24 Kasım 2013 tarihinde Edirne 54’üncü Mekanize Tugay’ında bir trafik kazasında Mahsun Yap(22) yaşamını yitirdi. Mahsun, Dersimli bir ailenin çocuğudur. Dersimli olmak, zaten daha başlarken bir hikâyeye, insana çok şey anlatıyor. Dersimli olursan hayatın senden çok çok önce başlamıştır ve hiçbir zaman elindeki kâğıtta yazan rakamlar senin yaşını ifade etmez. Sen her zaman hayata sen doğmadan başlamışsındır. Dersim’de hemen hemen bütün hayat hikâyeleri mutlak bir şekilde 1938’de kesişir, Mahsun’un 1991 tarihinde doğmuş olman bunu değiştirmez.

Mahsun’un da bir yanında hep adalet arayışı ve de istemi vardı. Bunun için O’da Gezi sürecine kayıtsız kalmaz ve eylemlere katılır. Bu eylemlerden birinde yaralanır. Mahsun, askerlik konusunda hiç istekli değildir. Gitmez istemez. Bunun için iki yıl kadar asker kaçağı hayatı yaşar. Bu ülkede yüz binlerce asker kaçağından biri olur. Ancak öyle alıştırılma durumu var ki; ‘bir süre kaçsan dahi, başka şekillerde bir hayat kurmak istesen dahi zorunlu askerliğin kendisi yakanı bırakmaz’. Çünkü bu ülkede askerlik yapmazsan hep kaçak ve de bir şekilde sivil bir ölüm yaşamak zorunda bırakılırsın.

Böylesine bir öğretilme/”mecbur bırakılma” hali Cumhuriyetin tarihi ile başlar. Ulus-devlet yapılanmaları kendilerini her zaman “güçlü” bir ordu üzerinden inşa ederler. Türkiye Cumhuriyeti’de bu öğreti üzerinden şekillendi. Bunu yaparken de öncelikle Almanya modelini temel aldı. Bu süreç aslında Osmanlı döneminde başlamıştı. Almanya’da da ordu üzerinden büyük ulus inşası öngörülmüş ve bir şekilde hayata da geçirilmiştir. Daha sonra 2. Dünya savaşını doğuran temel dayanaklarından bir tanesi de bu büyük ulus ülküsüdür. Benzer bir süreci İspanya Faşizminde görüyoruz. Her iki ülke pratikleri korkunç sonuçlar ile geride kaldı.

Ancak Türkiye’de Kemalist ideoloji 20.yüzyılın ilk yarısında Kürtlerin bu ırkçı/militer sisteme direnişini gerekçe göstererek büyük katliamlar yaptı. Devamında ise bu ülkede Müslüman olmayanları hedef adlı ve bir şekilde çeşitli komplo ve de katliamlar ile onları da sürdü. Böylelikle “büyük” ordusu ve de askerleşen milleti sayesinde ‘Misak-ı Milliye’ olarak ifade ettiği sınırlar etrafında bir tel örgü çizerek ‘dikensiz gül bahçesi’ni hayata geçirdi. Ancak bunlar hiç de kolay olmadı. Tek partili Faşist sistemden çok partili sürece girdiğinde ise de TSK hiçbir zaman kışla içinde kalmadı. Her zaman kendisinin “meşru” müdahalesi için açık gerekçeler vardı. Ülke her zaman tankların/cezaevlerinin gölgesi altında yönetildi. İktidar olan bütün “sivil” iktidarlar da bu süreçlerin birer parçası oldular. Hatta zaman zaman apoletlilerden daha asker oldular.

Son yıllarda iktidar ve ordu arasında bir çatışma olsa da bu durum mevcut militer/Kemalist sistemi sorgulama biçiminde olmadı. Sadece AKP etrafında kümelenen cemaat ve de yeşil sermaye, bir kısım da liberal tayfa kendisi için rant alanı oluşturmak için bir çatışma içine girdiler. Bu çatışmada kendilerine bir yer edindikten sonra da mevcut sistemi koruyup kollamaya başladılar. Bu nedenle bu ülkede “sivilleşme” hiçbir zaman zorunlu askerlik zulmünü tartışma konusu yapmadı. Gene büyük siyaset nutukları bu alan üzerinden yükseliyor.

Oysa zorunlu askerlik zulmüne karşı bir şekilde direnen her zaman da yüz binlerce insan oldu. Gerekçeleri ne olursa olsun insanlar bu ordunun bir parçası olmak istemediler. Çünkü TSK’a ait olmak demek bütün hayatını bir yerde bırakarak, bunun içinde kendi aklı, mantığı ve de vicdanı da var, tamamen orduya biat etmektir. Çünkü Türkiye’de toplumsal mühendislik ve de cinsiyet rolleri erkek olma halleri üzerinden inşa ediliyor, bu inşanın da en temel merkezi TSK’dır. Bunun için bu ülkede 20 yaşına gelmiş her erkek askere gitmekle zorunlu tutuldu. Bunun bir parçası olmak istemeyenler için ise hiçbir zaman bir alternatif üzerinden düşünülmedi. Zira bu ülkede bir erkeğin asker olmama gibi bir istemi zaten olmamalı/olamazdı üzerinden her şey kurumsallaşmıştı.

Ancak yukarıda da ifade ettiğim gibi bir bütün zamanlarda bir şekilde çeşitli gerekçeler ile bu sistemin bir parçası olmak istemeyen yüz binlerce insan oldu. AKP iktidarının buna getirdiği “çözüm” ise bedelli askerlik oldu. neo-liberal bir zamanda kendilerince en ideal bir çözümdü. Asker olmak istemiyorsan kendi payına “ülke sevgisi ve de kutsal görev”ini satın alabilirsin. Yani insanları o kışla duvarının ardına atmak için bütün hayatları boyunca döktürdükleri “vatan-millet”, “kutsal görev” edebiyatının karşılığı 15 bin tl oldu. Parası olan verdi ve kendilerince o kutsal “vatan borcu”nu parası ile satın aldı. Yoksul halkın çocukları ise bu zulmü tekrar tekrar yaşamak zorunda bırakıldı.

İşte Mahsun Yap’da bunlardan biriydi. Zorunlu askerliğinin kendisinin nasıl bir zulüm olduğunu biliyordu. Hatta ilk 5 aylık sürecinde yaşadıklarını sosyal paylaşım sayfasında “şu askeriyeyi yaşadıkça kaybolma korkusu içindeyim”, diye paylaşacaktır. Korkusu gerçek oldu. 11 Aralık günü Dersim’den gelen annesi, babası, dayısı, avukatı ve de İstanbul’dan üç arkadaş(biri İHD’den, Özgür Gündem Gazetesi’nden bir arkadaş ve de Vicdani Ret Derneği’nden ben) Mahsun’un yaşamını yitirdiği kışlaya gittik.

Yaşanan büyük kayıp için “hiç kimsenin bir kusuru, suçu yok”tu, bütün anlatılanlar bu şekildeydi. Ya Mahsun’un anlattıkları? Ya Mahsun yaşamını yitirdikten sonra bir arkadaşının kendi sayfasında paylaştığı; “bu basit bir kaza değil, ailesi peşini bırakmasın” açıklamasından sonra sayfasına erişimin kalkması? Mahsun’un annesinin, babasının, sevdiklerinin içinde o büyük boşluk hiçbir zaman kapanmayacak, benim gözlerimin önünde ise Mahsun’un yaşamını yitirdiği yerdeki ağaca sırtını verip gözyaşlarını döken annesi Emine Yap’ın çaresizliği ve de acısı.

Mahsun Yap devam edegelen bu ölümlerden ne ilk ne de sonuncusu. Devletin kendi açıklamalarında öğreniyoruz. Kışla içinde son 10 yıl içinde bu şekilde 1035 insan yaşamını yitirdi. Mansun’dan sonra da bu ölümler devam etti, ediyor. Ve kışlada bu ölümlere dair yapılan açıklamalar; “kaza, initihar, kaza kurşunu” vs biçiminde oldu hep. İyi de bu kazalar gelip hep de Kürdü, Aleviyi, Sosyalisti ve de Ermeni’yi mi bulur? Artık daha etkili be de güçlü bir ses ile zorunlu askerlik zulmüne karşı sesimizi çıkartmalıyız. Bunun için muhalif/sosyalist yapı ve de partilerin daha etkili olmasını istemek gerekiyor. Şimdiye kadar bu konuda ne yazık ki bir çalışma içinde olmadılar. Bir yerde bu yapılar da zorunlu askerliğe alıştırıldılar. Bizler bu alışkanlıkları yok etmezsek kışla içinde de ölmeye devam edeceğiz.