Neresinden tutsan elinde kalacak, bir çürümüşlük yaşıyoruz. Her an gözlemlenebilecek sıklıkta maalesef.

Kimilerinin zenginliğini hesaplarken, beynimiz duruyor. Ama küflü ekmekle karnını doyurmaya çalışanların acısını duyumsamayan bir vicdana sahip oluşumuzun hesabını verecek bir merci bulamıyoruz. Sorumlusu yok ki, çare sunanı olsun. Sadakayla geçiniyorken, şükretmenin yaygınlaşmasıyla toplum olarak tembelleştiğimizin farkına varamadık. Farkındalık, toplumu aydınlığa vardıracak. Haydi, öğretmenler göreve(!).

“Bu adam, Amerika’yı yönetecekmiş, Amerika milliyetinden bile değil” diyen birine sakın sakın sen de; “Amerika milleti, diye bir millet yok ki”, demeyesin. Amerika’nın göçmenlerden oluştuğunu uygun bir dille anlat. . Örnekler ver: Türkiye gibi, Almanya gibi, Güney Afrika Cumhuriyeti gibi, Brezilya gibi… Önemli olanın, farklı milliyetten insanların dostça aynı ortamda yaşayabilmeleri olduğunu hissettir. Milliyeti ve dini öne çıkarmayıp, ülkenin gelişmişliğinin esas alınmasını hatırlat. Irkçılık üzerinden yapılacak bir memleket seviciliğinin sakıncalarına sadece dokun. Anlat: hissettir, hatırlat ve dokun…

Bir yerlere yönetici olmuşsak, yöneticiliğimizi korumak için, rakip adayları hiçbir kriterle ölçülemeyecek şekilde; ahlaki ya da etik olup olmadığına bakmaksızın eleştirmek(!) sıradanlaştı. Bu çıkarcılık, terbiye sınırlarını zorlamayı hatta paramparça etmeği yiğitlikten sayar oldu. Memleket artık her hırsızdan, her katilden gurur duyar olduysa... İşimiz çok zor. Haydi yargıçlar göreve(!).

Kişisel mahremiyeti ve fiziksel özellikleri dile getirmek suretiyle pirim yapmaya çalışmak, siyasette dini kullanmakla aynı şapşallığı yaşatır. Hatırlatayım dedim.

“Ecdadım” dediğin geçmişle, kan bağın yoksa; kimse dile getirmez ama, her bir beyinden “soysuz” ifadesi kuşatır insanı. Üzülenler olur senin için.

Derler ki, birilerini objektif olamayan bir şeylerle suçlar ve bunu sürekli dillendirirsen; aslında kendi özelliklerini yansıtırmışsın. Bunu çok kimse bilir de, suçlamayı yapanın kahraman edasıyla kürsüden inerken; alkışlayanları ve utananları yüz ifadelerinden ayırt edebilenler dâhi sayılırmış, kaos dönemlerinde. Dâhilerin sayısı kaç?

Kendi yazdığı üç beş cümleyle topluma hitap etmenin, başkalarının yazdığı bir kitap sözden daha etkileyici olduğunu bilmeyenler, saatlerce konuşurlar. Nefes israfı…

Hayatı boyunca bir kitap okumayıp, beş kitap dolusu alkışlayanları, bağır bağır konuşmasından tanırsın. Böylece kendilerini entelektüel gösterme çabasındaki zır cahilliği unutamazsın. Asla…

Birilerinin din sömürüsüyle milleti ele geçirmesine seyirci kalındıktan sonra terörist ilan edilmesi ile sadece, Evrim Teorisini çarpıtarak “Allah’ı inkâr” algısı yaratıp, insanların aklını çelen sahte dindarların, on yıllar sonra aynı yalaktan beslendiklerini nihayet anladık. Telafisi yok.

Sözde İsrail düşmanlığının, gizli ittifaklarla normalleşerek yürüdüğünü gören halkta, İsrail sempatizanlığının çoğaldığını fark etsek ne yazar. Atı alan Tel Aviv’de…

Her Newroz Bayramı’nda, eğer seçimler çok uzak ise; bu bayram Türklerin, bu bayram Farsların, bu bayram herkesin, bu bayram sadece Kürtlerin değil, nefretiyle; halkın Katalonya sempatizanlığına şükret. Herkes İsrail, herkes Amerika… Sonuçlarını on yıllar sonra görüp, pişman olur muyuz acep? Ne fayda…

Bazen, “şapkayı alıp gitmenin ve bir daha da dönmeyip, o çok sevdiğin memleketine yapacağın en büyük hizmet olacağını bilmen; beynini, bir değil on fakülte bitirmiş gibi berraklaştırır”, diyorum kendi kendime. Ama şapkam yok.

‘Allah’ın evrime de hükmedebileceğine’ inanmayışının dini inancına zarar verip vermediğine biraz eğil de bak. Diyoruz ya, “O, her şeye kadirdir.”

Hırsızın da katilin de yalancının da bir gün mutlaka kendilerini ele verdiklerini anlatmıştı, babam. Derdi ki, “hırsız ile katil, uzun bir süre geçtikten sonra, ‘artık zamanı geçti, söylesem de bir şey olmaz’ derken; yalancı, sürekli birilerini yalancılıkla suçlayarak anında kendini ele verirmiş. Kızılderili’nin, “bu mavi gök altında hiçbir şey gizli kalmaz”, dediği gibi.

Aşağılanmış horlanmış bir kişilik, milliyetini gizleyerek; hâkim milletin milliyetçiliğini yaparak kamufle olur. Bunu herkes bilir de, bir kendi bilmez. Yoksa, asimile olmuşların fanatikleşerek, faşistleşerek bayraklara sarılıp yatmaları ne ile açıklanabilir ki. Sonuç, asker kaçağı ya da çürük raporlu…

Güçsüzlüğünü gizleme içgüdüsüyle, güçlüyü öve öve hayatını heder edenler, yıllar yıllar sonra anlarlar hatalarını. Ama, onca emekten sonra geri dönmezler. Güçlüye, “ecdadım” deme, mertebesiyle ödüllendirirler kendilerini. Kendimizi, olduğumuz gibi ifade etmede karşılaştığımız zorluklardan kaynaklandığını zannetmiyorum. Çünkü zaten güçlülerden yanalar. Sadece cehalet. Hayırlı olsun.

Farklı özelliklerimizin olmasından daha doğal ne olabilir ki. Farklılıklarımızla birbirimizi sevmemiz en insani duygularımızdan olmalı. Oysa, farklılıklarımızı çıkarları için araç olarak kullananların, bize çobanlık yapmaya hevesli çakallar olduklarını bilmeliyiz. Bu çobanlar çok konuşur, az iş yaparlar. Sürünün kaybolmasından da kendilerini sorumlu görmezler. Sürüde payı bulunanları birbirine düşürmek, en kısa yoldan sonuca ulaştıran A planı olduğunu bilirler. B planları yoktur, gerek de duymazlar. “Onlar düşünmezler” ifadesini hayata geçirip, çobana destek olduğumuzda, gerçekten ayrışma başlar. A planı sonuçlarının erinlik döneminde olduğu tahmin ediliyorsa da, ergenlik döneminin bize neler yaşatacağını düşünmek istemem. Oysa, birbirimizi sevmek için, aynı ortamı paylaşmak için; “insan” olmak tek ve yeterli sebeptir.

HİSSE: Kendi kendimizi dövüp düşmanı suçlamak, düşmanı sadece cesaretlendirir.