‘Kamusal dünya ile özel dünya ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiştir; birindeki zorbalıklar ve kölelikler, ötekindeki zorbalıklar ve köleliklerdir.’

Virginia Woolf

21 Mart 2013 günü Diyarbakır Newroz’unda Abdulah Öcalan’ın mesajının okunması ile Kürtler arasında savaşın biteceğine dair bir umut yeşermiş olsa da Habur sendromu ve Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana süregelen baskıcı, inkârcı, asimilasyonist politikaların yarattığı hayal kırıklıkları, devlete duyulan derin güvensizlik duyguları Kürtlerin bu sürece biraz daha temkinli yaklaşmasını sağladı. 21 Mart ertesi Van’da gözaltına alınan gençlerin Terörle Mücadele Şubesindeki polislere sordukları ‘Hani barışmıştık?’ sorusuna aldıkları ‘Ne barışı? Bizim kan davamız var’ ve ‘Barış sancılıdır.’ cevapları gibi süreç başladıktan sonra bile günlük yaşamımızda sürekli boğuştuğumuz militarist öğelerin ve uygulamaların hala yaşamımızda olması, Fransa’da üç kadın siyasetçinin katledilmesi ve TBMM nezdinde muhalefet partilerinin faşizan söylem yarışı, Van’da 10 derneğe açılan kapatma davası aslında hala psikolojik savaşın devam ettiğinin göstergesidir. Psikolojik savaş nasıl bitecek? Sadece Akil İnsanların ve AKP milletvekillerinin bölge bölge, il il gezmeleri yetecek mi? Hala Anayasa konusunda bile TBMM’de bir uzlaşma zemini bulunamadığı gibi bu ülkenin ‘öteki vatandaşları’ için günlük yaşam pratiklerinde kullanılan nefret söylemlerinin bırakın bitmesini daha da artığını görüyoruz. Eğitim sistemindeki milliyetçi, cinsiyetçi ve ötekileştirici öğeler hala olduğu gibi duruyor. Medya aracılığı ile üzerimize milliyetçilik, ayrımcılık, cinsiyetçilik ve homofobi boca edilmektedir. Gerek hukuksal, gerek sosyal, gerek ekonomik konularda Kürtlerin ve HDK’nın talep ettiği eşitlik (ben buna ‘fiili eşitlik’ diyorum) ortamının sağlanması için uzun yılları kapsayacak bir toplumsal dönüşüme ihtiyaç vardır. Bu toplumsal dönüşüm bir arada yaşamanın gerektirdiği karşılıklı tahammül ve konuşabilme düzeyine gelmesi için Kürtlerin ve ülkedeki diğer azınlıkların şimdiye kadar bastırılmış kültürel kimliklerinin açığa çıkması ve toplumun bu kimliklerin değerleriyle yüzleşmesi gerekmektedir. O herkesin meşhur Kürt komşusu/arkadaşı ile diyalog kurması için Kürtçe öğrenmesi, yine meşhur Alevi dostların dinsel ritüellerini ve günlerini öğrenmemiz, ülkedeki her dini cemaatin kendi ibadethanelerini açmalarına gereken zeminin hazırlanması, yönetim kademelerinde ülkedeki her kesimin temsil edilmesi, katılımcı ve demokratik bir ülke standardına ulaşmamız için en elzem ve içselleştirilmiş uygulamalar haline getirilmelidir. Barış süreci ateşkesten öte bir anlam ifade edecekse, barış sürece Türkiye toplumunun tabanına yayılmalıdır. Zaten tabana yayılmış içselleştirilmiş bir demokrasi kültürü Kürtlere kendi kendini yönetme, kendi kaderini tayin etme hakkını doğalında getirecektir.

Türkiye toplumu çok ağır bedeller ödeyerek gördü ki şiddet kullanılarak hiç bir sorun çözülemiyormuş. Evet, o meşhur ifadeyle “artık konuşmak” zamanı. Ancak herkesin kendisini ifade edebileceği zeminlerin ve hukuksal düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Sürekli söylenen ‘barış dili’nin inşa edilmesi için mümkünse herkese dağıtmak üzere savaş zamanlarından kalma kelimelerin ayıklandığı tamamen barış sözcüklerinden oluşan ‘barış sözlüğü’ şeklinde kitapçıklar oluşturulabilir. Medyadan tutun, toplumun her kesimine yaygınlaşacak bir dil geliştirilmeli. Kürtlerin ve ülkedeki diğer halkların dilini, edebiyatını, tarihini tanıyan ve benimseyen fiili adımlar atılmalı. Ders kitapları ülkedeki çoğulculuğu yansıtmalı. Çok dilli bir kamusal yaşam örgütlenmelidir. Yurttaş kendisini ifade etmek için tercüman tutmamalı, kamu yurttaşı anlamak için çaba harcamalı. Kamusal alanların hepsi o yörede konuşulan dillere göre düzenlenmeli. Hatta Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelere özel eğitimli Kürtçe bilen yönetici ve kamu çalışanları görevlendirilmeli. Üniversitelerin tıp, psikoloji, sosyoloji, kamu yönetimi gibi bölümlerinde Kürtçe dersleri zorunlu olmalı. Okullar, köprüler, üst geçitler gibi kentteki kamusal mekânlara verilen Şehit ile başlayan isimler değiştirilmeli. Özellikle okul isimlerinin değişmesi çok önemli çünkü küçücük çocuklara böylelikle acılar sürekli hatırlatılmaktadır. Kısacası mikro politikalar olarak adlandırılan ve gündelik hayatımızı doğrudan etkileyen –meli - malı ile biten cümleler somut bir yol haritasına dönüştürülmelidir. Somut olarak yazma gereği hissettim çünkü yıllardır Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözümünü talep eden Kürtlere en çok sorulan soru ‘tamam ama nasıl?’ olmaktadır. Bence elzem olarak ‘–meli –malı’ diye biten talepler oluşturulmalı ve her kesimin talebi dikkate alınarak harekete geçilmelidir. Farklılıklarımızın yarattığı sorunları kurşunlarla durdurmak yerine sözcüklerle nasıl çözebiliriz onun yollarını aramaya hep birlikte girişmeliyiz.

Kürt toplumu homojen, yekpare bir toplum olmayıp genç, yaşlı, kadın, erkek, LGBTT, gerilla ailesi, korucular ve aileleri, ekonomik ve zorunlu göçle Kürt illerine gidenler veya ülkenin başka yerlerine gidenler, yurt dışında mülteci olarak yaşayanlar ve işçiler gibi burada sayamayacağım çok geniş bir farklılık yelpazesi oluşturmaktadır. Bu ülkede cereyan eden milliyetçi, ayrımcı, asimilasyonist politikalar Kürt erkeklerini farklı, Kürt kadınlarını farklı etkilemektedir. Savaş sürecince kadınlar ve erkekler savaşın farklı yüzlerini gördüler, farklı savaş araçları ile işkence gördüler, farklı şekillerde yaşamlarını yitirdiler. Kürt kültürü ve dilini yeniden üretme misyonunu Kürt kadınlarına yüklemek adaletsizliği bir yana ülke genelinde Kürt kadınıyla çoğunlukla ‘kurban’ ‘cahil’ ‘Türkçe öğrenmesi gereken’ ‘eğitilmesi gereken’ kadın önbilgisiyle iletişim kuruldu. Kürt kadınlarının siyasal alanda yani BDP’nin il ve ilçe belediyeleri ile parti içinde aktif bir şekilde yer alışı bir nebze de olsa örgütlü kadınlar arasında bu önbilgiyi kırmış olsa da toplumun tabanında hala böyle bir önbilgi yaygındır. Bu önyargı ‘Doğu kadını’ ‘Anadolu kadını’ gibi tanımlarla inceltilmiş olsa da Kürt kadınlarının aile içinde yaşadıkları kesinlikle eğitimsizlik veya çaresizlikle açıklanamaz. Batıda yaşayan eğitimli kadınlardan çok daha bilinçli, dirençli, dayanışmacı Kürt kadınları tanıdım. Ülkede yaşanan savaş ve buna bağlı politikalar Kürt kadınlarının kendilerine ait sorunları gündemleştirmesinin önüne geçti. Nitekim savaşın keskin olduğu dönemlerde Kürt illerinde karakollara yansıyan aile içi şiddet vakaları ile savaşın daha az şiddetle yaşandığı dönemlerdeki vakalar karşılaştırıldığında bu durum net bir şekilde gözler önüne serilmektedir.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde Kasım ayında oluşturulan “Kadına ve Aile Bireylerine Yönelik Şiddetin İncelenmesi Amacıyla Kurulan Alt Komisyon’un raporuna göre(1) 2008 yılına oranla 28 ilde kadına yönelik şiddetin azaldığı saptanmış. Kadına ve aile bireylerine yönelik şiddet vakası en çok İstanbul’da görülürken, en az vakanın Hakkâri’de olduğunu belirten raporda, buna gerekçe olarak da “kadınların örf ve adetler nedeniyle karakola gitmedikleri” vurgulanmıştır. 2008 yılında karakola ve ilgili kamu kuruluşlarına sirayet eden şiddet vakalarının 2009 yılından sonra ciddi oranda azaldığı resmedilmiştir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 2008'de yaptığı araştırmaya göre, eşi veya birlikte olduğu kişilerden yaşamının herhangi bir döneminde, en fazla fiziksel şiddet gören kadınların yüzde 53’ünün kuzey Doğu Anadolu Bölgesinde olduğu saptanmıştır.

Peki, 2009’dan sonra ne oldu da Kuzey Doğu Anadolu Bölgesinde karakollara sirayet eden aile içi şiddet vakaları azaldı? 2009 yılından sonra KCK adı altında yüzlerce kişi gözaltına alındı. Belediyelere, Kürt örgütlerine ve Kürtlerin evlerine baskınlar düzenlendi. Savaş daha da yakıcı bir şekilde yüzünü bölge insanına gösterdi. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonunun 2008 sonrası şiddetin azaldığı 28 il içerisinde çoğunluğun Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde olması aslında bize sadece örf ve adetlerle açıklanmayacak bir gerçeği gözler önüne seriyor. Savaş, tutuklamalar, ev baskınları ve buna bağlı bölge üzerinde kurulan korku imparatorluğu, kadınların ‘büyük düşman’ devlete, ‘evdeki düşmanı’ şikayet edememesinin sebepleridir. Geniş ailelerin yaygın olduğu Kürt illerinde neredeyse herkesin bir yakını gözaltında veya cezaevinde iken Türk makamlarına özellikle aile içi şiddetin rapor edilmesini veya şikâyet mekanizmalarının kullanılmasını neredeyse imkânsız kılmaktadır. Taciz, tecavüz, ensest gibi cinsel istismar ve saldırı yaşanması durumunda ise zaten şikâyet makamı ‘büyük düşman’ olarak görülmese bile kadınlar dünyanın her yerinde yaşadıkları bu tür saldırıları anlatmaktan imtina etmektedirler.

Kürt kimliği ve dili üzerindeki baskılar kadınlar üzerindeki ataerkil kontrolü pekiştirmiştir. Hastane ve adliyelerde kadınlar hem cinsiyet ayrımcılığı yaşamıştır hem de ‘cahil’ damgası yemiştir. Savaşın ve buna bağlı zorunlu askerliğin ürettiği ‘hegemonik erkekliğin’ yarattığı iktidar ve şiddet ilişkisi herkesin yaşamına yansıdı.

Yıllardır bölgede kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık ile mücadele eden feminist bir kadın olarak VAKAD’ın danışma merkezine ve sığınma evine gelen kadınların en büyük çekinceleri karakol, adliye gibi kurumlara gitme konusundadır. Özellikle 2009’da başlayan KCK adı altında ilgili, ilgisiz herkesin cezaevlerine veya gözaltına alınmaları, aile içi şiddet gören kadınların, aile içinde devlet nezdinde yaşadıkları şiddeti odağına aldı ve kadınların aile içinde gördükleri şiddeti inceleyemedi. Kürt kadınları ev içinde yaşadıkları şiddetin farkına vardılar ve şiddetin her türlüsünü tanımlayabildiler. Ancak ailedeki erkeklerle birlikte yaşadıkları devlet şiddetine karşı birlikte mücadele ederken ev içindeki erkeklerden gördükleri şiddeti ötelediler. Ortak düşman ortadan kalkınca Kürt kadınları evdeki şiddete daha gür bir şekilde ‘hayır’ diyeceklerdir. Nasıl Kürtler yaşadıkları baskılara yüksek sesle ‘Êdî Bese’ dedilerse, bu yaygın siyasal hareket içinde olan veya olmayan kadınlar, ev içinde olan baskılara da yüksek sesle ‘Êdî Bese’ diyeceklerdir. Kadınlar kendi yaşamlarının derinliklerine kök salmış şiddeti, toplumsal cinsiyeti fark etmiş gözlerle bakarlarsa, ev içindeki şiddetten, devlet şiddetine uzanan şiddetin karakterindeki benzerliği göreceklerdir.

Bu barışın, erkekler topluluğunun ortak çıkarlarına dayalı bir barış olmaması için savaşın biçimlendirdiği kadınlık ve erkeklik rollerinin oluşturduğu pratikleri sorgulamak zorundayız. Türkiye’deki savaş süresi boyunca cinsel şiddet, tecavüz, toplu tecavüz, aile bireylerinin gözlerinin önünde tecavüz, çeşitli cisimler kullanılarak anal ve oral tecavüz, tecavüzü tehdit ve intikam biçimi olarak kullanma, bekâret kontrolü, çırılçıplak soymak, taciz, genelevlerde kullanma, fuhuşa göz yumma, fuhuşa yönlendirme, kırsal alandaki genç ve evlenmemiş kadınların olduğu ailelere, askeri rütbesine dayanarak gece ziyaretlerinde bulunarak dedikodu çıkmasını sağlamak, dedikodu yaymak şeklinde savaşın bir aracı olarak kullanıla gelmiştir. Etnik savaş gibi görülen bu savaş aslında cinsiyetlendirilmiş bir savaştır. Yatak odamızda da savaş, cephelerinde de fallus şiddet aracı olarak kullanılmıştır. Cinsel şiddet, Türkiye’de yoğun olarak 1980 döneminde, başta gözaltında ve cezaevlerinde olmak üzere, politik -aktivist kadınlara yönelik bir sindirme ve ‘kirletme’ aracı olarak kullanıldı. Ayrıca politik erkeklere karşı ailelerindeki kadınlara karşı cinsel saldırı bizzat tehdit unsuru olarak kullanıldı. Cinsiyetlendirilmiş ve militarize edilmiş rollere dayanan savaş boyunca kadınlar, savaşan taraflar açısından nasıl yok edilmesi gereken varlıklar halindelerse, barış sürecinde de kadınların masaya oturan taraf olmaları gerekmektedir.

Barış sonrası tüm toplumun refahını kapsayacak bir yaşamın inşası toplum mühendisliğine soyunarak değil, katılımcı, her kesimi içine alan, hiyerarşik olmayan, büyük vatanın veya bize dayatılan kutsal ailenin çıkarlarının değil de tüm bireylerin çıkarlarının gözetildiği bir yönetişim yöntemi ile mümkündür. Savaş döneminde bölgede çalışan bir kadın örgütü olarak şunu gördük ki devletten ve siyasi oluşumlardan bağımsız bir politik duruş sergilemek ve buna göre hareket etmek dikenli yollarda yalın ayak yürümekten daha zordur. Çünkü kendinizi, sadece fiziksel değil aynı zamanda psikolojik bir savaşın odağında buluyorsunuz. Hedef haline gelmek, yok sayılmak, ‘işbirlikçi’, ‘hain’, ‘ mücadele karşıtı’ olarak suçlanmak, karalanmak, üyeleri ve hedef kitlelerine yönelik sözel saldırılarda bulunulması, çalışma alanlarını daraltmak için özel olarak çalışılması, haklarında sürekli dedikodu üretilmesi ve burada daha sayamayacağım pratikleri ile bölgedeki bağımsız kadın örgütleri iktidar odaklarının uğraştıkları örgütlenmeler haline geldiler. Barış inşasında, özellikle kadın örgütleri ve feministlerin başat rol oynamalarının önü açılmalı, yoksa erkekleştirilmiş bir barış sürecinin, gerçek bir barışı ifade edemeyeceği gerçeğini, ilerideki süreçlerde bu toplumun tüm ötekileri can acıtıcı bir şekilde göreceklerdir.

Yine 21 Mart mesajı ertesi PKK’nin geri çekilmesinden sonra, umuyorum ki gerillaların eve geri dönüşüne dair bir hukuksal düzenleme yapılacaktır. Bu düzenleme sonrası kadın gerillaların ve erkek gerillaların bu geri dönüşü nasıl yaşayacakları konusunu hep birlikte göreceğiz. Çünkü dönülecek evler, erkek gerillalar için kendilerini yaşatacakları güvenli yerler iken, kadınlar için dönülen evler, olması gereken, cennet mekanlar olmadığı gibi dönen kadınlar da aynı olmayacaklardır. Ataerkil sistemi bırakın Türkiye’nin düzenli ordusuna kafa tutmuş gerilla kadınlar elbette ataerkil Kürt aile yapılarında köklü değişikliklerin itici gücü olacaktır.

(1) http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/docs/2012/raporlar/29_05_2012.pdf

NOT: Bu yazı Birikim dergisinin Mayıs sayısında yayınlanmıştır.