, ya da “serseriliği bırakıp akıllansın” türü mülahazalarla Işık Evleri’ne gönderildiklerini anlatıyordu.
 
Kayseri’de bir öğretmen, bu evlerde kalan kız öğrencilerinin velileriyle konuştuğunda ders çalıştırmanın yanısıra Kur’an okutulduğu ve namaz öğretildiği için ailelerin durumdan şikayet etmediklerini belirtiyordu.
 
Batman’da görev yapan bir öğretmen, kırsal kesimden gelen öğrencilere kalacak yer sağlanmasının öğrencilerin cemaat evlerine gönderilmelerinde önemli bir rol oynadığına dikkat çekiyordu. Kozluk’un bir köyünden olan bir öğrenciyi ailesi, Batman’daki eğitimin Kozluk merkeze göre daha iyi olduğu düşüncesiyle cemaat yurduna göndermişti.
 
Cemaate ait dershanelere ya da evlere gönderilen öğrencilerin genellikle zeki ve çalışkan çocuklar arasından seçildiği de duyduklarımız arasındaydı.
 
Örneğin, Konya’da görüştüğümüz bir öğretmen, kamu sektöründe çalışan bir arkadaşının deneme sınavında başarılı olan çocuğuna cemaat dershanesinden bir görevlinin burs teklif ettiğini, arkadaşının maaşı düşük olduğu için “cemaate uzak biri olmasına rağmen mecburen” teklifi kabul ettiğini anlatıyordu.
 
Erzurum’da bir öğretmen, 2. sınıfta olan ve seviye tesbit sınavında matematikte yüksek performans gösteren çocuğunu cemaat okuluna göndermesi için yapılan ısrardan bahsediyor, seviye tespit sınavına giriş numaralarının ev telefonları olduğunu, şikayet edildiğinde düzeltileceği söylendiği halde bunun yerine getirilmediğini, defalarca kendisine telefon edildiğini, reddettiğinde işyerine kadar gelindiğini, oysa sınavlarda başarılı olmayan öğrencileri “kaale bile almadıklarını” söylüyordu.
 
Görüştüğümüz öğretmenler, cemaat evlerinde kalan öğrencilerin okula uyum sağlamakta zorluk çektiklerinden bahsettiler. Aydın’da bir öğretmen, başarılı bir öğrencisinin performansının birdenbire düştüğünü, “ruhlar aleminde geziyormuşcasına” dalgın olduğunu ve sürekli uyukladığını fark etmişti.
 
Nedenini araştırdığında, 6. sınıf öğrencisi olan bu çocuğun kaldığı cemaat yurdunda çok erken bir saatte sabah namazına uyandırılmaktan, namazdan sonra okul zamanına kadar Said-i Nursi’nin kitaplarını okumaktan şikayet ettiğini anlatıyor, öğrencinin velisiyle konuştuğunu, ancak varlıklı bir aile olmalarına rağmen yurtta ders çalıştırıldığı için çocuklarını yurttan almayı reddettiklerini söylüyordu.
 
Batman’da görüştüğümüz bir öğretmen, köyden gelen bir öğrencisinin ilk hafta derslerde çok aktif olduğunu, sorulara hemen cevap verdiğini, her soruda parmağını kaldırdığını, ancak ikinci haftadan itibaren derslerde uyuklamaya başladığını anlatıyordu. “Oğlum, sen nerede kalıyorsun?” diye sormuş, cemaat yurdunda kaldığını öğrenmişti. Batman’da kalacak başka yeri yoktu.
 
“Çocuk sabahleyin dört buçukta kalkıyor, namazını kılıyor, Arapça öğreniyormuş, okulun derslerine çalışacak zamanı kalmıyor zaten” diyordu. Notları bayağı düşmüştü. Bu öğrencinin yurttan “kurtulmak” istediğini, “burada kalmak istemiyorum” dediğini aktarıyordu. “Ancak” diyordu, “alternatifi yok, bu alternatifi devlet de yaratmıyor”. Cemaatin, özellikle köylerden gelen öğrencileri, altıncı-yedinci sınıfta “hemen kaptıklarını” söylüyordu.
 
Kayseri’de bir öğretmen, cemaat üyelerinin sınava hazırladıkları kimi öğrencilerin geleceklerini dahi planladıklarını belirtiyordu. Çok kitap okuyan akıllı bir öğrencisi cemaat dershanesinde OKS’ ye hazırlanıyordu.
 
Bir süre sonra cemaatten kişiler babasına, bu öğrenciyi dershaneden alıp özel derslerle askeri okulların sınavlarına hazırlamak istediklerini söylemişlerdi. Öğrencinin velisi kendisini aramış, durumu değerlendirmişler, sonunda oğlunu dershaneden almıştı. Malatya’da bir öğretmen, cemaat dershanelerine giden bir öğrencisinden günlük faaliyetler hakkında ayrıntılı bilgi edinmişti. Belirlenen saatte mutlaka dershanede olunması gerekiyordu.
 
Gruplar oluşturuluyor, öğrencilere önce matematik, fen bilgisi ve genel ilköğretim müfredatı hakkında kurslar veriliyor, sonra bir saat dini yayınlardan oluşan serbest okuma zamanı tanınıyordu. Öğrencilere öğlen ya da akşam namazı dershanede kıldırılıyordu. Topluca kılıyorlar, “ağabeyler” imamlık yapıyordu.
 
Cemaat dershanelerinde ve yurtlarında öğrencilere bilimsel görüşlerle bağdaşmayan, “hurafe” denilebilecek telkin yapıldığı da duyduklarımız arasındaydı.
 
Örneğin Aydın’da bir öğretmen, öğrencilerinden birinin sınavını okurken üzerine dua yazıldığını farketmiş, öğrenciye bunun ne anlama geldiğini sorduğunda gittiği kursta, öğrendiklerinin akılda kalması için bu duayı sınav kağıdı üzerine yazmalarının tavsiye edildiği cevabını almıştı.
 
Adapazarı’nda bir öğretmen, “ağabeylerle” ders çalışan öğrencilerinden Çanakkale Savaşı’nın yatırların yardımıyla kazanıldığını duymuş, dayanamayıp,“ peki, Çanakkale’ye gelen yatır niye Sarıkamış’a gelmedi?” diye sormuştu. Ancak, “çok da uzatmıyoruz, polemiğe girmenin anlamı yok” diyordu.
 
Adapazarı’nda bir lise öğrencisi, kendi deyimiyle “Fethullah Gülen’in ağabeyleri ve ablalarının” kaldıkları evlere giden arkadaşlarından birinin ısrarıyla “bir kereliğine” bu evlerden birine gitmişti. Evin “her yerinde” Fethullah Gülen’in kitapları ve dini yayınlar vardı. Köşedeki bir kutuya herkes bir duasını yazıp atıyordu. Dua yazılıp kutuya atılmasını “mecburi” olarak nitelendiriyor, mecburi olduğu için kendisinin de “OKS’yi kazanmak” niyetine dua yazıp kutuya bıraktığını anlatıyordu.
 
Gülen cemaati lise öğretmenleri tarafından da gündeme getiriliyor, cemaate ait dershaneler ile “abla” ve “ağabey”lerin bulunduğu evlerden onlar da söz ediyordu. Konuştuğumuz lise öğretmenleri, 10. sınıfa kadar başı açık olan kız öğrencilerin bu evlere gitmeye başlayıp son sınıfta kapandıklarını iddia ediyorlardı. Özellikle son sınıftaki öğrencilerin bazıları, aileleri kentte olduğu halde, bu evleri ziyaret ediyor, hatta bir kısmı bu evlerde kalıyordu. Her kentte çok sayıda “Işık Evi” olduğu da sık sık duyduklarımız arasındaydı.
 
Öğretmenler, cemaat evlerine gönderilen çocukların zamanla cemaat görüşlerini içselleştirip kimi zaman kendi ailelerine bile yabancılaştıklarını iddia ediyorlardı. Eskişehir’de görüştüğümüz bir öğretmen, çocuklarını isteyerek cemaat evlerine göndermiş ailelerin iki-üç yıl sonra çocuklarını tanıyamaz olduklarını, “çocuğun kendi ailesine düşman kesildiğini” belirtiyordu.
 
Malatyalı bir işadamı, “şu anda başımızda büyük bir bela var” diyordu. Yeğeni devlet lisesine gidiyordu. Bir gün kızkardeşi, “çocuk ‘abilerin’ evine gidiyormuş, kimdir bu abiler?” diye sormuştu. Bu “abiler” konusunu ilk kez o gün duymuştu.
 
Aynı gün tesadüfen Adıyaman’da İmam Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yapan eniştesi gelmişti. Konuyu ona açtıklarında, “abiler, ablalar burada da mı var?” diye sormuş, Adıyaman’da çok faal olduklarını söylemişti. Yeğenini “karşına alıp” konuşmuştu. “Çocuk bitmiş, tamamen beyni yıkanmış” diyordu. Öğrencilerin cemaat yurt ve dershanelerine gitmeleri için bir yandan cemaat üyelerinin, diğer yandan yurtlarda kalan öğrencilerin ciddi bir çaba harcadıkları da anlaşılıyor.
 
Sivas’ta yüksek öğrenim gören bir öğrenci, “Siz ‘koyu bir solcuyum ama cemaat evine girmek istiyorum’ deyin, hiç kimse size karşı koymaz” diyordu.
 
Adapazarı’nda bir lise öğrencisi, bir arkadaşının ısrarıyla ilk defa bir cemaat evine gitmiş, ertesi gün arkadaşı tekrar gitmeyi önerdiğinde reddetmişti. Evdeki “ağabeyler” gelmesi için sürekli kendisine mesaj göndermişler, OKS’ye hazırlamayı önermişlerdi. Tüm ısrarları geri çevirdiği için sonunda “peşini bırakmışlardı”.
 
Trabzon’da bir üniversite öğrencisi, kız arkadaşının cemaat ısrarından kurtulmak için ilginç bir yöntem denediğini anlatıyordu. Kız arkadaşına “cemaatçi” öğrenciler toplantılarına katılması için sürekli ısrar ediyorlardı. Ancak bunu “öyle iyi niyetli bir şekilde” yapıyorlardı ki, “sıkıcı” olmasına rağmen “tersliyemiyordu” da.
 
Bir iki kez ısrarlara dayanamayıp gitmişti. Sonunda “kurtulmak için” haç kolye almış, Hıristiyanlığı kabul ettiğini, kendisini artık rahatsız etmemelerini söylemişti. Ancak bu kez daha fazla ısrar etmeye başlamışlardı. “Geri kazanmak istiyorlar” diyordu.
 
Kayseri’de üniversite öğrencisi bir genç kız, ÖSS’ye hazırlandığı sırada kütüphanede ders çalışırken ezan okunmuş, namaz kılmak için yakındaki camiye gitmişti. Dönüşünde kitabının içinde bir not bulmuştu. Notta, “camiye gittiğinin farkındayım, sana yardımcı olmak isterim” yazılıydı. Notu yazan hemen yanında oturan bir üniversite öğrencisiydi.
 
Kendisine ders konusunda yardımcı olabileceğini belirtmişti. Gittiği evde ilk gözüne çarpan şey dini yayınlardı. Kitaplara şöyle bir bakmış, “siz Nurcu musunuz?” diye sormuştu. Karşısındaki “yoo” demiş, kendisinin “neci” olduğunu öğrenmek istemişti. “Ülkücüyüm” diye cevaplamıştı. Ancak, gene de onu sınavlara çalıştırmayı teklif etmişti. Bunun üzerine sigara içtiğini söylemiş, ona rağmen dışlanmamıştı, balkonda içebilirdi. Bir iki kez bu kişinin kaldığı eve gitmiş, ancak sonra vazgeçmişti. “Çok güzel ders anlatıyordu” diyordu. “Onların maksadı derslerde yardımcı olup yavaş yavaş kendi içlerine çekmek, niyetleri o, ilk başta ders anlatırken, “a bak bu kitap güzel” diyerek o kitabı verecek, sonra sohbetlere gel diyecek, daha sonra yatılı gel diyecek, bir bakacaksın dini abartmaya başlayacaklar, şu namazı kılacaksın falan gibi” diyordu.
 
Araştırma için gittiğimiz illerde Fethullah Gülen Cemaati ile üniversite öğrencileri arasındaki ilişki de sık duyduğumuz konular arasındaydı. Öğrenciler arasında cemaatin adını duymayan yoktu. Cemaat ile doğrudan ilişkileri olmasa bile neredeyse tümünün yakın çevresinde cemaatle temas etmiş öğrenciler vardı. Bunların bir kısmı üniversite hazırlığı esnasında cemaat dershanesine gitmiş, bir kısmı ise üniversitede cemaatle tanışmıştı.
 
Hatta görüştüklerimiz arasında bazıları bu evlere bizzat girip çıkmıştı. Buralardaki iç işleyişe ilişkin ilginç hikayeler dinledik. Kız ve erkek öğrenciler için ayrı ayrı olan bu evlerde “ablalar” ve “ağabeyler” öğrencilere rahat bir ortam sağlıyor, düzenli yemek çıkıyor, derslere yardım ediliyor, ancak aynı zamanda akşam yemeğinden sonra yapılan dini sohbetlerde namaz kılmaları, oruç tutmaları ya da kız öğrencilere başlarını kapatmaları için telkinde de bulunuluyordu.
 
Anlattıklarının kısa bir bölümünü yukarıda alıntıladığımız Trabzon’daki Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencisi genç, liseyi okuduğu kentten Trabzon’a dershane hocasıyla gelip cemaatten birine teslim edildikten sonra burada uzun süre barınamadığını anlatıyordu.
 
Kaldığı cemaat evinde namaz kılması, Kur’an okuması gerektiği söylenmişti. “Ben namaz kılsam kılarım, siz niye bana zorla kıldırıyorsunuz” diye isyan etmişti. Evde bazen Kürtçe şarkı söylerken engellemeye çalışıyorlardı. Evdekilerle anlaşamamıştı. Bunun üzerine cemaatin başka bir evine geçmişti.
 
Trabzon’daki cemaat evlerinin üniversite son sınıfta okuyan ya da mezun olmuş öğrencilerden seçilen bir sorumlusu, “o sorumluların da bir sorumlusu” olduğunu söylüyordu. Sorun olduğunda bu sorumlular kaldıkları evleri değiştiriyorlardı. Yaklaşık beş ev değiştirmişti. Diğer evlerde de, Zaman gazetesine, Sızıntı dergisine abone olması için zorlamışlardı. Üniversiteye gittiğinde öğle namazını kılıp kılmadığını sorguluyorlardı. Televizyonda sadece Samanyolu yayınları izlettiriliyordu.
 
Her gün belli bir saatte kendisine verdikleri Said-i Nursi’nin kitaplarını ya da diğer dini yayınları okuyup okumadığı hakkında sorguya çekiliyordu. Karşı çıkıyor, “size ne, ben okursam okurum” diyordu. “Kürtçe konuşulmayacak” diyorlardı, o ise konuşuyordu.
 
Bir keresinde evdekiler Kürtlere hakaret ettikleri için kavga çıkmıştı. Cemaatin “üst rütbelilerine” şikayet edilmişti. “Ben çıkacağım” diyordu, ancak “çıkartmıyorlardı”. Sonunda cemaat evlerinden ayrılmıştı. Konuştuğumuz bir başka öğrenci, bir arkadaşını bu yurtlardan “kurtarmak” için çok uğraşmış, nihayet ikna etmiş, ancak yurt yönetimi yüksek maaşlı bir iş vaat edince yurda geri dönmüştü.
 
Doğu illerinden gelen ve Balıkesir’de öğrenim gören öğrencinin anlattıkları da yukarıdaki öğrencininkiyle aynı paraleldeydi. “Çok uzak bir yerden geliyorsun, kayıt sırasında zorluklar yaşayabiliyorsun çünkü hayatında üniversiteyi görmemişsin, gitmemişsin, o kayıt nasıl yapılacak bilmiyorsun, farklı bir psikoloji var, sığınma gibi bir şey oluyor” diyordu.
 
Balıkesir’e geldiğinde önce cemaat evine girmiş, orada iki ay kadar kalmıştı. “Çok organize bir şekilde çalışıyorlar, memlekette onların dershaneleri var, buraya geldiğimizde dershane direkt burayla ilişkilendiriyor, bu şekilde sistem dönüyor” diyordu.
 
Kendisi de cemaat dershanelerine devam etmişti. Balıkesir’de üniversiteyi kazandığında oradaki hocaları Balıkesir’deki yurt yönetimiyle irtibata geçmişlerdi. Otogarda karşılamışlar, sigara içip içmediğini, ailesinin muhafazakâr ve dindar olup olmadığını sorgulamışlardı. Cemaate uzak olduğunu, babasının zorlamasıyla cemaat dershanesine gittiğini söylemişti. “Benimle çok uğraştılar, dönüştürmeye çalıştılar, ama olmadı” diyordu. Cemaat evinden ayrılmıştı.
 
Adapazarı’nda bir öğrenci üniversiteye ilk geldiğinde cemaat yurtlarında kalan bir “ağabey” ile tanışmıştı. Daha önce bir üniversite ortamında bulunmadığı için tedirgindi. Bu “ağabey” kendisiyle epey ilgilenmişti.
 
Tanımadığı birinin yardımından etkilenmiş, “a, ne kadar iyi bir insan” diye düşünmüştü. Hatta yanındaki annesi bile bu gence “iyi insan” diye “isim koymuştu”. Bir ay sonra bu “ağabey”, kendisine ve birkaç arkadaşına maç yapma teklifleri ile gelmişti. Her hafta futbol maçına katılıyorlardı.
 
Bir seferinde maçtan sonra kaldıkları eve çaya çağırmıştı. Çay içmişler, daha sonra “sohbetler” başlamıştı. “Peygamber efendimizin dört tane eşi varmış, bakın arkadaşlar bu normal” tarzı konuşmalara girişilmişti. “Herkes düşüncelerini söylesin” demişler, sıradan herkese fikrini sormuşlardı.
 
Arkadaşlarıyla birlikte bu konuşmalara şaşırmışlar, sonunda “olay”ı anlamışlardı. Burası bir cemaat eviydi. Kendilerini “futbol kanalıyla çekmeye çalıştıklarının” farkına varmışlardı. “Biz o zaman toy bakıyoruz bu tür şeylere” diyordu.
 
Kayseri’de bir kız öğrenci, kısa bir süre kaldığı Işık Evleri’nin kurallarını şöyle sıralıyordu: “Erkek arkadaşın olmayacak, saat 6’da eve geleceksin, 6’dan 10’a kadar lise öğrencilerine ders vereceksin, 2. sınıfta hâlâ “çöm”sündür, 3. sınıfta “abla” olursun, 1. ve 2. sınıf öğrencilerine ders vermeye başlarsın, 4.sınıfa geçtiğinde senin yerini 3. sınıfa geçen devralır”.
 
Bu öğrencinin aktardıklarından da anlaşılabileceği gibi, kız öğrenciler için cemaat evlerindeki en önemli kural erkek arkadaşlarının olmaması.
 
Erzurum’da bir kız öğrenci, cemaat evlerine bir iki kez “girip çıkmış”, ancak evlerde kalmamıştı. Yakından tanıdığı bir kız arkadaşı “isyanları oynuyordu”. Bu arkadaşının kaldığı cemaat evine akşamüstü saat beşte girmesi gerekiyordu. Sigara içirmiyorlardı. Bu tür kısıtlamalara tepki vermeye başlamıştı. Sigara konusunda yurttaki “ablalarla” tartışma yaşamıştı.
 
Sınav döneminde sabahları yurda gidip bu arkadaşını arabayla alıyor, kendi evine gidip birlikte ders çalışıyorlardı. Arkadaşının yurdundaki “ablaları” her sabah bir arabaya bindiğini fark etmiş, “sevgilisinin” arabası olup olmadığını sormuşlar, “sevgilinin evine girmişsin” türü ithamlarda bulunmuşlardı. Ne söylese onları ikna edememiş, sonunda yurttan kovulmuştu.
 
Cemaat evlerinde kız öğrencilere yönelik yasaklardan erkek öğrenciler de paylarını alıyor gözüküyordu. Karşıt cinsle flörtün asla onaylanmadığı sık sık vurgulanan konular arasındaydı.
 
Balıkesir’de öğrenim gören bir genç, cemaat evlerinde müzik yasağından kız arkadaş yasağına kadar pek çok kısıtlama olduğundan bahsediyordu. Evlerde müzik, yaşam tarzı, giyinme tarzı, sosyal ilişkiler vb. konuları kapsayan kurallar sistemi olduğunu söylüyordu.
 
Örneğin, kot pantolon giyilemiyordu. “Kota karşı bir antipatileri var, dar kot, vücut hatlarını gösteren kot kesinlikle giyemezsin” diyordu. Evlere gelen ve kendilerine derslerinde yardımcı olunan ya da dini dersler verilen küçük yaştaki öğrencilerin yanında şort ya da eşofman giyilmesine izin verilmiyordu.
 
Öğrenciler geldiğinde baştan aşağı kendilerini “düzeltmeleri”, cemaat üyelerinin istedikleri “tipe ve kalıba” girmeleri, kumaş pantolon giyip traş olmaları gerekiyordu. Traş konusunda çok tartışmaları olmuştu, sakal bırakmak, saç uzatmak yasaktı. Eve giriş çıkış saatleri belirlenmişti. O saatlerde gelinmeyecek olursa evden sorumlu “evin ağabeyine” ya da “imamına” haber vermek gerekiyordu.
 
Kız arkadaş edinilemezdi. Okulda kızlarla konuşulabilirdi, ancak eve kızların, hatta kız akrabaların bile gelmesi mümkün değildi. Bir kızın elini tuttukları görülecek olsa derhal uyarılıyorlardı.
 
Malatya’da öğrenim gören bir kız öğrencinin yakın arkadaşı cemaat evinden ayrılıp üniversite yurduna çıkmıştı. “Ablaya” söylemeden film izlemiş, yakalanınca azarlanmıştı. Televizyonda sadece haber ve ilahi dinlenebiliyordu. Arkadaşı cemaat evindeyken pantolon giyemiyordu. Evden ayrılınca kendisine pantolon almıştı. Ancak, ailesi üniversite yurdunun ücretini ödeyemediğinden yurttan ayrılıp tekrar cemaat evine gitmiş, gittiği gün tekrar kapanmıştı. Yurttayken izlediği bir dizi film vardı, karşılaştıklarında ilk sözü dizinin devamını sormak olmuştu.
 
Karşı cinsten arkadaşlıklara izin verilmeyen evlerde cemaat içi evliliklerin teşvik edildiğinden de bahsedildi. Bu tür evlilikler “defter açma” adı verilen bir yöntemle gerçekleşiyordu.
 
Sivas’ta öğrenim gören bir kız öğrenci, farklı evlerde kalan kız ve erkek öğrencilerin birbirleriyle isterlerse evlenebileceklerini, bu amaçla kızlara “defter açıldığını”, bu defterlerin içinde evlenilecek adayların resimlerinin bulunduğunu, resim altlarında kişinin özelliklerinin yazıldığını, resimlerden beğendiği erkeği seçen kızların o kişiyle tanıştırıldığını anlatıyordu.
 
Cemaat evlerinde kalan öğrencilere sunulan bu evlilik imkanına ilaveten cemaat ile temas etmenin başka avantajları olduğu da anlaşılıyordu. Öğrencilere okudukları sürece burs veriliyor, mezun olunca derhal bir işe yerleştiriliyorlardı. Karşılığında, para kazanmaya başladıktan sonra cemaate bağış yapıyorlardı.
 
Görüştüğümüz Sivas Cumhuriyet Üniversitesi öğrencisi bir genç bu duruma dikkat çekiyor, evlerde kalanların burs alarak üniversiteyi bitirdikten sonra cemaate bağlı işyerlerinde çalıştıklarını, kazandıkları paranın belirli bir oranını her ay cemaate bağışladıklarını anlatıyordu.
 
Üniversite öğrencilerinin cemaat evlerinde kalmalarının bir nedeni de, bu evlerin maddi açıdan daha elverişli olmasıydı. Malatya’da bir kız öğrenci beş yıldır kaldığı evin sahibinin kirayı her yıl arttırdığından yakınıyor, cemaat evlerinde kalmanın daha hesaplı olduğunu belirtiyordu. “Ağabeylere”, “ablalara” verilen evler daha ucuza veriliyordu.
 
Cemaate ait evlerin bazılarında kimi zaman toplu ibadet de yapılıyordu. Toplu ibadet yapılacağı günler evlerin kapısına ilan asılarak bildiriliyordu. Malatyalı bir kız öğrenci, bu toplu ibadetlere bir kandil günü katılmıştı. Evde toplantı yapılan bir salon, bir de oda vardı. Odaya herkes alınmıyor, orada Kur’an, Said-i Nursi’nin kitapları ve diğer dini yayınlar okunup ilahiler dinleniyordu.
 
Birçok öğrenciden duyduğumuz kadarıyla cemaat evlerinde ibadet konusunda ciddi bir zorlama ve baskı olmadığı anlaşılıyor.
 
Sivas’ta bir üniversite öğrencisi arkadaşlarının kaldığı ve misafir olarak gittiği evlerde namaz kılması için hiçbir baskıyla karşılaşmadığını söylüyordu. Sadece, “namaz kılmak isteyen varsa bize katılabilir, biz diğer tarafta namazımızı kılacağız, isterseniz buyurun gelin” deniyordu. İsteyen kalkıp, abdest alıp, namaz kılıyordu.” Kendisi kılmayanlar arasındaydı.
 
Hatta, sigara içilmesi hoş karşılanmadığı halde buna bile göz yumuluyordu. Evde kalanlar arasında sigara içen arkadaşlarını, akşamları dışarı çıkma izni verilmediğinden, evin “ağabeyleri” çeşmelerden, hayratlardan “su doldurma”ya gönderiyorlardı. “Hadi sen git bir su doldur gel” demek aynı zamanda “sigaranı iç, sonra gel eve” türü gizli bir mesajdı. Cemaat evlerinin üniversite yurdundan daha rahat olduğunu düşünüyordu.
 
Sivas’ta bir diğer öğrencinin anlattıkları ise namaz konusunda zorlama olmasa bile ciddi ısrar edildiğini gösteriyordu. Gülen cemaatine bir süre “takılmıştı”. Cemaat evlerinde kalan arkadaşları vardı. Bu evlere arkadaşlarıyla ders çalışmaya ya da oturup sohbet etmeye gidiyordu. Evlerde genelde beş-altı kişi yaşıyor, “ağabeyleri” ve “imamları” oluyordu. Ev sorumlusu, bölge sorumlusu vb. kademelere ayrılmışlardı. Arkadaşlarının çoğu düzenli namaz kılıyordu. Ailesinde namaz kılan insanlar vardı, ancak kendisi kılmıyordu.
 
Bir keresinde arkadaşları namaz kılarken evin “ağabeyi” gelmiş, “bak çok yararları vardır, dinç oluyorsun, erken kalkıyorsun, ibadet ediyorsun, sevap kazanıyorsun” demiş, kılmadığını söylediğinde “neden kılmıyorsun, kılsan güzel olur, bir kere benim için kıl, hatırım için kıl, beni kırma” diye ısrar etmişti. O eve bir daha gitmemişti. Çağırmışlar, neden gelmediğini sormuşlardı. “Siz böyle davrandığınız için gelmiyorum, benim bildiğim dinde hoşgörü olur, zorlama olmaz” demişti.
 
Adapazarı’nda esnaflık yapan bir genç üniversitedeyken cemaat evlerine gitmişti. Evlerde baskı olmadığını, sohbet edilirken “ağabeylerin” ara verip namaza gittiklerini söylüyor, ancak odadaki herkesin kalkıp namaza gitmesinin ve kendisinin “öyle oturmasının” rahatsız edici olduğunu belirtiyordu. Bir süre sonra durumdan sıkılmış, bir daha gitmemişti.
 
Sivas’ta yüksek öğrenim gören bir öğrenci, namaz kılmayanlar arasında maddi durumu iyi olanların cemaat evini bırakıp başka yere gitmelerinden korkulduğu için herhangi bir baskıyla karşılaşmadıklarını söylüyordu. Cemaatin içinde varlıklı olup namaz kılmayan çok arkadaşı vardı. Sonuçta, cemaate girmiş kişileri kaybetmek istemiyorlardı. Balıkesir’de bir üniversite öğrencisi, cemaat evlerinin kurallarına uymayanları “uyarırlar ama hemen dışlamazlar, cemaatten kopartma aslında en son başvuracakları metod, tüm çabaları sürekli kazanmaya, dönüştürmeye yöneliktir” diyordu.
 
 
Görüştüğümüz öğrenciler, cemaatin üniversite ya da devlet yurtlarında da etkin olduğunu anlattılar. Yurtta kalan öğrenciler sık sık cemaat evlerinde misafir edilip “ilişkiler derinleştirilmeye” çalışılıyordu.
 
Balıkesir’de öğrenim gören bir kız öğrenci üniversitedeki ilk yılında devlet yurdunda kalıyordu. Balıkesir’e Güneydoğu illerinden birinden gelmişti. Cemaatin yurtta da görevlileri vardı. Cemaatten bir “abla” yurt sorumlusuydu. Kente ilk geldiğinde bu abla Kur’an okuduğunu görmüş, yanına yaklaşıp “sen uzaktan geldin, kendini yalnız hissetme, biz buradayız, senin arkandayız” demişti. Cemaat evlerine dört-beş defa gitmiş, her seferinde birkaç gün kalmıştı.
 
Eve gelen kız öğrencilere “sürekli” örtünme konusunda telkinde bulunuyorlar, dini gerekçeler gösteriyorlardı. “Her akşam yatmadan önce toplu halde telkin gibi bir şey” yaptıklarını söylüyordu. Bu toplu duanın bir adı vardı ama hatırlamıyordu.
 
“İşin ilginç tarafı” diyordu, “benimle çok ilgilendiler, eve çekmeye çalışıyorlardı.” Kaldığı devlet yurdunda bir oda mescit olarak kullanılıyordu, perşembe akşamları oda oda dolaşılıp yasin okunacağı duyuruluyordu. Ramazan’da sahurlarda bir araya gelip beraber yasin okumaları oluyordu.
 
Cemaata ait “Işık Evleri”nin yanısıra cemaat yurtları olduğundan da bahsedildi. Sivas’ta cemaat yurdunda kalan bir kız öğrenci Sivas’a ilk geldiğinde kalacak yer bulamadığı için bir yıl cemaat yurdunda kalmıştı. Yurdu “ablalar” yönetiyorlardı. Akşamları en geç saat yedide yurda dönmek zorundaydılar. Aksi halde ailelerine haber vermekle tehdit ediliyorlardı.
 
Yurtta kalmak için başını kapatması gerektiğini söylememişlerdi ama “kapatsan iyi olur” denmişti. “Tesbihatlara” katılmak zorundaydılar. Bu, her gün yaptıkları toplu bir duaydı. Kendisini sabah namazlarına kaldırmak istemişler, ama kalkmadığını görünce üstüne varmamışlardı.
 
Birinci dönemden sonra herkesi cemaate evlerine çıkarmak istemişlerdi. Yurda girdiğinde seksen civarında kız öğrenci varken yirmi kişi kalmışlardı. Cemaat evine çıkmayı reddetmiş, arkadaşlarıyla bir ev kiralamayı planlamışlardı. Ancak yurttaki “ablalar” babasını aramış, “özel evler kötü, kızınızı sakın göndermeyin,
 
Sivas kötü bir yer” diyerek ailesini korkutmuş, sonuçta babasından izin alamamıştı. “Kendi evlerine yönlendiriyorlar, ayrı eve çıkmamızı istemiyorlar” diyordu. Görüştüğümüz öğrenciler devlete ait yurtlarda da cemaate mensup öğrencilerin kaldıklarını ve sık sık cemaat evlerine çağrıldıklarını anlattılar. Cemaat üyeleri üniversitenin ilk gününden bir kişiyi seçiyor, seçtikleri öğrenciyi cemaat evlerindeki sohbetlere, yemeklere, iftarlara davet ediyorlardı. Bu konuda o denli ısrarlıydılar ki konuştuğumuz bir öğrenci “seni koridorda bile yakalasalar tekrar tekrar davet ederler” diyordu.
 
Sivas’ta Alevi bir öğrenci üniversite birinci sınıftayken devlet yurduna yerleşmişti. Sınıfında cemaat evlerinde kalan arkadaşları vardı. Alevi oldukları bilindiği halde Ramazan’da iftara çağrılmışlar, iki Alevi arkadaşıyla birlikte gitmişti. Sekiz kişinin kaldığı evde yemeğin hazır olduğunu söylemelerine rağmen yemek yoktu.
 
“Ev ağabeyi” dedikleri kişi telefon geleceğini, verilen bir adrese gidip orada yemek yiyeceklerini söylemişti. Gittikleri yer bir ailenin eviydi. Evin kızının başı örtülüydü, zaten yanlarına gelmemiş, mutfakta çalışmıştı. On-on beş kişilik “çok çeşitli” yemek hazırlanmıştı. “Bu kadar organize çalıştıklarını hiç bilmiyordum” diyordu. Namaz vakti geldiğinde “namaz kılmak isteyen arkadaşlar diğer odaya gelsin” denmiş, ısrar edilmemişti.
 
Yurtta kalan öğrencileri cemaat evlerine yemeğe çağırmak çok sık rastlanan bir etkinlik olarak gözüküyordu. Sohbet ortamı oluşturmak için “makrube” davetleri yapıyorlardı.
 
Sivas’ta görüştüğümüz bir diğer öğrenci üniversite yurdunda cemaatten olan yurt sorumlusu bir arkadaşıyla aynı odada kalıyordu. Arkadaşı onu sürekli yemeğe davet ediyor, her çarşamba cemaat evlerinden birine yemeğe gidiyorlardı. Yemek bittikten sonra “ağabeylerle” sohbete başlıyorlardı.
 
Fethullah Gülen Cemaati’ne mensup öğrencilerin üniversite içinde siyasi bir etkinlikleri olmadığı da öğrencilerin verdikleri bilgiler arasındaydı. Denizli’de bir öğrenci “üniversitede siyasi olarak görünür olmuyorlar, kendilerini öne çıkarmıyorlar, mesela benim hangi görüşleri savunduğumu okulda herkes bilir, ama cemaatten kişileri seçip bulamazsınız” diyordu.
 
Aynı bilgiyi Balıkesir’de öğrenim gören bir öğrenci de veriyor, örneğin “ülkücülerin” Alparslan Türkeş’in ölüm yıldönümünde ortaya çıktıklarını, ancak “cemaatçilerin” herhangi bir etkinlikleri olmayan, “suya sabuna dokunmayan”, daha çok evlerde yapılan faaliyetlere katılan, üniversite içinde hiçbir siyasi faaliyet yürütmeyen kişiler olduğunu belirtiyordu.
 
Fethullah Gülen cemaatinin yanı sıra Süleymancılar olarak adlandırılan cemaatle temas etmiş öğrencilere de rastladık.
 
Adapazarı’nda öğrenim gören bir öğrenci, Süleymancıların yurdunda kalan bir sınıf arkadaşını oradan çıkartmıştı. Arkadaşı hiç kot pantolon giymiyor, sorulduğunda kotunun olmadığını söylüyordu. Kaldığı yurtta kot giymenin yasak olduğunu, bir yıl önce dolabında kot pantolon bulunduğu için iki arkadaşının yurttan kovulduğunu daha sonra öğrenmişlerdi.
 
Bu arkadaşını kendi kaldığı eve götürmüş, arkadaşı evdeki ortamı ve ev arkadaşlarını çok beğenmiş, yurttan çıkıp kendi kaldıkları eve gelmesi için bir yıl boyunca ikna etmeye çalışmışlardı. Sonunda başarmışlardı. Sivas’a ilk geldiğinde Süleymancıların yurdunda kalan bir öğrenci oradaki ortama ancak on beş gün dayanabildiğini söylüyordu. Süleymancıların ileri gelenlerinden bir öğretmen “sana yer buluruz, bize yardımcı olursun, çocuklara ders verirsin” demişti. Bir yazıyla Sivas’a gelmiş, kentteki bir öğretmene gönderilmişti. Yurt doksan kişilikti.
 
İlkokul çocukları da kalıyordu. İlkokul çocuklarını “gözlerinin önünde dövüyorlar, namaza zorluyorlardı. “Zor dayandım, az kalsın kavga edecektim” diyordu. Kısa sürede yurttan ayrılmıştı.
 
Özetle, Gülen cemaatine ait ev ve yurtlardaki uygulamalar bir gencin sosyalleşme sürecinde önemli kırılma noktaları oluşturuyor gözükmekte. Reşit yaştaki gençlerin karşı cinsle arkadaşlıklarının, hatta gece sokağa çıkmalarının engellendiği, kot pantolon giymenin ya da uzun saç ve sakal bırakmanın yasaklandığı, kızların örtünmesinin teşvik edildiği, izlenecek televizyon programlarına dahi “ağabey” ve “ablaların” karar verdiği bu evlerin gençlerin özgürlüklerine önemli kısıtlamalar getirdiği tartışma götürmez.
 
Bu özellikleriyle, cemaate ait eğitim kurumlarında oluşturulan “ahlak adalarının” cumhuriyet kurulduğundan bu yana izlenen eğitim politikalarından farklı bir model sunduğu, bu kurumların daha muhafazakâr bir toplum yaratmak için önemli bir basamak oluşturduğu kanısındayız.
 
Fethullah Gülen cemaatinin makro politikalarında dışarıya yönelik “demokrat ve ılımlı” tavrının tabanda da izdüşüm şeklinde devam ettiğini söyleyebiliriz. Cemaate ait kurumlarda “ibadet baskısı” olmaması bu ılımlı tavra örnek olarak gösterilebilir. Ancak, cemaatle aidiyet kurulduğu andan itibaren gençlerin sosyal davranışlarının kontrol altına alınması ve “İslami bir yaşam tarzını” benimsemeleri için yapılan telkinler cemaatin içe ve dışa dönük yüzü arasında derin çelişkiler olduğunu gösteriyor.
 
Örneğin, cemaatin kadınlara yönelik tutumunda ikircikli davrandığı, cemaat dışından kadınlara ilişkin söylemlerinde eşitliği vurgularken cemaat içindeki kadınların arka plana itildiği, cemaatte üst sınıfa dahil eşler hariç diğer kadınların görevlerinin ev işleri ve çocuk yetiştirmekle sınırlandığı bu konuda araştırma yapmış sosyal bilimciler tarafından gündeme getirilmekte.
 
Hitap ettiği kitlenin ve faaliyetlerinin yaygınlığı gözönüne alındığında, erken yaşlarda cemaatle mensubiyet ilişkisi içine giren çocukların ve gençlerin ilerideki yaşamlarında farklı alternatiflere yönelmelerinin güç olacağı, cemaat evlerinde hüküm süren yasakların onları modern hayatın sunduğu seçeneklere kapatacağı, cemaatin bakış açısının moderniteyi iktisadi gelişme ve zenginlikle sınırlayacağı, dolayısıyla toplumsallaşmanın tek boyutlu olmasına yol açacağı iddia edilebilir.
 
Bu özellikleriyle, Fethullah Gülen cemaatinin eğitim alanındaki faaliyetlerinin 21. yüzyılda Türkiye’nin ihtiyacı olan kadın-erkek eşitliğine ve özgür bireylere dayalı bir modelin gelişmesine ters düştüğü söylenebilir.
 
Tüm bu anlatılanları değerlendirdiğimizde, eğitimin dini cemaatlerin yaygın etkisine açık bırakılmış olmasının Türkiye’de yetişen kuşaklar açısından ne gibi sonuçlar doğuracağının üzerinde önemle durulması gereken konular arasında olduğu kanısındayız.
 
Bir çember oluşmuş, o çemberin içine kimseyi almıyorlar. Güya maç oynamaya çalışıyorlar, birbirlerine çok kısa paslarla. Bu çemberin adı “sen ben bizim oğlan çemberi”. Bu çemberin dışında kalanlar iflas noktasındalar.
 
Bu bölümde, Anadolu kentlerinde Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın bir zamanlarki deyimiyle, “Anadolu Kaplanları”nın ortaya çıkması sonucunda oluşan yeni iş örgütleri ve yeni ekonomik ağlara dahil olmayan esnaf ve işadamlarının karşılaştıkları sorunlardan bahsedeceğiz.
 
Fethullah Gülen cemaatinin gittiğimiz illerin hemen tümünde bize bahsedilen iktisadi faaliyetlerini ve kurdukları ilişki ağlarını ele alacağız.
 
Anadolu’daki yeni ekonomik gücü oluşturanların çoğunun daha dindar ve muhafazakâr kesimlerden geldiği bilinmekte. Hatta, European Stability Initiative adlı bir sivil toplum kuruluşunun yürüttüğü ve başta Kayseri olmak üzere İç Anadolu’daki diğer kentleri kapsayan bir çalışmada, bu yeni müteşebbisler için “İslami Kalvinistler” deyimi kullanılmıştı.
 
Bu deyimden kastedilen, ünlü Alman sosyoloğu Max Weber’in Protestanlık ve kapitalizmin arasında bağlantı kurduğu eserinde sözünü ettiği türden bir müteşebbis tip, mütedeyyin olan, mazbut bir hayat yaşayan, israfı haram sayan, çalışmanın insanın kendini Tanrı’ya adamışlığının bir göstergesi olduğunu düşünen ekonomik aktörlerdi.
 
Gittiğimiz kentlerde, Fethullah Gülen cemaatinin oluşturduğu bu yeni ekonomik çemberin içinde olmayan esnaf ve işadamlarının şikayetlerini dinledik. Bu şikayetleri esnaf arasında ve iş çevrelerinde konuştuğumuz hemen hemen herkesten duyduk. Tek tük karşılaştığımız istisnalar, o kentin eskiden beri varlıklı ailelerine mensup, uzun süredir iş yaşamında mevcudiyetini kanıtlamış ve işinin gereği ihale, kredi v.b. devlet kaynaklı girdileri gerektirmeyen holding sahipleriydi.
 
Diğerlerinin tümü, başta esnaf ve yeni bir iş kurmaya çalışanlar dahil olmak üzere, ya İslami çevrelere ayak uydurmak ya da dışında kalıp işlerini iflasa sürüklemek durumunda kaldıklarını söylediler. Cemaatin kendi halkası dışındaki iş çevrelerine yönelik tavrını kimi işadamları açıkça dile getirilmeyen “gizil” bir baskı mekanizması olarak adlandırıyordu.
 
Yerel düzeydeki örgütlerin yanı sıra daha geniş çaplı örgütlerin de kurulmaya başlandığı söyleniyordu. Dershanelerde olduğu gibi her ilde farklı isimlerle kurulan işadamları örgütlerinin merkezi bir federasyonla birleştirilmiş olduğu anlatılıyordu. Erzurum, gittiğimiz kentler arasında ekonomik olarak en geri kalmış illerden biriydi. Görüştüğümüz pek çok kişi Erzurum’da sorunun adresini Fethullah Gülen cemaati olarak işaret ediyordu. Gerek Alevi gerek Sünni erkeklerin şikayeti Erzurum ekonomisinin “Fethullahçılara” teslim edilmiş olmasıydı.
 
Bu durumun hem “cemaatin AKP hükümetiyle yakın olmasından”, hem de cemaatin kentteki etkin örgütlenmesinden kaynaklandığını düşünüyorlardı. Büyük çaplı yatırımlarda AKP hükümetine, küçük ticari işletmelerin iş hacminde ise Erzurum’daki cemaate yakınlığın rol oynadığı söyleniyordu.
 
Erzurum’da küçük çaplı ticaretle uğraşanlar cemaate dahil olmayanların iş yaşamında dezavantajlı duruma düştüğünden bahsettiler. Bir kitapçı artık kırtasiye işinden çekildiklerini, ilk ve orta eğitim okullarında öğrencilere almaları gereken kırtasiye mallarının listesi verilirken öğretmenlerin cemaate ait kırtasiyecilerin isimlerini de listeye eklediklerini belirtiyordu.
 
Aynı durum ders kitaplarında da mevcuttu. Hatta üniversite öğretim üyeleri dahi okutacakları kitapların nereden alınacağını bildiriyorlardı. Bunun sonucunda geçmişte kentte pek çok kitapçı varken, bugün ancak birkaç tanesinin varlığını sürdürebildiğini vurguluyordu.
 
Bu örnekler başkaları tarafından da verildi. Alevi bir şöför, ticari taksilerin çoğunun cemaat üyelerinin elinde olduğunu söylüyordu. Özel bir radyonun sahibi aynı noktaya temas ediyor, solcu olarak tanındığı için radyosuna verilen reklamların cemaat üyelerinin talimatıyla kesildiğinden, birkaç kez iflas noktasına geldiğinden yakınıyordu.
 
Cemaat dershanesinde yaşanan bir olayı haber yaptığı için kendisine “ambargo uygulattıkları” kanısındaydı. Kentteki pasajlardaki işyeri sahiplerinin kendi radyosunun müzik yayınlarında istekte bulunduklarını farketmiş, bu kişilerle konuşup “reklamı hep başkalarına veriyorsunuz ama bizi dinliyorsunuz” diye sitemde bulunmuştu. Kendisine reklam verseler, “yanlış anlaşılmaktan” ve işlerinin yavaşlamasından korktukları cevabını almıştı.
 
Erzurum’da, benzer şikayetleri iş çevrelerinden de duyduk. Büyük çaplı devlet ihale ve yatırımlarının Erzurumlu dahi olmayan AKP yandaşı ya da cemaatten kişilere verildiği iddia ediliyordu.
 
Örneğin, Adalet Partisi’nin iktidarda olduğu yıllarda kentin ekonomik örgütlenmesinde önemli ağırlığı olan köklü bir ailenin mensubu bir işadamı, AKP’ye oy vermediği bilindiği için ailesine ait “müthiş potansiyele sahip koca bir işletmenin” neredeyse iflas noktasına sürüklendiğinden yakınıyordu.
 
Ancak, gerek cemaatin ekonomik olarak güçlenmesinden gerekse AKP’nin taraftarlarına rant dağıtmasından böylesine şikayet eden bu işadamının kendi ailesinin de geçmişte hükümetlere yakınlıktan dolayı rant sağlamış olması muhtemeldi. Erzurumlu işadamları, kentlerinde neden büyük yatırım yapabilecek müteşebbisler olmadığı sorumuzu kayırmacılık olgusuyla açıklıyorlardı. Gerek esnaf gerekse işadamlarının cemaate dahil olmak için ifade edilmeyen bir baskıyla karşı karşıya kaldıkları anlatılıyordu. Aynı zamanda, “Cuma’ya gitmek”, Ramazan’da oruç tutmak, “selamünaleyküm” demek iş yaşamında başarılı olmanın koşulları arasında sıralanıyordu. Hatta, pek çok kişi, esnaf arasında “merhaba” diye selamlaşmanın kötü bakışlara neden olduğunu söyledi. İşadamları arasında umre ziyaretlerinin yaygınlaştığından bahsedildi. Umre’ye gitmiş olmanın “ben sizdenim” mesajı vermede önemli bir araç olduğu anlatıldı.
 
Pek çok esnaf, okumasalar bile dükkanlarında Zaman gazetesi bulundurmak zorunluluğunu hissediyor, aksi halde işlerinin aksayacağından söz ediyordu. Hatta bazı yerlerde Zaman gazetesi esnafa bedava dağıtılıyordu. Bu ve benzeri örnekleri esnaf ve işadamları arasında sık sık duyduk.
 
Ancak şunu da belirtelim ki, küçük işletme sahipleri ya da esnaf arasında cemaatçi örgütlenmelerin varlığı yeni değildir. Dini cemaatler bu kesim arasında Türkiye’nin hemen hemen her kentinde her zaman yaygınlık göstermiştir.
 
Sanayinin güçlü olmadığı, Kayseri, Gaziantep, Bursa, Eskişehir gibi Anadolu kentlerine kıyasla Türkiye’nin dünya pazarlarına açılmasında kendine yer edinememiş Erzurum’un ekonomisini sadece cemaat faktörüyle açıklamak konuyu basite indirgemek olabilir. Küreselleşen bir ekonomide yerel ekonominin küçük işletme sahibi ya da esnafa dayandığı bir yapının rekabet gücü elbette ki kısıtlıdır. Birçok kişi Gülen cemaati faktörünü eskiye göre Erzurum’un daha muhafazakârlaştığı tezini ispat için de gündeme getirdi. Bu tezin, din temelli kaygılar ile ticari rekabeti birbirine karıştırdığı söylenebilir. Hangisinin ağır bastığını, kaygının asıl sebebinin günlük yaşamda hissedilen muhafazakârlık mı, yoksa ticaret ve sanayide rekabet edememek mi olduğunu ayıklamak zor gözüküyor.
 
Erzurum’un hâlâ Türkiye’nin en içine kapanık ve toplumsal ilişkiler açısından en durağan yapıya sahip kentleri arasında olmasını ekonomik faktörlerle açıklamak mümkündür. Örneğin, ekonomisi turizm ya da büyük yatırımlar kanalıyla dışa açılmış kentlerde böylesi bir durağanlık gözlemlemedik.
 
Ancak, Erzurum’un muhafazakâr kültürünün mü ekonomide açılım getiremediğini, yoksa farklı nedenlerden dolayı ekonomideki durgun yapının mı muhafazakârlığı beslediğini bilmiyoruz. Bu durum ise Erzurum hakkındaki değerlendirmemizi yumurtatavuk örneğine dönüştürüyor.
 
Örneğin, kent merkezindeki ekonomik faaliyetin büyük ölçüde üniversite öğrencilerinin alışverişlerine bağlı olduğunu söyleyen esnaf, görüştüğümüz bir kız öğrencinin dediği doğruysa, aynı zamanda kot pantolon giyilmesine tepki gösteriyordu.
 
Bu öğrenci durumdaki çelişkiye dikkat çekiyor, bu kotları satın almasalar Erzurum’daki giyim mağazalarının çoğunun iflas edeceğini belirtiyordu.
 
İktisaden nispeten gelişmiş illerde de, Fethullah Gülen cemaatine dahil olmanın ekonomik açıdan rant getirdiği bize söylenenler arasındaydı.
 
Adapazarı’nda görüştüğümüz bir işadamı, yeni işletme kurmuş, dolayısıyla “açılma peşinde olan” kişiler için cemaatin “çok cazip” olduğunu , TÜSİAD’dan farklı olarak il örgütlenmelerine çok daha önem verdiklerini belirtiyordu. Örneğin, elektrikçi bir arkadaşı cemaatin bir derneğine üye olmuş, kendisine rozet takmışlardı. “Sahiplenildiği” için mutluydu. Cemaate dahil olmak aynı zamanda kendisine iş verilmesini de sağlıyordu. Adapazarı’nda neredeyse tüm dükkanlarda cemaate yakın “Kimse Yok mu Derneği” kermes afişlerinin olduğunu, derneğe bu şekilde para toplandığını söylüyordu.
 
Trabzonlu, köklü bir aileye mensup bir işadamı son yıllarda “cemaatçi” olarak bilinen işadamlarının daha da zenginleştiği tespitinde bulunuyordu. Devletle iş yapan şirketlerde hacca, umreye gitmenin “kulübe giriş kartı” olduğunu belirtiyordu. Cemaat üyesi işadamlarının çoğunun “üç-beş yılda” ticari açıdan büyük kârlar elde ettiklerini ya da üst mevkilere yükseldiklerini anlatıyordu. “Bırakın normal işadamını, imparator oldular, beş-on sene önce ‘kim bu ya’ dediğiniz adamlar bizim üç nesildir yaptığımız serveti yirmiye, otuza katladılar” diyordu.
 
Kayseri Ticaret Odası’nda görüştüğümüz bir yetkili, eskiden “esamesi okunmayan” esnafın şimdi “ağa” olduğunu, ihalelerin herkese açık olduğu söylenmesine rağmen ancak “çembere” dahil olan cemaat üyeleri ya da AKP’lilerin ihale alabildiğini, çoğu ihalenin Kayserili dahi olmayan kişilere verildiğini, iktidara muhalefet eden oda üyeleri arasından “en az yüzünün” vergi denetimi vb. yöntemlerle üzerlerine gidildiğini anlatıyordu.
 
Fethullah Gülen cemaati mensuplarının birbirleriyle alışveriş yaparak büyüdükleri gözlemi de iş dünyasında hayli yaygın.
 
Denizlili bir işadamı, “durum çok net, Fethullah Hocacılar birlikte iş yapmaktalar, MÜSİAD’dan farklılaşıp kendi işadamı derneklerini kurdular, Anadolu’da çok etkinler, dükkanları mağazaları ekonomik bir birliktelik sergiliyor, birbirleriyle iş yapıyorlar” diyordu. Bu durumun haksız rekabet olduğunu düşünüyordu.
 
Denizli’den bir işkadını erkek meslektaşlarının daha çok ekonomik dayanışmayla cemaate kazandırıldığını söylüyordu. Yeni bir iş yeri açan, iflas eden ya da ekonomik yönden ciddi sıkıntıları olan kişileri Denizli’de her mahallede takip eden cemaat üyesi kişilerin olduğunu, iş konusunda kaygısı olanların cemaat toplantılarına davet edildiklerini, toplantılara gidiş gelişlerden sonra söz konusu kişiye iş gönderilmeye başlandığını anlatıyordu.
 
Birçok kentte perşembe akşamları evlerde yapılan “oturmalar”dan bahsedildi. Bu konuyu çeşitli kesimlerden defalarca duyduk.
 
Anladığımız kadarıyla bu “oturmalar” Anadolu kentlerinde eskiden beri kadınlar arasında yaygın olan “kabul günleri” türü sosyal birlikteliklerden farklıydı. İş kurmak isteyen ya da dükkan sahibi olan kişiler cemaatten kişilerin evlerine çağrılıyor, gidilmediği takdirde iş yaşamında yalnız bırakılıp dışlanıyorlardı.
 
“Oturmalar” aynı zamanda iş çevrelerindeki benzer görüşleri olan kişilerle temas kurmak ve ticari ilişkilere girmek üzere bir “ağ” oluşmasını da sağlıyordu. Bunun da ötesinde, bu “oturmalara” katılmak cemaate bağlılık ve süreklilik ispatı gibi bir işlev de görüyordu.
 
Her “oturma” gecesinin sonunda cemaat yardımları için “yüklü” bağışlar toplanıyordu. Cemaat mensuplarının “oturmalarına” iş dünyasından kişilerin çağrılması görüşmelerde en sık duyduğumuz konulardan biriydi.
 
Kayseri’de görüştüğümüz bir kadın mimar, bu toplantıların önemini anlatıyor, “oturmalara” katılıp ticari olarak bu çevrenin içinde yer almanın iş hayatında önemli bazı artılar getirdiğini söylüyordu. “Oturmalar” kanalıyla dönen bir ikili ilişkiler zinciri söz konusuydu.
 
Bazen işleri kötüye gittiğinde bürosundaki ortağıyla “cemaat oturması vakti geldi” diye şakalaşıyorlardı. “Böyle bir çember var, bu çemberin içerisine dahil olup olmamayı herkes günde en az iki defa düşünüyor,” diyordu. Çembere dahil olan kişilerin birdenbire yükseldiklerine tanık oluyordu. “Bu bir gerçek, yaşadığımız, izlediğimiz bir gerçek” diyordu.
 
Kayseri’de eşi muhasebeci olan bir hanım, eşinin bir müşterisinin kendi evinde yapılacak bir “oturma”ya eşini ısrarla davet ettiğini, gittiğinde kendisinden bir öğrenci okutmasının istendiğini, okutacağı öğrenciyle tanışması istemini uygun görmediklerinden kabul etmediğini, ertesi gün bu müşterinin muhasebe defterlerini eşinden alıp “kusura bakma, artık seninle çalışmayacağız” dediğini anlatıyordu. Eşi bu duruma “hiç şaşırmadım” demişti.
 
Fethullah Gülen cemaatinin ev kadınları arasında da örgütlendiği sık duyduğumuz konular arasındaydı. Esnaf ve işadamlarına yönelik “oturma”ların kadınlar arasında da yapıldığını, apartmanlarda bir dairede toplanıldığını, gitmeyen ev hanımlarının apartman hayatından dışlandıklarını, öğleden sonraları yapılan bu toplantılarda dini sohbetler dinlendiğini ve yardım amaçlı para toplandığını bizzat kadınlardan duyduk. Aydın’da görüştüğümüz bir kişi, mahallelerde birtakım hoca hanımların ev kiraladıklarını, mahallenin kadınlarını bu evde toplayarak Kur’an dersleri verdiklerini, daha sonra “oturmalar” düzenlediklerini, giderek çemberi büyüttüklerini, kadınları bu şekilde örgütlediklerini anlatıyordu.
 
Aydın’da kadınlara yönelik bu örgütlemenin “korkunç bir hızla” arttığını, bu tür evlerden çok sayıda olduğunu, mahallede o grubun içerisine girmeyen kadını “yalnızlaştırdıklarını” belirtiyordu. “O da direnebildiği kadar direniyor, direnemediği zaman bu mahalleden taşınıyor, ama taşına taşına neresi kaldı, bir tek bulvar vardı, biraz pahalı bir yer, bunların zor girdiği bir yerdi, orayı da deliyorlar yavaş yavaş, orada da evler kurmaya başladılar” diyordu.
 
Kayserili bir kadın öğretmen, telefonla aranarak Zaman gazetesine üye yapılmak istenmişti. Reddetmişti, ama kısa bir süre sonra komşularından biri yeni taşındığı evine “hayırlı olsuna” gelmiş, getirdiği bir hediyenin içinden Zaman gazetesi çıkmıştı. İstanbul Bağcılar’da emekli bir hanım mahallesinde 1978 yılından beri oturuyordu. “Sosyal“ olduğu ve çevresiyle ilgilendiği için cemaat toplantılarına davet edilmişti. Gittiğinde kendisine verilen kitapların” İslamiyet hakkında çok yanlış bilgiler içerdiğini” görmüş, bir daha katılmamıştı.
 
Aydın’da görüştüğümüz bir hanım, ilk defa katıldığı bir cemaat toplantısında “perşembe, cuma oruçlarını tutacaksınız, gece namazları var, onları kılacaksınız, toplantılarımıza katılacaksınız” türü “direktiflerle” karşılaşmıştı. Mahallede bir evde yemekler yapılıyor, birlikte yenip içiliyordu. “Toplumda yaygın bir sosyal dönüşüm var, bir sosyal baskı var, isteseniz de istemeseniz de yalnızlaştığınızı hissediyorsunuz” diyordu.
 
Cemaat üyesi kadınların mahalledeki diğer kadınları örgütlemenin yanısıra cemaate para toplamak için faaliyet gösterdikleri de anlaşılıyordu. İş hanlarında ya da “çarşı”daki işyerlerinde, hatta devlet dairelerinde ve hastanelerde çalışanlar, cemaatten kadınların her gün öğle yemeğinde makul fiyatlara fakir öğrencilere yardım amaçlı sandviç vb. malzeme sattıklarını söylediler.
 
Yukarıda, Gülen cemaatine dahil olan işadamları ve esnafın ya da mezun olup iş bulmuş olan öğrencilerin de cemaate maddi destek sağladıklarını belirtmiştik. Tüm bu toplanan paralar karşılığında makbuz verilmiyor, “sevap” başlığı altında değerlendiriliyordu.
 
Özetle, gittiğimiz her kentte, cemaat üyeleri arasındaki din ve dayanışma üzerine kurulu ağların cemaati ekonomik olarak fevkalade güçlendirdiği, cemaat üyelerinin büyük servetler elde ettikleri, bu servetlerin bir kısmının cemaatin yaygınlaşması için hem fakir halka yardım şeklinde dağıtıldığı hem de öğrencilere verilen burslar ve cemaatin eğitim faaliyetlerinin desteklemesinde kullanılarak genç nesillerin cemaate katılmasının önünün açılmaya çalışıldığı konuştuğumuz herkesin bize anlatıkları arasındaydı.
 
Bu dayanışma ağı aynı zamanda dışında kalabilmeyi güçleştiriyor, her şeye rağmen direnenlerin ekonomik hayattan dışlanmalarına ve rekabette geri kalmalarına neden oluyor gözüküyordu. Böylesine güçlü bir ekonomik örgütlenmenin Anadolu kentlerini dönüştürdüğü, Türkiye’nin ekonomisin büyümesine önemli katkı sağladığı, yeni müteşebbisler ve yeni bir orta sınıf yarattığı kuşku götürmez.
 
Ancak, aynı zamanda, toplumsal muhafazakârlık üzerine kurulu bu cemaatin Anadolu kentlerini daha da muhafazakârlaştırdığı, Türkiye toplumun giderek “İslamileştirildiği” tezlerine dayanak sağladığı da haksız bir iddia olmayabilir.

Kaynak: http://medyascope.tv/2016/07/28/prof-toprakin-mahalle-baskisi-arastirmasina-yansiyan-anadoluda-gulen-cemaati-gercegi/