Shakespeare’in II. Richard adında ünlü bir oyunu var. Genç Kral Richard’ın krallığı düşmanlarla çevrilidir, gücünü toparlamak için savaşmak ister. Savaş demek ganimet demek, atalarından miras aldığı tecrübelerden. Hâlihazırda İrlanda duruyorken bir sefere çıkmaya karar verir. Ama öncesinde krallığında dost bildiği kim varsa kendine küstürür, kimini sürgüne gönderir, sonrasında herhangi bir sakınca görmeden malına servetine el koyar. Zira kraldır o, karşı çıkabilecek kişilerin bir sesten fazla olmadığını çok iyi bilir. Kraliçe, Richard’ın genç karısı, “Sevgili Richard’ım gibi tatlı birine”(1) der ve daha başka şeyler de der. Kral seferdeyken olabilecek endişelerini tasalarını dile getirir nedimesine. Oysa o zamana kadar gördüğümüz Richard hırsızdır, acımasızdır, hilebazdır, gasp edicidir, saygısızdır. Ama bu bencil adam karısının gözünde tatlı biridir, nefret edilen biri değil. Kral ne yapsa ne etse, insanlara yeryüzünde olabilecek en büyük kötülükleri etse de muhtemelen bu fikrinden caymayacaktır kraliçe ve hep öyle de kalacaktır: tatlı biri.

Shakespeare belki biraz da bu yüzden büyüktür, en sıradan görünen yönlerimizi bile ortaya sererken çekingen davranmaz, düşmanın dili de olur.

Bu coğrafyada yapılan seçimlere değil, hayır ben seçimlere bakmıyorum, şöyle bir uzaktan bile insanlara göz atmak yeterlidir, takımları tutar gibi partileri ya da iktidarları tuttuğumuz. X partisi ya da Y partisi ya da başka bir parti ya da iktidar dediğimiz şahıs ya da şahıslar, hangisi hoşunuza gidiyorsa; her ne yaparlarsa yapsınlar, dünyanın tüm kötülüklerini etseler de insana, doğaya, peşlerindeki fanatikler yine de peşlerinden koşacaktır. Yeter ki gözlerine soka soka yapmış olmasınlar (gerçi bunları da yapsalar fanatikler vazgeçmez), çok azı belki tereddütte kalacaktır. Bunun için birinin karısı ya da kocası olmaya da hiç gerek yok.

Bu coğrafyadaki insanların büyük çoğunluğu duygularıyla hareket eder, mantık, matematik, bilim ya da felsefe umurlarında değil. Öyle tarla yolundan geçtim, filozof gibi birine rastladım, bunlar hikâye. Bunun için kâhin ya da filozof olmaya da hiç gerek yok. Gerçek şu ki: Kendine en yakın bulduğu takımın hatalarını görse de fanatikler, hatta bin bir türlü hatasını, takımından vazgeçecek kadar etkili olmaz yine de.

Takımı berbat oynuyor diye takımını değiştiren birine rastlamadım şimdiye kadar ve şansını yerel bir takımda sonuna kadar deneyip güçlü bir takımı tutmayan birine de rastlamadım. Yani diyeceğim o ki güçlüden de yanayız, her ne kadar merhametten insancıl olmaktan bahsetsek bile.

Belki de bu coğrafyadaki insanlarla ilgili bir karakterdir bu, bilemiyorum, bunu da sosyologlar ya da psikologlar açıklasın. 

Evet, değişimi hayatının merkezine oturtmaya çalışan insanların varlığından da haberim var. Ama değişim dediğimiz şey de muğlâktır biraz, kime göre değişim? Bu yüzden iyimserlere biraz acıyorum desem ayıp etmiş olur muyum? Maalesef göremeyeceksiniz o güzel günleri; göremeyeceğiz barışı, adaleti ya da doğa sevgisini.

Fanatiklere değil aklıyla mantığıyla düşünen insanlara en fazla ihtiyacımız var, ama ne yazık ki çok daha uzun süre bu topraklar bundan yoksun kalacak. Gerçi kâhin Cassandra’nın gözleri yok bende (ki onun talihsizliği çok daha fazladır), yine de benden söylemesi.

Çok mu umutsuzum, bilemiyorum, belki.

Kim bilebilir, bir gün takımını hiç tereddüt etmeden değiştirebilen insanların varlığı çoğaldığında bu topraklarda, bu coğrafyaya gerçek bir huzur gelir belki de, ama ne zaman; yirmi yıl sonra mı, yüz yıl sonra mı, ya da kaç asır sonra?      

____________

  1.   Çev: M. Hamit Çalışkan, YKY