Ankara Ostim Organize Sanayi’de bir lokum atölyesinde işçiydi. Evi Altındağ’daydı. Tepelerin birinde, evler arasında sıkışmış birkaç oda işte. On yedi yaşındaydı. Kitap kapaklarına nereden merak salmıştı? Bilmiyorum…

Asla tatlı şeyleri sevmezdi. Pasta, çikolata hele lokum dedin mi midesi bunalırdı. Bu lokum işçilerinin ortak özelliği, tatlıdan nefret etmeleri. Hele ki lokum atölyesinde çalışan biri asla bir daha lokum yemez, birçok arkadaşım öyle.

Benim çalıştığım kitapevine gelirdi. Bakınırdı. İş başvurusu yapardı. Küçüktü, zayıftı. Görmezdik onu farkında olmazdık. On yedi yaşında bir çocuk dolanırdı aramızda. Neden bilmiyorum, ısrarla görmezdik onu. Bir gün kitap kapakları hakkında bir yazı ve kağıtlara çiziktirdiği onlarca kitap kapağı ile geldi. Bana verdi. Okurum ve bakarım bir ara diye koydum bir yere.

Okumadım… Bakmadım…

Öyle mühim işlerimiz vardı hani. Bir çocuk heves etmiş işte. Sürekli birileri bir dosya ile gelirdi hep. Kimi şiir yazar, kimi roman, kimi anı…

Birkaç hafta sonra tekrar geldi. Sonra öğrendim. Bu saatlerde kitapevine gelebilmesi için çok fedakârlık yapıyordu. Bir gün önce akşam mesaisine kalıyor. Çocuk başına, karlı, buz gibi havada iki araç değiştiriyor ve epey yol yürümesi gerekiyordu. Epey yol, epey yokuş. Evdekilerin itirazları cabası…

Verdiği sayfaları kaybetmiştim.

“Mümkünü yok abi, beni dinleyeceksin” diye önümü kesti. Yanımda bir yayıncı arkadaş ile oturduk dinledik onu.

Kitap kapaklarından bahsetti. Yanında getirdiği yeni çizimleri gösterdi. Öyle bir şey yoktu. Konuştuğu kelimeler başka türlüydü. Kitapların ruhundan, her kitabın bir renginden, her yazara özel ayrı kitap kapağı tasarımlarından, kitap mizanpajlarına dek birçok konuda konuştu.

Sektörde yıllanmış insanların bile aklına gelmeyecek işlerden bahsediyordu.

Anlattıkça büyüyordu gözümüzde…

Özel bir yetenekti o.

Hadi bizi babana götür dedi, arkadaş. Atladık arabaya gittik. Altındağ’da bir eve girdik. Akşam yemeğine oturmuş bir aile. Halkımız işte, güzel mi güzel. Oturduk biz de sofraya…

Yemek yedik, çay içtik. Sonra da babası sordu, hayırdır, buyurun anlatın…

Yayıncı arkadaş babasına söyledi, söyleyeceğini…

Kısaca şuydu; Kızını bizde çalıştırmak istiyoruz. Yol, yemek, maaş, sigorta… Üstelik grafik kursuna gönderecek ve grafikçi ağabeylerden ayrıca ders alacaktı.

Tamam dedi baba güvensizce… Bizim Leyla mı? Hadi öyle olsun. Bir deneyelim…

On yedi yaşında başladı çalışmaya bir yayınevinde Leyla.

Ne tasarımlar yaptı. Ne afişler, ne dergiler, ne kitap kapakları… İnsanı hayrete düşürecek cinsten… Grafiker değil bir sanatçıydı.

Zaman geçer, Leyla büyür. Bu arada açık lise, 2 yıllık grafik tasarım bölümü biter. Hep çalışır gece gündüz. Ders kitapları sektörünü keşfeder. En belalı, çetrefilli kitapları en hızlı zamanda dizer. Para kazanır. Krediyle, borçla harçla taaa Mamak’ın oralarda Samsun yoluna yakın bir daire taksidine girer.

Sevdalanır iyi bir adama. Evlenirler… Bir çocukları olur. Zaman geçer yaşı 28 felan olur. Bir ağrı, bir sızı göğsünde… Derler ki göğüs kanseri.

Ameliyat, tedavi uzun dertli süreçler.

Oturmuştuk bahçesinde Ankara Numune Hastanesinin. Leyla, kocası, babası, yayıncı arkadaş ve ben. Bu süreci atlatacak, derin bir inanç ve umut. Umut ve iyimserlik bulaşıcı. Bulaştırmak istiyorduk yanımızdakilere umut ve iyimserliği…

Uzun ve yorucu bir süreçten sonra, ki neler yaşanmış neler, ne ağrılar, acılar çekilmiş hepsinden çok sonra yendi kanseri, sağlığı normale döndü.

Fakat Leyla o zamandan sonra asla bilgisayar başına oturmadı. Bıraktı mesleği. Neden bilmiyorum, kanser ve bilgisayar ekranı arasında bağ kurdu. Ona inandı. Evinde televizyon dahi yokmuş. Cep telefonu asla kullanmadı.

Şimdi ne mi yapıyor Leyla?…

Ankara tepelerinin birinde dünyanın en güzel pasta ve çöreklerini yapıyor, açtığı pastanede, bir sanat eseri sayılacak pastalar yapıyor… Hatta hatta lokum yapıyor. Öyle böyle değil ama, bir lezzetli, bir lezzetli…

Hayat İşte…