1300 ile 1971 tarihleri arasını kapsayan ve 496 sayfa olan “Alevilerin Siyasal Tarihi”ni birinci cildi bu haftadan itibaren bütün kitapçılarda bulabilirsiniz…

Kitabın tanıtımında şunlar belirtiliyor:

Kaynakların yetersizliğinin yanı sıra, araştırmalara referans olan Sünni bakış açısının etkisi ve “kes yapıştır” modelinin fazlalığı nedeniyle Alevilerin siyasal tarihleri yer yer, gerçeklerden uzaklaşmış, abartılarla ve zorlamalarla süslenmiş bir tarihe dönüşmüştür…

İki kitap olarak kurgulanan “Alevilerin Siyasal Tarihi”, inanca dair herhangi bir tartışma yapmadan, kolay olmasa da “resmi Alevi tarihinin” dışına çıkarak, abartılarla ve efsanelerle beslenmiş “Alevi tarih anlatımında” ezberi bozan bir çalışma...

* “Pir-i Sani” kabul edilen Balım Sultan’ın bir Osmanlı memuru olduğunu, Dedebabalığın, 1552’de Sersem Ali Baba ile değil, 1501’de Balım Sultan’la başladığının yazmak gibi…

* Alevi dünyası açısından hem siyasi hem de öğreti açısından önemli tartışılmayan Şah İsmail’in, 37 yıla sığdırdığı “enginliğini ve zalimliğini” bir arada yazmak gibi…

* 16. yüzyıl sonundan 1960’lara kadar, Hamdullah Efendi’nin “savunması” ve 20. yüzyılın başında dergahtaki Nakşi şeyhine karşı alınan tavır dışında tam 400 yıl Alevi dünyasında “sessizliğin ve kabullenmenin” neredeyse “doğal bir geleneğe” dönüştüğünü belirtmek gibi…

* Talat Paşa başta olmak üzere, dönemin Şeyhülislamlarını dahil birçok kişiyi Bektaşi ilan etmenin sokakta ve öğretide hiçbir karşılığının olmadığını yazmak gibi…

* Çelebilerle Dedebabalar arasındaki  “yarış”ın “padişahın ayak tozuna yüz sürmeye” arkasından da “İslam uğruna kâfirlerle savaşmayı” çağrıştıran  “Mücahidin Alayı”nın kurulmasına kadar uzadığını yazmak gibi…

* Mustafa Kemal Atatürk’ün Hacı Bektaş ziyaretinin “resmi tarihte” yalnızca bir tek satırla geçtiğini, Mustafa Kemal’in Hacıbektaş’ta “ceme katmanın, kılıç kuşatmanın” gerçekleri yansıtmadığını belirtmek gibi…

* İlk Meclis’te Meclis Başkanvekili seçilen Cemalettin Çelebi’nin meclise hiç gelmemesinin ve sonrasında ölümünün gerekçesinin üzerine gitmek gibi…

* 1920’li yıllarda, “devlet himayesinde” zulmün, hukuksuzluğun ve siyasi cinayetlerin sembolü Topal Osman’ın “günümüzün Abdullah Çatlısı” olduğunu yazmak gibi…

* İlk Anayasa’da “devletin dini İslam” olunca, nüfus cüzdanlarına da “Hanefi” yazılmasının “tesadüf” olmadığını yazmak, Tekke ve Zaviyeler Yasası’nın tartışıldığı ve onaylandığı meclis oturumlarında konuşan 10 milletvekilinin hepsinin de yasayı daha da ağırlaştırdıklarını yazmak gibi…

* İslamın, Osmanlının, Safevilerin ve Cumhuriyetin kuruluş süreçlerinin önemli aktörlerinden olan Alevilerin, devletin kurumsallaşmaya başlanmasıyla birlikte, iktidardan ilk tasfiye olanlar olduğunu yazmak ve Alevilikle, iktidarın asla örtüşmediğini belirtmek gibi…

* Alevilerin Demokrat Parti’ye yöneldiğine dair tespitlerin fazlasıyla abartılı olduğunu seçim sonuçlarıyla göstermek gibi…

* Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 27 Mayıs sonrası tam anlamıyla kurumsallaştırıldığını yazmak gibi…

* 1960’lı yıllarda yayınlanan ilk Alevi dergilerde “Türklük” vurgusunun abartılarak yapıldığını,  birçok İslamcı Sünni ve Türkçünün bu dergilerin sürekli yazarı olduğunu yazmak gibi…

* 1960’lı yıllarda Semahın, “sema ve milli folklor” olarak, Pir Sultan ise “Büyük Türk şairi” olarak belirtildiğini yazmak gibi…

* AP’den dışlanan, CHP’de kendilerini bulamayan Alevilerin Birlik Partisi’ni kurmalarının CHP başta olmak üzere, bütün siyasi çevrelerden ciddi tepki aldığını yazmak gibi…

* Alevilere yönelik 1966’da Ortaca ile başlayan, sonra Elbistan ve Kırıkhan’da devam eden, fiziki saldırılara Demirel’in o gün de, “münferit bir olay” yaklaşımı içinde olduğunu belirtmek gibi 1970’lere kadar daha bir çok konu birinci ciltte yer alıyor…

 

Kitap, Cem Yayınevi’nden de sipariş verilebilir:
Adres:
İpek Sokak No:10 34433 Beyoğlu/ İstanbul
Tel: (90) 212 293 41 70  * Faks: (90) 212 244 15 33

Mail: [email protected] veya [email protected]

 

Ayrıca, ilgilenenler için Necdet Saraç’ın kitabın önsözü için yazdıklarını aşağıda bilginize sunuyoruz:

 

Alevilerin Siyasal Tarihi I (1300-1971)

Necdet Saraç

* * *

Uzun bir önsöz…

Aleviler, Selçuklu döneminde de, 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nda da, 87 yıllık Cumhuriyet Türkiye’sinde de, inançları, kimlikleri ve siyasi duruşlarından dolayı hep baskı gördüler, hakarete uğradılar, ezildiler, katledildiler. Kırsala, dağ başlarına “hapsedildiler”. Bu yüzden olmalı, diğer alanlarda kullanılmayan başlıklar Alevi sorunuyla ilgili kullanılıyor: “Aleviliğin gizli tarihi, Alevilerin büyük sırrı” gibi...

Büyük bir baskı altında kalmış, “muhteşem yüzyıl” denen 16. yüzyılda, yüzyıl boyunca zulme uğramış, dağ başlarına sığınanların geleneksel Aleviliklerini korudukları, şehir merkezlerine yakın yerlerde olanların, ovalarda kalanların önemli ölçüde asimile olduğu, 1826’da ve 1925’de resmi belgeleri yok edilmiş, yakılmış, yıkılmış Alevilerin siyasal tarihine, mevcut ezberin ve efsanelerin dışına çıkarak bakmak kolay değil. Çünkü Aleviler, özellikle 16. yüzyıl sonrası, Osmanlı’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin “resmi tarihinde” bilinçli bir tercih sonucu, “yok” kabul edilmişlerdir. Resmi tarihin Alevileri “var” kabul eden bölümleri ise Alevileri günlük hayatta olduğu gibi, siyasal hayatta da yalnızca sorunlarıyla algılamıştır. Son 20 yıl hariç, Alevilerle ilgili yazılan kitapların, yapılan araştırmaların önemli bir bölümü Sünni kökenli araştırmacılar tarafından derin bir “Sünni bakış açısı” ile ele alınmış, Aleviler de bu bakışın etkisinde, kendi “resmi söylemlerini” oluşturmuşlardır.

Alevilerle ilgili mevcut kitaplara düşen “Sünni gölge” son 20 yılda Alevilerle ilgili yazılan kitapların önemli bir bölümünde “kes yapıştır” modeli ile birleşince, Alevilerin siyasal tarihleri de yer yer, gerçeklerden uzaklaşmış,  abartılarla ve zorlamalarla süslenmiş bir tarihe dönüşmüştür. Böylece, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin “resmi tarihleri” dışında, Alevi araştırmacılarının da onayıyla birçok konuda gerçeklerle alakası olmayan “resmi bir Alevi tarihi” oluşmuştur…

16. yüzyıl büyük yenilgiler yüzyılıdır…

İki kitap olarak kurgulanan “Alevilerin Siyasal Tarihi”nde, kolay olmasa da “resmi tarihin” yanı sıra, abartılarla ve efsanelerle beslenmiş ezberin dışına çıkmaya çalıştım. Aslında yalnızca son iki yüz yılı, yani 1826’da Bektaşi dergâhlarının kapatılmasından günümüze uzanan dönemi, yazmayı planlıyordum. Ancak, yazmaya başlayınca Bektaşi-Yeniçeri ve Bektaşi-Osmanlı ilişkilerini yazmadan ve özellikle 16. yüzyılı yazmadan, bu yüzyılın hemen başında, 1501’de Hacı Bektaş Dergahı’na Postnişin olarak atanan Balım Sultan’ın bir Osmanlı memuru olduğunu yazmadan dönem anlaşılamazdı. Çünkü 15. yüzyılın sonlarına doğru Safeviler yükselişe geçmiş, Anadolu’daki Türkmenleri ciddi etkilemeye başlamışlardı. Erdebil Dergahı hızla Türkmenlerin ziyaret merkezi oluyordu. Osmanlı’nın buna müdahale etmesi gerekiyordu. Erdebil dergahının karşısına cazibe merkezi olacak bir başka dergah çıkartmak ve dergahların kontrolünü de bu merkezden yapmak gerekiyordu. II. Beyazıt bunu gerçekleştirmek için, Çelebiler Hacı Bektaş’ta “süreği” devam ettirmelerine rağmen, onları devre dışı bırakarak, çok uzaklardan şimdiki Yunanistan sınırları içinde kalan Dimetoka’dan Balım Sultan’ı Hacı Bektaş Dergahı’na Postnişin olarak atadı. Atamakla kalmadı, Anadolu ve Trakya’daki bütün “gayri Sünni” dergahları, tekkeleri Hacı Bektaş Dergahı’na bağladı. Dergahı merkezileştirdi. Üstelik Aleviler kuşkulanmasın diye Balım Sultan’ın Hacı Bektaş Veli ile soy bağlantısını da kurdu. 90 yaşındaki Mürsel Bali Balım Sultan’ın babası yapılıverdi. İşin ilginci bu soy bağlantısı, aralarında ciddi farklılıklar ve “iktidar kavgası” olan Çelebiler ve Bektaşiler tarafından da aynen böyle kabul edildi…

Şah İsmail, Çaldıran’da yenilince, Safevi Devleti, yeniden yüzünü Şiiliğe döndü. Safevi Devleti, yüzünü Şiiliğe dönünce, yalnızlaşan Anadolu Türkmenleri, Kızılbaşlar da Osmanlının artan zulmünden kaçmak için yüzlerine daha fazla Hacı Bektaş Dergâhı’na döndüler. Zulüm, bazen doğrudan katliam biçiminde, bazen de fetvaların dayanılmaz etkisiyle, asimilasyon şeklinde oluyordu. Çünkü 16. yüzyıl aynı zamanda Anadolu’nun Sünnileştirme yüzyılıydı… Bunları anlatmadan, Yavuz Selim’le başlayan Sünnileştirme sürecinin oğlu Kanuni Süleyman tarafından kurumsallaştırıldığını, Sünniliğin “resmi bir devlet ideolojisine” dönüştüğünü yazmadan, bazı belirlemelerin eksik kalacağı çok açıktı...  Kanuni Süleyman’a “Kanuni” adını verenin Alevileri “katli vacip” olarak gören Şeyhülislam Ebu Suud Efendi olduğunu yazmadan dönemin önemi anlaşılamazdı. Dedebabalığın, 1552’de Sersem Ali Baba ile değil, 1501’de Balım Sultan’la başladığını, bu yüzyıldan itibaren Alevilerin soy şecerelerine Osmanlı’nın doğrudan müdahalesini yazmamak, Alevilerin kendi iç tartışmalarında referans kaynağının bu şecereler olduğunu belirtmemek gerçeklerden kaçmak olurdu…

Diğer yandan, eğer Çaldıran’da kaybetmeseydi Alevilerin tarihinin de, Anadolu’nun ve Ortadoğu’nun tarihinin de başka bir şekilde yazılmasını sağlayacak Şah İsmail ve Safevi Devleti ile ilgili belirlemeler yapmadan 19. ve 20. yüzyılı yazmak da yetersiz kalırdı…

Alevi dünyası açısından hem siyasi hem de öğreti açısından önemli tartışılmayan Şah İsmail’in, 37 yıla sığdırdığı “enginliğini ve zalimliğini” bir arada yazmak, oldukça tartışmalı bir durum olsa da yazmak gerekiyordu. Aynı anda Şah İsmail şahsında “zalim”, Şah Hatayi şahsında “engin ve kucaklayıcı” olmak kolay ve anlaşılır gibi değildir.  Bugün de Şah Hatayi, hem Mürşit, hem de bir ozan olarak Alevi kimliğinde çok önemli bir yere sahiptir. Onun ismi geçtiğinde “akan sular durur”. Çünkü cemlerde okunan nefeslerin en önemlileri Şah Hatayi’ye aittir. Kimi araştırmacılar, Şah İsmail’in ve Şah Hatayi’nin aynı kişi değil, iki ayrı kişi olduğunu söyleseler de, gönüllerdeki kişi tektir: O bazen Şah İsmail’dir, bazen de Şah Hatayi! Bu gerçek orta yerde dururken ve Şah İsmail’le ilgili sorulara mutlaka ayrı ve uzun soluklu bir cevap aramak gerektiğini görmeme rağmen, Şah İsmail’in “zalim” yanını yazmamak olmazdı…

Benzer bir paradoks da kuşkusuz “Yeniçeri-Bektaşi” ilişkisi için de fazlasıyla geçerlidir. Yeniçeriliğin Hacı Bektaşi Veli’den “el almadığı” en azından tarihsel hesaplama itibariyle kesin olsa da, “Bektaşi Gülbengi” okuyan Yeniçerilerin mi Bektaşilikten, Bektaşiliğin mi Yeniçerilikten etkilendiğini sorgulamak gerekiyor ama, belki de asıl sorgulanması gereken, barışçı ve fetihçi olmayan bir öğretiden etkilenenlerin nasıl zalim olabildikleri olmalıdır? Bu konuda özellikle Osmanlının ve sonrasında resmi tarih yazılımcıların Yeniçeriler, dolayısıyla Bektaşiler üzerinden bütün Alevi toplumunu hem Osmanlı’nın suçlarına ortak etmek için, hem de devletin yanında göstermek için bu işi abarttığı ve tarihi manipüle etmeye çalıştığını da ayrıca vurgulamak da yarar var…

Bu nedenlerle, bu dönemle ilgili genel bazı belirlemeler yaparak kitaba dâhil ettim. 13. yüzyıl öncesi dönemi, Hacı Bektaş’tan da önce Anadolu’da var olan Alevi Ocaklarını ve Osmanlı’ya karşı ayaklanmaları ise uzun uzun yazmadım. Babai ayaklanmalarına da hiç girmedim. Resmi ezberin dışında çıkarak 16. yüzyıla kadar Bektaşi Osmanlı ilişkilerinin mutlaka yeniden yazılması gerekiyor…

16. yüzyıl müthiş bir yüzyıl. Bu konuda epeyce bir araştırma olmasına rağmen resmi yaklaşımlar dışında 16. yüzyılın da bir bütün olarak mutlaka yeniden yazılması gerekiyor. Çünkü bu yüzyıl, siyasal İslamcılar ve genel olarak muhafazakârlar açısından  “muhteşem yüzyıl” olarak değerlendirilirken, Aleviler için hem katliam ve zulme karşı bir “ayaklanma yüzyılı”, hem de “büyük yenilgiler yüzyılıdır”

400 yıllık sessizlik…

16. yüzyıl gerçekten Aleviler açısından sonrasında telafisi mümkün olmayan kayıp ve sabıkalı bir yüzyıldır. Çünkü Aleviler, 16. yüzyıldan sonra, 1960’lara kadar, tam 400 yıl, ne ortak bir duruş sergileyebilmişler, ne de ortak bir direniş örgütleyebilmişlerdir. 1826’da dergah yerle bir edilirken, 1925’de de kapatılırken Alevi dünyasında tam bir sessizlik ve teslimiyet egemen olmuştur. Büyük katliamlardan geçmiş olmak, büyük zulümlere uğramak Alevi dünyasında kaçınılmaz bir şekilde ciddi bir takiye geleneği oluşturmuş olsa da, bu fiili olarak iktidara teslim olma gerçeğini değiştirmez. Alevilerin yaşadıkları bütün coğrafyada, yani Anadolu’da ve Balkanlarda bir tek istisna vardır: Dersim coğrafyası. Dersim coğrafyasındaki Alevilerin önemli bir bölümü, “teslim olma ve durumu kabullenme” gerçeğinin hep dışında kalmışlardır…

Vaka-i Hayriye…

16. yüzyıl sonrası “Sünnilik” Osmanlının resmi ideolojisi haline dönüştükten ve 17. yüzyılın sonlarından itibaren Nakşilik hakim tarikat olarak iktidarı ele geçirince yeni bir dönemin de kapısı aralanır: Bütün “kapıkulluklarına” rağmen Osmanlıya yar olamayan Yeniçerilerin tasfiye edilmesi ve Bektaşi Babalarıyla birlikte binlercesinin katledilmesi resmi tarihe “Vaka-i Hayriye” (Hayırlı olay) olarak geçmesi asla tesadüf değil, uzun yıllara yayılan bir planlamanın neticesidir. Bu plan neticesinde, Yeniçeriler tasfiye edildiği gibi, sayıları 700 civarında olduğu söylenen ve büyük bir ekonomik güce ulaşmış Bektaşi tekkeleri de tasfiye edilmiş, malları, mülkleri de Nakşi tarikatının kullanımına sunulmuştur… Osmanlı resmi tarihinin bile “onbinlerce Yeniçeri ve Bektaşi öldürüldü” diye yazmasına rağmen, bu dönemde Postnişin Hamdullah Efendi’nin “savunması” dışında kayda değer bir direnme ve karşı koyuşa rastlanmıyor. Hacı Bektaş Dergahı’nda Çelebiler ve Dedebabalar arasındaki “ikili iktidar”, padişah tarafından dergaha bir de Nakşibendi Şeyhi atanarak, “üçlü iktidara” dönüşürken de 1908’deki II. Meşrutiyet’e kadar hiç kimsenin sesi çıkmıyor…

İktidarın zaten çok uzağında olan taşradaki Aleviler dışında, iktidarın nimetlerinden yararlanan şehir Bektaşileri, bu nimetlerden de tümüyle tasfiye edilince 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önce Jön Türk hareketi içinde, daha sonra İttihat ve Terakki içinde kendilerine yeni alanlar açıyorlar ve özellikle Balkanlarda Masonlukla buluşuyorlar. Şehir Bektaşileri kendilerine bu anlamda yeni alanlar açtıkça, geleneksel Anadolu Aleviliğiyle olan yakınlıklarından da hızla uzaklaşıyorlar, Alevi dünyasıyla alakaları kalmıyor. Bu nedenle, Talat Paşa başta olmak üzere, dönemin Şeyhülislamlarından Musa Kazım Efendi’nin ya da Hayri Efendi’nin Bektaşi ilan edilmesinin sokakta ve öğretide hiçbir karşılığı yoktur…

20. yüzyılın başında, II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Sadrazam’a, İçişleri Bakanı’na ve Şeyhülislam’a, Kars’tan Edirne’ye kadar yurdun dört bir yanından ayrı ayrı ama aynı içerikli telgraflar gönderilir. Çelebiler ve Ocakzadeler, dergaha Nakşibendi Şeyhi yerine Cemalettin Çelebi’nin atanmasını, Bektaşiler ise bir Bektaşi Babası’nın atanmasını isterler. Çelebilerle, Bektaşilerin bu kampanyası içerdeki bölünmeyi açıkça gösterse de 400 yıl sonraki “ilk organize eylem” olması açısından önemlidir. Ancak, Çelebilerle Dedebabalar arasındaki  “yarış” öyle bir hal alır ki, karşılıklı şikâyetlerin dışında, padişaha kendini kabul ettirme çabası, önce “padişahın ayak tozuna yüz sürmeye” arkasından da 1. Dünya Savaşı sırasında kurulan ve “İslam uğruna kâfirlerle savaşmayı” çağrıştıran  “Mücahidin Alayı”nın kurulmasına kadar uzar…

İşin doğrusu 16. yüzyıl sonrasında, Bektaşiler dışında, Çelebilere de damgasını vuran bu özellik 1969’da mecliste de kendisini gösterir. 1920’deki ilk meclisten sonra, 1969’da doğrudan Alevi kimlikleri ile meclise taşınan Çelebilerin (Ulusoyların), kendi kardeşlerini yüzüstü bırakarak,  sağcı, muhafazakar Adalet Partisi’ne “güven oyu” vermelerini bu özellikte, yani uzlaşmacı ve kabullenmeci kimlikte aramakta yarar var… 1501 sonrası Alevileri devletin kontrolüne sokma görevini üstlenen Bektaşi Dedebabaların dışında, Kalender Çelebi’nin katledilmesinden sonra ve özellikle 17. yüzyıl sonrası Çelebilerde, Hamdullah Çelebi’nin savunması hariç, sürekli olarak iktidarla uzlaşmanın ve gücün karşısında “boyun bükmenin” adı olmuşlardır…   

Cumhuriyet dönemi başlıyor…

1900’lerin başlarında yeniden “görünür” olmaya ve daha çok “Alevi” diye telaffuz edilmeye başlanan Aleviler, Birinci Dünya Savaşı’na kendi “alay ve taburları” da dahil katılırken, hemen savaş bitiminde başlayan “milli mücadele” sürecine de, Ahmet Cemalettin Efendi ve Salih Niyazi Dedebaba şahıslarında Mustafa Kemal’in yanında yer alırlar. Ancak, Alevilerin büyük kuvvetlerle Kurtuluş Savaşı’na katılıp katılmadıkları belirsiz olduğu gibi, Tokat ve Yıldızeli yöresinde başlayan karşı ayaklanmada aldıkları rol de belirsizdir… Belirli olan Dersimli Alevilerin büyük çoğunluğunun bu sürece katılmadığıdır…

Alevi dünyasında fazlasıyla abartılan ve fazlaca misyon yüklenen Mustafa Kemal’in Hacı Bektaş ziyaretinin ise “resmi tarihte” ancak bir tek satırla geçtiğini görmek ise oldukça şaşırtıcıdır. Yaklaşık 24 saat süren ve bazı Alevi araştırmacılar tarafından da olağanüstü abartılan bu ziyarette, Mustafa Kemal’in “Cemalettin Çelebi tarafından Beştaşlar’da karşılandığı, ceme katıldığı, kılıç kuşandığı ve ikrar verdiği” ise tam bir hayal ürünüdür…

“Milli mücadelenin şeriat ve hilafeti korumak için yapıldığı” vurgusunun çok fazla olduğu bir dönemde İttihat Terakkici Bektaşi Babaları dışında, Cemalettin Çelebi de dahil işin doğrusu Alevi dedelerinin Kurtuluş Savaşı’nda dikkate değer biçimde pek adları, sanları geçmez…

Anadolu’da ciddi bir gücü temsil ettiği için 1. Meclis’te Meclis Başkanvekili seçilen Cemalettin Çelebi’nin meclise hiç gelmemesinin ve sonrasında ölümünün gerekçesinin “hastalık” olarak gösterilmesi ise oldukça ilginç bir durumdur. Koçgiri, Zile ayaklanmaları, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmelerinin yanı sıra, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in meclisten kaçırılarak öldürülmesi, Zile ve Koçgiri ayaklanmalarına en azından “sessiz kalan” Cemalettin Çelebi’nin ölümü üzerindeki kuşkuları oldukça arttırıyor. Alevi kamuoyunda “meclis başkan vekili seçildikten çok kısa bir süre sonra Hakk’a yürüdü” denilen Cemalettin Çelebi’nin hem de meclis kayıtlarındaki bilgiler ışığında, hiç de öyle “çok kısa sürede” değil, tam 20 ay sonra Hakk’a yürüdüğünü tespit edince “Cemalettin Çelebi öldürüldü mü” başlığı altında farklı yaklaşımlarla bu soruya ve sürece ışık tutmaya çalıştım…

Koçgiri ve Dersim’de zalimliğin sınır yok…

Ermeniler gibi “Ankara hükümeti kendilerini kırmadan ve sürgüne göndermeden” kendi devletlerini kurmak isteye Koçgirililerin örgütlediği 1921 Koçgiri ayaklanması ve bu ayaklanmayı “bastıranların” kimlikleri bugün bile çok önemlidir. Ayaklanma “Öğüt Kurulu” tarafından barışçı bir şekilde sona erecekken, bölgeyi yakıp yıkan ve “taş üstünde taş bırakmayan” iki kişi vardır: Birisi, “bu kadar asker toplandı, ben buraya kadar geldim, bir şey yapılmazsa olmaz” diyen, Ermenilere, Rumlara, Kürtlere ve Alevilere karşı zulümü nedeniyle de sicili oldukça kabarık olan Nurettin Paşa’dır. Nurettin Paşa’nın babası Meşrutiyet döneminde Dersim’de zalimiği ile ünlü Müşir İbrahim Paşa iken, onun oğlu da 1937-38’de Dersim’de katliam yapan General Abdullah Alpdoğan’dır. Bu dönemin zalimlikte ikinci önemli ismi ise “günümüzün Abdullah Çatlısı” diyebileceğimiz, yağmaların, zulmün ve siyasi cinayetlerin sembolü Topal Osman’dır…

Aleviler buharlaşıyor…

Kurtuluş Savaşı bitip, Cumhuriyet ilan edilince Aleviler adeta “buharlaşıyorlar”… Örneğin 1921’deki birinci mecliste doğrudan Alevi kimlikleri ile bilinen 10 milletvekili varken, 1923’deki ikinci mecliste Alevi kimliği ile bilinen bir tek milletvekili yoktur. Üstelik Cemalettin Çelebi’den sonra posta oturan Veliyettin Çelebi, daha önceki kuşkuları ortadan kaldıracak şekilde, 1922’de bütün Alevileri Kurtuluş Savaşı’na açıkça destek vermeye çağırmış olmasına rağmen… İlk Anayasa’da “devletin dini İslam” olunca, nüfus cüzdanlarına da “Hanefi” yazılmayla, köy tarifi ise ilk kez “cami” ile birlikte yapılmaya başlanmış. Tekke ve Zaviyeler Yasası’nın tartışıldığı ve onaylandığı meclis oturumlarında toplam 10 milletvekili konuşmuş, bir tek milletvekili bile “ne yapıyorsunuz” diye sormadığı gibi, “Alevi dedelerini, üfürükçülerle, büyücülükle” bir gösteren yeni ilaveler yapılmış…

1925’de Alevi Bektaşi dergahları kapatılmış, Alevi Dedeleri, Bektaşi Babaları, üfürükçülerle, büyücülerle bir tutularak yasaklanmış, devlet dini Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla tam anlamıyla Sünnilik üzerinden yeninde yapılandırmış… Böylece bir kez daha Osmanlı’dan bu yana Aleviler “ihtiyaç halinde” iktidarın yakına taşınan, “ihtiyaç bitince de” uzaklaştırılan, tasfiye edilen bir toplumsal güç haline getirilmişlerdir…

Hacı Bektaş’a bir kez, Mevlana’ya 9 kez giden ve kendisine Bektaşi misyonu biçilen Mustafa Kemal bu süreçte Aleviler lehine bir tek müdahalede bile bulunmamıştır. Aleviler lehine müdahale bulunmayan ve 1925 sonrası “Alevi Bektaşi” kavramını da hiç kullanmayan Mustafa Kemal’i “eleştirilerden korumak” için Alevilerin önemli bir bölümü “Atatürk’ün bu gelişmelerden haberi yoktu” deseler de meclis tutanakları bunun hiç de söylendiği gibi olmadığını açıkça gösteriyor…

Aleviler: İlk tasfiye edilenler…

Bu çalışmanın tümünde de görüleceği gibi, Aleviler bütün devletlerin kuruluş süreçlerinin önemli aktörlerinden. Ancak devlet kurumsallaşmaya, merkezi iktidar kurulmaya başlandıktan sonra, iktidardan veya iktidar çeperinden ilk tasfiye olanlar Aleviler oluyor.

Bu tasfiyenin bir yanı Sünnilikle doğrudan bağlantılı iken, diğer yanı Alevi öğretisinin kesinlikle iktidara uygun bir öğreti olmamasından kaynaklanıyor! Çünkü iktidar zoru ve şiddeti kaçınılmaz kılıyor. Alevi öğretisi ise zoru ve şiddeti reddediyor. Bundan dolayı, Aleviler, İslam’ın ortaya çıkışında, Osmanlının ve Cumhuriyet Türkiye’sinin kurulma süreçlerinde “akıl babaları” olarak yer almışlar, kuruluş süreçlerini desteklemişler, sonrasında ise devletin tepesinde oturanlar iktidar olmaya ve kurumsallaşmaya başladıkları andan itibaren de ilk tasfiye edilen toplumsal güç olmuşlardır.

Bu durum Safevi Devleti için de geçerlidir: Kurulduğu 1501 yılında, hem bileşenleri, hem de inancı itibariyle, tam anlamıyla bir “Kızılbaş Devleti” olan Safevi Devleti’nden Alevilerin / Kızılbaşların tasfiye edilmesi de bunu gösteriyor. Çünkü, iktidar zor ve şiddeti zorunlu bir ön koşul olarak dayatıyor. İktidarın zor ve şiddeti zorunlu kılan yüzüyle uyum gösteremeyen Kızılbaşlar da bu nedenle bir süre sonra süreçten tasfiye ediliyorlar…

Bütün kuruluş süreçleri sonrası Alevilerin iktidardan tasfiye edilmeleri, Alevi dünyasında takiyeyi fazlasıyla öne çıkarttığı gibi, toplumsal azınlık psikolojisin zorunlu bir sonucu olarak özellikle Dedebabalar ve Çelebiler tarafından, iktidarın gücünü ve uygulamalarını kabullenme ve teslim olma gerçekliği “hoşgörü” edebiyatının arkasına sığınılarak gizlenilmeye çalışılmıştır… Bugün Alevi hareketinin bu yaklaşımlara “içgüdüsel bir tepki” olarak, İmam Hüseyin’in ve Pir Sultan’ın şahsında direnme ve mücadele geleneğini, hem de fazlasıyla abartılı bir şekilde öne çıkarmalarını anlayabilmek, bu arka planı anlamaktan geçer…

Kendi başına buyruk olmanın adı: Dersim…

Cumhuriyet 1925 sonrası, bütün Avrupa’da olduğu gibi “ulus-devlet” modeli çerçevesinde “tek millet, tek mezhep, tek lider” anlayışına dönünce, Osmanlı’dan beri fiili olarak hep özerk ya da yarı özerk olmuş kendi başına buyrukluğa alışmış Dersim’i teslim almak için arka planı en az yüzyıla yayılan plan yeniden devreye sokulmuştur. Bu anlayış şöyle rapor edilmiştir: “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetin müdahalesi Dersimli ye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder”. Raporun sonucu 1937 ve 38 katliamlarıdır…

Çok partili dönem…

1945’de İkinci Dünya Savaşı’nın faşizmin yenilgisiyle bitmesi, bunun karşısında sosyalist sistemin güçlenmesi, “Batı” da tek partili dönemin sona ermesini ve demokrasiye yönelmeyi beraberinde getirdi. Bu dönemde Sosyalist sistemin güçlenmesinin yanı sıra, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin karşısında bir tutum alan ABD’de bu yeni dönemin yükselen değeri oldu. Uluslararası düzeyde gücü çok artan ABD, Türkiye’yi de serbest piyasa ekonomisinin içine çekti. Türkiye ekonomisinin kimlik değiştirmeye başlaması, doğal olarak siyasal kimlik değişikliğini de beraberinde getirdi. Türkiye’de tek parti dönemi savaşın hemen bitiminde, 1946’da sona ermek zorunda kaldı…

1946 ile 1952 yılları arasında, içlerinde “demokrat parti, sosyalist parti ve İslam demokrat partisi” gibi isimler de taşıyan tam 28 parti kurulur. Bu partilerin yöneticileri içinde Alevilerin olup-olmadığı bilinmediği gibi bu dönemle ilgili bir araştırmaya da rastlamadım. Ancak, bu dönemin Aleviler açısından iki önemli özelliği vardır: Birincisi, kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla birlikte Alevilerin de kentle tanışmalarının başlaması, İkincisi ise, dönem artık çok partili dönem olduğu için oy potansiyeli olarak fark edilmeleri ve zorunlu olarak siyasi hesaplara dahil edilmeleridir…

1946 ile başlayan yeni dönemin en önemli partisi “demokrasi ve özgürlük” söylemleriyle öne çıkan Demokrat Parti’dir. Alevilerin bir bölümü bu dönemde DP’ye yönelirler. Ancak bu yönelme son derece sınırlı ve geçicidir. Alevi aşıkların “Kurtulduk biz esaretten / Karanlık yere gün doğdu / Hürriyet yağmuru yağdı” söylemi bir-iki yıl içinde yerini  “Bunların mevki kazanmak fikiri / Düşünen kim bizim gibi fakiri / Has kumaşık dedi bize her biri / Kendir çıktı, keten çıktı, çul çıktı”ya bırakır…

Aleviler sahneye çıkıyor…

Demokrat Parti 1957’den sonra çöküşe geçer. CHP “İlk Hedefler Beyannamesi” ile ciddi bir güç kazanır. Ancak 1960’da yapılan 27 Mayıs darbesi bu yükselişin önün keser, DP’lilere yönelik yapılan anti-demokratik yargılama DP’lileri mağdur ve mazlum yapar. CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi” üzerine inşa edilen yeni Anayasa birçok yeni örgütlenmenin önün açsa da demokrasiye vurulan darbeyi bir biçimde meşrulaştırır…

1960 sonrası Aleviler tam anlamıyla kentle buluşur. İlk kez bir Cumhurbaşkanı Alevileri köşkte kabul eder. Alevilere yönelik sözlü ve fiili saldırılara ilk cevaplar bu dönemde verilir. Aleviler 16. yüzyıldan sonra, 20. yüzyıl başındaki bazı gelişmeleri dışarıda bırakırsak ilk kez örgütlü olarak yan yana gelirler. 1963’de üniversite öğrencileri ilk “Alevi Bildirgesi”ni yayınlarlar. 1964’de ilk dernekler kurulmaya, ilk etkinlikler yapılmaya başlanır. Hacı Bektaş Dergahı 1964’de müze statüsünde olsa da 25 bin kişinin katılımıyla açılır. İlk Alevi dergisi “Karahöyük” yayınlanır. Dergilerde “Türklük” vurgusu çok fazla yapıldığı gibi birçok İslamcı Sünni ve Türkçü de dergilerin sürekli yazarı pozisyonundadır… Semah, “sema ve milli folklor” olarak, Pir Sultan ise “Büyük Türk şairi” olarak kamuoyu ile buluşur. Pir Sultan adına yapılan etkinlikten dolayı “Pir Sultan’la halkın batık inançları uyandırılıyor” diye yöneticiler hakkında dava açılır, Avukat Cemal Özbey mahkemede “bizim fikirlerimizi hazmetmek herkesin karı değildir” diye meydan okur… 1966’da Birlik Partisi kurulur. İlk kez doğrudan Alevi kimlikli kişiler, kuranlar kabul etmeseler de “Alevi Partisi”nden milletvekili seçilerek meclise girerler… Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Elmalı “Alevilik sönmüştür” diye açıklama yapar… Şehirle tanışan, görünür olmaya başlayan Alevilere ilk fiziki saldırılar da bu dönemde yeniden başlar. Ortaca, Elbistan, Kırıkhan bu ilk saldırıların olduğu yerlerdir…

Bütün süreci “Alevilerin Siyasal Tarihi”nin elinizdeki bu birinci cildin de anlattım… İkinci cilt 1971 ile 2010 arasını kapsıyor… İkinci ciltte neler var, şimdiden ona da bakalım:

1970 sonrası…

12 Mart’ta darbe olur. Dönemin CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, darbeye tavır alır. Önce istifa eder, sonra Kongre’de Genel Başkan olur. Darbeye tavır alan CHP ve sol yükselişe geçerken, muhafazakâr, gerici ve faşist örgütlenmeler de büyürler. Şiddet hakim öğe haline gelir. İyi bir performansa sergileyemeyen Türkiye Birlik Partisi (TBP), fiili olarak siyasi arenadan tasfiye olur. Aleviler, faşist saldırıların da etkisiyle CHP ve devrimci örgütler etrafında buluşurlar. Alevilerin ve Sünnilerin yaşadığı bütün şehirlerde Alevilere yönelik ciddi saldırılar, bazılarında ise katliamlar veya katliam girişimleri yaşanır: Malatya, Maraş, Sivas, Çorum gibi…

1970 ve 1980 arası, Türkiye’de TBP varlığını korusa da, ne TBP için, ne de TBP dışında kayda değer bir Alevi örgütlenmesinden söz edilemez. Türkiye’de TBP siyasi sahneden önemli ölçüde silinirken, yurtdışındaki yansıması “Yurtseverler Birliği” 1980’lerin başına kadar ciddi bir güç olmaya devam eder, 1980’lerin sonlarında ise doğrudan Alevi örgütlenmesine dönüşür…

Bu dönemde Alevi dünyasındaki en önemli gelişmelerden biri ise 1980’de Banaz’a Pir Sultan heykelinin dikilmesi ve ilk anma etkinliğinin yapılmasıdır…

1980 darbesi ve sonrası…

12 Eylül 1980’de darbe olur…1989’da Berlin Duvarı yıkılır, dünya sosyalist sistemi çöker. Dünya’da ve Türkiye’de çok güçlü bir etnik ve inançsal kimlik dalgası esmeye başlar. Aleviler yaklaşık 10-15 yıllık bir aradan sonra, 1980’nin sonlarında, son 400 yılın en güçlü örgütlenmesini hem Türkiye’de, hem de Avrupa’da yaratmak için ilk adımlarını atarlar…

12 Eylül’de büyük Alevi asimilasyonu başlar: Zorunlu din dersleri uygulamaları, Alevi köylerine yapılan camiler, helikopterlerden atılan ayetler… Arif Sağ, Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu ve Yavuz Top, “Muhabbet” kasetleri ile Aleviliği kitlelerle yeniden buluşturur… 1989’da Alevilik Bildirgesi yayınlanır… Türkiye’de ve Avrupa’da ilk Alevi örgütlenmeleri başlar… Türkiye’de Hacı Bektaş ve Pir Sultan adıyla örgütlenmeler öne çıkarken, Avrupa’daki örgütlenmelere Alevi adı damgasını vurur… 2 Temmuz 1993 Madımak katliamı Alevi örgütlenmesini kitleselleştirir ve yakınlaştırır. Katliama tepki Alevi hareketini hızla büyütür… Türkiye’de de Alevi ismiyle dernek kurulma girişimleri başlar… Aleviler ilk kez 2002’de kendi isimleriyle yasal dernek kurabilirler… Demokratik Barış Hareketi deneyi yaşanır… Alevi Bektaşi Temsilciler Meclisi… Alevi Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu deneyleri, sola da ışık tutmaya başlar… “Alevi diasporasının” Alevi örgütlenmesindeki rolü tartışılır… Avrupa Birliği İlerleme raporları ve “azınlık” kavramı sürekli manipüle edilir… Hacı Bektaş Veli’yi anma törenleri ilginç gelişmelere tanıklık eder… Dün “katli vaciptir” diyen, “İslam dışı” sayan devletin Alevilik de “İslam içi” ısrarını öne çıkarır… Herkes kendi Alevisini yaratmaya çalışır… Televizyonda ilk defa “Muharrem Sohbetleri” yapılır… İlke Alevi televizyonları kurulur… “Bin Yılın Türküsü” ve “Kadının Türküsü” yapılır… 2007’de Köln’de, 2008’de Ankara’da ve 2009’da İstanbul’da yapılan kitlesel mitingler yapılır… Alevi talepleri ezberlenir… 32 yıl sonra Maraş’ta katliamı protesto mitingi yapılır… Kitleselleşen Alevi hareketinin siyasi olarak başarısız kalır… 2009’dan sonra gündem “Alevi Çalıştayları”dır… Alevi hareketi, büyüdükçe, bitmeyen bir tartışma da yanı sıra büyür: Kurumsallaşma ve tek merkezde birleşme...

Ve daha onlarca konu başlığı…

Özetle, 1970 ile 2010 arasında yaşanan birçok gelişme “Alevilerin Siyasal Tarihi 2”de yer alacak…

Ankara, 8 Şubat 2011

Necdet Saraç

DEMOKRAT HABER