Kürtler – Kürt olmayanlar,

Solcular – solcu olmayanlar

Dindarlar – dindar olmayanlar,

Kimlik aidiyetleri – kimlik aidiyeti olmayanlar…

Bu kırılma hatlarına çeşit çeşit bileşenlerin birbiriyle ilişkisini, bunların bağımsız bireylerle ilişkisini katın, çoğulcu yapıyı; yani, daha şu ya da bu konudaki politik farklılıklara gelmeden bile ne çok kırılganlık bulursunuz. Dürteni de çok olur. Şimdi popüler çatlatmaca denemeleri: Demirtaş’ı sevenler - sevmeyenler; Öcalan’a bağlı olanlar - “arkasından iş çevirenler”.

Yersen…

Yenecek yutulacak gibi değil tabii. Hükümet ve AKP yetkililerinin ve yandaş medyanın servis ettiği gibi, madem Öcalan kendilerinin baş düşman ilan ettikleri Demirtaş’a ve HDP’ye çok kızıyor, neden aylardır tecritte tutuluyor? Neden onun adına asparagas haberler yapılıyor da kimseyle konuşmasına, görüşmesine izin verilmiyor? Daha da önemlisi, bu tecrit yoluyla barış umutlarına bir hançer daha sokulmuş oluyor . Bunu da dikkate almak gerekiyor.

Yetmiyor, sürekli kaşınıyor: “Bir cacık olmayacak solcular yüzünden HDP büyüyemiyor”. “PKK’yi şöööyle esaslıca eleştirmeden, terörle arasına iyice bir mesafe koymadan HDP gelişemez.” En yenisi de şu; “HDP Alevilere kıymet vermiyor, hemen ayrılsınlar.”

Oldu…

İşte öteden beri ve özellikle güncel siyasette kırılmaya çalışılan “potansiyel” fay hatlarına karşın, HDP çoğulculuktan güçlü bir sinerji çıkardı, en etkili demokratik muhalefet odağı olmayı başardı. Barış umudunun sözcüsü ve taşıyıcısı oldu. Ve ne denirse densin, yaratılan ortamın tüm anormalliklerine teslim olmadan, 2015 seçimlerinde büyük başarı kazandı.

NEREDEN ÇIKTI BU HDP?

Biraz geriye gidelim. Sosyalist sol 1980’lerin ikinci yarısından itibaren bir “cephe partisi” imkanını tartışmaya başladı. Yurt dışında yine sosyalist partiler Kürt Özgürlük Hareketi’nin bileşenleriyle yan yana gelmeye çalışarak aynı şeyi tartıştılar. Hatta daha 1988 yılında, Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) birleşerek oluşturdukları, Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin (TBKP) gizli yapılan kongresinde, “en geniş, sol, demokrat çevrelerle birlikte” bir parti kurulması amacı, kongre kararlarından biriydi.

Bilindiği gibi, bu çalışmalardan murada uygun bir sonuç çıkmadı. 1990’lı yıllarda Sosyalist Birlik Partisi (SBP), Birleşik Sosyalist Parti (BSP) ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) deneyleri, birbirinin ardılı olarak sosyalist solun birleşme çabalarından ibaret kaldı. Aynı dönemlerde, Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistan - PKK) tarafından 1984 yılında başlatılan silahlı isyanın ve bunun karşısında devletin “düşük yoğunluklu savaş” dediği, fakat bugüne kadar 40 bin insanımızın hayatını kaybettiği, Kürd halkından iki milyon kişinin yerinden yurdundan edilerek göçe zorlandığı, binlerce köy ve mezranın yakıldığı, yüzlerce insanımızın da “faili meçhul” denilen cinayetlerle yok edildiği süreçlerin yer aldığını da hatırlamak gerekir.

Sosyalist solun geniş bir demokrasi öznesi, güçlü bir demokratik muhalefet odağı oluşturma niyeti gerçekten var mıydı, olduğu kadarıyla ete kemiğe büründü mü, bu sorulara olumlu yanıt vermek zor. Bir de hiç söylenmese, böyle ifade edilmese de, kafanın arkasındaki örtük varsayım şuydu: Sosyalistler geniş bir birliktelik sağlayabilirlerse, Kürt özgürlük hareketi temsilcileri de buna eklemlenecek, kimi demokrat kimliklerin de katılmasıyla geniş bir blok oluşturulabilecekti. Hayat bu yönden yürümedi. O beklenen blok, Kürt özgürlük hareketi temsilcileri üzerinden, Kürt siyasetçilerin ağırlık ve inisiyatifleriyle başlayarak gelişti!

HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ

Vikipedi’den okuyalım:

“2011 genel seçimlerinde Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile 20'ye yakın sosyalist parti ve hareket işbirliği yaparak Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku'nu oluşturdu. Genel seçimlerde %10 seçim barajını aşamayacağı gerekçesiyle bağımsız milletvekilleri ile meclise girmeyi amaçlayan bu blok 41 ilde 65 bağımsız adayla seçime katıldı. 36 aday seçilmeyi başararak meclise girdi. Partiler bu işbirliğini geliştirerek geniş bir Türkiye muhalefeti örgütlemek üzere çalışmalarına devam ettiler. 2011 yılının Ekim ayında bir kongre düzenleyerek bu işbirliğini genişlettiler. Sosyalist partiler, sendikalar, kadın, LGBTİ ve çevre hareketleri, emek ve hak temelli sivil toplum örgütleri, Anadolu'da yaşayan çeşitli dini azınlıkların temsilcilerinden oluşan, 81 ilden 820 delegenin katılımıyla düzenlenen kongreye Halkların Demokratik Kongresi (HDK) adı verildi.”

Delegesi olmaktan onur duyduğum bu ilk kongre, yanlış hatırlamıyorsam 14 etnik ve kültürel kimliğin selamlama konuşmalarıyla açıldı. Kimileri kendi dilleriyle, bu toprağın dilleriyle yaptılar konuşmalarını. O gün, kongre arası sohbetlerde, ilk kez, “5 milyon oy” lafını kullandığımızı da anımsıyorum.

İşte buralardan geldik, kırılganlığın gücüne.

SAHİCİ İNSANLAR, SAHİCİ SORUNLAR

Ünlü TED Konferansları arasında birinin başlığı da “Kırılganlığın Gücü” (The Power of Vulnerability, TED Talks, Brene Brown). Burada, sahici insanların vicdan sahibi oldukları, utanma, korku duydukları, merhamet, sevecenlik, samimiyet, mükemmel olmadığını bilmek ve başka insanlara bağlanmak gibi duyguları olduğu söyleniyor. İşte sahici insanları kırılgan yapan bu özellikler, aynı zamanda onların güzelliği. Neşe, sevgi ve yaratıcılıkla hayata tutunmalarının esrarı bunlarda.

Sahici insanların özelliklerinden aldığımız cesaretle, HDP’nin dışarıdan dürtülen değil, sahici sorunlarını tanımlamayı deneyebilir miyiz? Bunları sorularla gündeme getirmeye çalışmak, kuşkusuz doğrudan akıl vermeye benzer bir yaklaşıma göre daha gerçekçi olacaktır:

Siyaset – Savaş ilişkisi: “Savaş siyasetin şiddet araçlarıyla devamıdır” diye tekrarlanır, Clausewitz’in ünlü sözü üzerinden. İki yüz yıl öncenin bu değerlendirmesini, günümüz koşulları ve çeşitliliği düşünüldüğünde oldukça yetersiz buluyorum. Kanımca savaş, siyaseti, özellikle de demokratik siyaseti bastırır, üzerine çıkar. “Savaş” derken?... E, herhalde bir devletin kendi topraklarını, dağını taşını bombalaması pek adetten değildir de, tam onu diyorum. Cizre, Nusaybin, Gever, Sur, Silvan örnekleri ortada. Gazze’den beter durumları nasıl tanımlayacağız? Amed, Suruç, Ankara katliamları bu denli sıcakken? Dağlıca, vb., çatışmalar?

İşte bu süreçte HDP tüm Türkiye için demokratik siyaseti hakkıyla sürdürebilecek mi? Nasıl yapacak? Örneğin Silvan’da insanlar en berbat koşullarda, aç susuz, bombalar, kurşunlar altındayken; yasal dayanaksız ama dünya rekoru kıran sokağa çıkma yasağı sürerken, halkın direnişini destekler ve şehir ablukasının sona ermesi için mücadele ederken, bir yandan da Sivas Demir Çelik (Sidemir) işçilerinin hakları için, Akkuyu santralinin, yeni termik santrallerin yapılmaması için, elektriğin artık öncelikle güneşten sağlanması için, sulak arazilerin yok edilmemesi için, kuraklık tehdidine karşı, iklim konferansı, G20 bağlamında, vb., vb., sesini yükseltebilecek mi? Zor ama gerekli. Unutmayalım, IŞİD saldırılarının ortaya çıkması, aynı günlerde yapılan dünya iklim zirvesini önemsizleştirmişti.

Güncel – genel siyaset ilişkisi: Kısa kesmek için tek bir örnek vermek yeterli olabilir. “Seni başkan yaptırmayacağız” bir güncel siyaset sloganıdır. Doğrudur, etkili olmuştur, ayrı konu. Peki, “Büyük İnsanlık” ve “Yeni Yaşam” sloganlarını kullanmayacak, altını doldurmayacak mıyız? Güncel hedefin bunları önemsizleştirmemesini nasıl önleyeceğiz?

Demokratik özerklik: Son 7-8 yılın en önemli siyasi konusu olmasına rağmen, siyasetin tartışmakta çok cimri davrandığı konu… HDP, etnik-bölgesel demokratik özerkliğe mi takılıp kalacak, yoksa tüm Türkiye için, yargısıyla, eğitimiyle, sağlık hizmetleriyle bu yerinden yönetim probleminin çözümleyici şampiyonluğunu mu yapacak? Bölgesel ihtiyaç tabii ki çok yakıcı, ancak doğrudan bölgeye abanmak mı bölge için daha hayırlı, yoksa tüm Türkiye’yi rahatlatacak yoldan ilerlemenin bölgeye daha mı çok faydası dokunur? Ortak vatan konsepti çerçevesindeki demokratik özerklik daha mı anlamlı, yoksa tüm yük Kürd illerine mi yüklenmeli?

Kamıslo, Kerkük, Mahabad, Amed: Bunlar Kürdistan coğrafyasının 4 ülkeye bölünmüş halinin başat kentleri. Kobani şimdi Kamışlo’nun önüne geçti, stratejik olarak… Kamışlo, Cezire kantonunda istirahat ediyor, şimdilik… Kerkük, Bölgesel Kürt Yönetiminin anayasa taslağında “başkent” olarak geçmektedir. Halledilemedi, Irak yönetimi bunu kabul etmiyor, Türkiye de, kentteki Türkmen nüfus nedeniyle diş gösteriyor, IŞİD bir yandan saldırıyor, öyle duruyor. Mahabad, ilk Kürd modern devletinin başkentiydi, şimdi İran Azeri eyaletinin mütevazı kentlerinden biri… Amed (bence Diyarbakır ismi de çok güzel, üstelik “Amed” Kürtçe de değil, kentin tarihi-etnografik isimlerinden en öne çıkanı, ama RT Erdoğan’a inat, Amed daha da güzel) zaten yalnız Türkiye’nin değil, tüm Ortadoğu’nun star kenti.

Buradan konsepti derinleştirelim. Ünlü Kürd düşünür ve siyasi lideri Kasımlo, bölgede bir Kürd devletinin oluşumunun, dört devletin rızasına bağlı olduğunu söylemişti. Herhalde bu nedenle, öncelikle Kürtlerin yaşadıkları her ülkede eşit ve özgür olmayı hedeflemeleri gerektiğini savunmuştu. 1989’da İran devleti tarafından Viyana’da tertiplenen bir suikast sonucu öldürüldü. Hatta bu suikastte Ahmedi Nejad’ın doğrudan görev aldığı ileri sürülmüştür.

İstanbul, İzmir, Adana, Mersin… Bunlar da tüm dünyada en kalabalık Kürt nüfusu olan iller. Soru şu: Kürtlerin statü talebini bu ve benzeri şehirleri de içine katarak mı değerlendirmek anlamlıdır, yoksa ilk paragraftaki dört ülkenin adı geçen kentlerinin çerçevesinde mi? Buna bağlı bir başka soru, hangisinin mesela Kobani’ye ve tabii ki hepimize hayrı olur? En önemlisi, yaşam hakkını daha etkin hangi yolla savunabiliriz? En ekstrem soru da şu olur herhalde: İstanbul’daki, Ayvalık’taki, Aydın’daki, benzer yerlerdeki Kürtler, kökenlerinin memleketlerine mi dönsünler yoksa?

Demokratik Bölgeler Partisi: Bu yazı kapsamındaki son soruya geliyorum. Haydi bu son soru da benim hayal gücümün ürünü olsun. Şöyle; malum, HDP meclise 59 milletvekiliyle girdi, 3. Parti oldu… Kürt siyasetçilerinin bir bölümü isterlerse, HDP’den ayrılıp mecliste 20+ kişilik bir DBP grubu kurabilirler. Bu en azından teorik olarak mümkün. Yukarıdaki sorulara bağlı olarak, hangisi daha etkili olur? Hayal gücümü işletmeye devam edeyim: İki grup halinde, statü ve genel Türkiye sorunları ayrımında, daha net bir iş bölümü yapılabilir. Tek grubun ise, genel Türkiye seçmeni, halklarımızın ortak vatanı ve TBMM kurul ve kuralları çerçevesinde etkinliği daha kuvvetli olur. Hangi yoldan gidilmeli?

Samimiyetle söyleyeyim: Bu soruların yanıtlarını bilmiyorum. Belki zaten, tek bir doğru yanıtları da yoktur.

Vay be! Yazıya başlarken kırılganlıkların bu düzeyde olduğunu görememiştim. Şimdi lafı bitirirken yazdıklarımdan korkayım mı bilemedim. Kırılabilir mi? Elbette bu da bir ihtimal. O zaman yeniden başlarız, başlanır bir şekilde. Amaa… İnsanlar ölüyor, mümkünse zaman kaybetmeyelim…. Elde edilen birikimi çarçur etmeyelim. Umuyorum HDP kolektif aklı, söz konusu dilemmaları tüm halkların, herkesin en yüksek çıkarı yönünde çözecektir. Sahici bir halk organizasyonun güzelliği de burada zaten, değil mi? Zaaf gibi görünen çoğulculuktan, muazzam bir güç çıkması! Yaşasın kırılganlığın gücü!